Zorlu Zamanlar ve Seçim Hakkımız

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Zorlu zamanların içinden geçerken önüne konan seçim sandıkları halka hangi yoldan ilerleyeceği konusunda bir soru sormaktadır. Bu soru “kırk katır mı kırk satır mı” deyişindeki çaresizlikle tanımlıdır. Bu seçimi reddetmek, kendi yoluna gitmek, kurtuluş için örgütlenirken bu seçim sandıklarını tekmelemek çaresizliği alt etmenin tek yoludur. Halk için yasaklanan “kendi çıkarları için örgütlenmek ve mücadele etmek” seçeneğini bu sandıklara tercih etmek devrimci hareketin tek gelişme yoludur. Bu yolun zorluklarla dolu olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte seçim sandıklarından çıkacak yolun da halk için zorluklarla dolu olduğunu kim inkâr edebilir? Deprem felaketiyle bir tokat gibi halkın suratına vurulan “devlet yok” gerçekliği söz konusu bu zorlu yolu resmetmiştir. “Devlet yok” deyişi artık halkın bilincinde yer etmiştir. Bizim bu “devlet yok”luğunu seçim sandıkları bakımından da ortaya koymamız gerekmektedir. Devlet halk için seçim sandıklarında da “yok”tur. Orada da devlet egemenler için, onların her türden çıkarı için; rantı, talanı, zulmü, inkârı için vardır; ama halk için yoktur. Halk seçince de bu gerçek durum değişmemektedir.

EGEMENLERİN BORÇ YÜKÜNÜ TAŞIMAK

Yarı feodal ekonominin içinde debelendiği bataklık emperyalizmin ve feodalizmin tamamen gerici birliğinin ürünü bir bataklıktır. Emperyalizmin sağladığı olanaklara dayalı bu ekonominin gene emperyalizmin çıkarlarına endeksli üretimi tüm AKP iktidarları boyunca esas olarak inşaatçılıkta yoğunlaşmıştır. Bu yoğunlaşmanın ürünü olarak devlet aracılığıyla halkımız büyük bir borç yükünün altıdadır. Bırakalım halka ait olmasını egemen sınıflara da ait olmayan yollardan, köprülerden, fabrikalardan, bilumum inşaatlardan vs. dolayı halkımız devasa bir borç yükünün altındadır. Bu borç yükünü ortadan kaldıracak yük seçim sandıklarının konusu bile değil, sandıklarda bu yükün halka kim tarafından taşıttırılacağı kararlaştırılacaktır. Seçim en nihayetinde bunun içindir. Emperyalizmin temsilciğini kim yapacak sorusuna halk yanıt versin istenmektedir. Bunu reddetmek haktır ve tek devrimci tutumdur.

Yarı feodal ekonomik yapının emperyalizme bağımlı karakteri bizi emperyalist dünyada yaşananlar hakkında daha yoğun ilgili olmaya zorlamalıdır. Bugün halk için demokrasi, refah vaat eden egemen sınıfların iktidar muhalifi güçleri emperyalizmin her geçen gün saldırganlaşan politikalarıyla kaçınılmaz olarak, istemeseler de bu vaatlerini unutacaklardır. Bir süre önce ABD, İngiltere ve kimi Avrupa ülkelerini gezdiğinde Kılıçdaroğlu’nun ülkenin finans sorunlarını çözecek görüşmeler yaptığı propaganda edilmişti. Hem çok borçlu hem de çok borca gereksinimi olan bir ülke olmakla Türkiye aynı türden politikacılarla, aynı türden bir iktisadi yapıyla bu türden ilişkilere mecburdur. Üstelik şimdi emperyalizmin bunalımı dünden daha derin olduğu için bu ilişki daha fazla yarı feodal ülkelerin aleyhinedir. ABD Merkez Bankası Fed’in faiz artırma politikası nedeniyle piyasadaki dolar bolluğuna sınır getirmek istediği koşullarda borç bulmak artık zordur veya daha büyük ödünler gerektirmektedir. AKP’nin bıraktığı miras çok büyük bir borç yükü iken ekonomik krizin getirdiği koşullar daha fazla ödün gerektiren borçlanmadır! Bunalım derinleştikçe bu ağır şartlar daha da zorlaşacaktır. Bunalımın derinleştiğini veya derinleşme yönündeki güçlü olasılığı ABD’de iflas eden bankalardan hareketle öngörebiliriz. Elbette bugünden yarına tam bir çöküş olacağını beklememeliyiz. Bununla birlikte emperyalizmin ekonomik saldırılarını artıracağı, daha fazla talana yoğunlaşacağı, yarı feodal ülkelerdeki finansal sorunları derinleştirecek politikalara yöneleceği bir zaman sürecinden geçtiğimiz açıktır. ABD’de 2008’den bu yana gerçekleşen en büyük 2. banka iflası haberi bu sürecin içinde olduğumuzun somut bir göstergesidir.

Dünyadaki koşulların ağırlaştığını ve belli başlı emperyalist devletlerin bu koşullara hazırlandığını, çeşitli politikalarla mevzi tuttuklarını ifade etmiştik. Çin’in adımları bu bakımdan dikkat çekicidir. ABD’nin ekonomik ve politik hamlelerine en son İran ve Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmada oynadığı rolle cevap vermesi Ortadoğu’daki tüm devletleri, dolayısıyla Türkiye’yi de ilgilendiren bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Çin daha etkin roller almaya, ekonomisindeki daralmaya önlemler geliştirmek üzere dünyanın çeşitli bölgelerindeki çıkarlarını gerçekleştirmek üzere adımlar atmaya devam edecektir. Bunun ekonomisindeki gelişmeleri kontrol etmekte zorlanan ABD’yi zorlayacağı ortada.

Türkiye’deki gelişmeleri, dolayısıyla genel seçimi de bu koşullardan ayrı değerlendirmek olanaksızdır. Bugün ertelenebilse de her ne olursa olsun seçimlerden sonra Türkiye çok büyük ekonomik çıkmazlarla yüz yüze kalacaktır. Cumhur ya da Millet İttifakı aynı politikalara mecburdurlar. Büyük borç yükünü ödeyebilir durumda olmaya dayalı bu politikalar halkın yoksulluğunu, güvencesizliğini, dolayısıyla örgütsüzlüğünü, mücadeleden uzak tutulmasını içermektedir. Seçim denen şey bu koşulları kimin sağlayacağını saptamaya dayalıdır.

KURTULUŞ YOLUNDAKİ ENGELLER SEÇİLEMEZ

Egemen sınıflar depremlerle birlikte derinleşen bunalımı gene “azami kâr” ile kapatmanın çeşitli politikalarını geliştirmektedir. Bunu görünürde depremzedelere yönelik yardım kampanyaları, gerçekleşen büyük yıkımı en kısa zamanda ve halk lehine gidermek üzere projeler geliştirerek yapmaktadır. Bu süreç aynı zamanda “zamanından önce” yapılacak bir genel seçime denk düştüğü için “keskin” bir politik atmosfer içinde yaşanmaktadır. Halkımız bir kez daha egemen sınıfların belli başlı kliklerinden birini seçerek geleceğe umut taşımanın telaşına itilmektedir. Tarihimizde böylesi birçok deneyim varken ve aslında halk kitleleri kendiliğinden bir şekilde bu durumun tam bir umutsuzluk içerdiğinin farkında olduğu halde küçük burjuva, orta burjuva kesimlerin çıkarlarıyla belirlenen politikalar izleyen çeşitli devrimci, demokratik akımlar bilindik bir yolda yürümeye devam etmekteler. Halkın çıkarına olan proleter siyaseti öne çıkarmak yerine, halkın iktidarını istemek yerine egemen sınıflardan reform dilemeye devam ediyorlar. Bir umut egemen sınıfların kendi aralarındaki dalaştan gelebilecek iyileştirmelerin peşinde koşan bu akımlar bir kez daha halkın yıldığı politikalarla gündemdeler.

Genel seçimin büyük deprem felaketine denk gelmesi egemen sınıfların propaganda çalışmalarını büsbütün etkilemiş durumda. Halk kitleleri dünden çok daha yoğun bir şekilde devlete karşı güvensiz, düzenden ümitsiz durumdayken güveni tescil edecek bir seçim sürecinde olunması ciddi bir paradoks oluşturmuş durumda. Kitleleri ikna etmek için devlete karşı değil; ama “tek adam rejimi”ne karşı yoğun propagandaya girişen muhalefetin aynı devlet mekanizmasının çıkarları açısından değerlendirmeler yapmak zorunda kalması devrimci politikanın, dolayısıyla hareketin bir avantajı olarak görülmelidir. Nitekim Akşener’de somutlaşan kriz muhalefetin malum gerçekliğini yere sermiştir. İyi Parti devletin bir aparatı olarak Alevi kimlikli Kılıçdaroğlu’nun halkın teveccühünü kazanmasını devlet egemenliği bakımından bir gerileme olarak değerlendirdiğini göstermiştir. Bu apaçık biçime dayalı gericiliğin, faşizme özgü bir kabalığın dışavurumudur. Olası bir muhalefet zaferinin halk için zafer değil, dünün devamı olacağı gün gibi ortadadır.

Bu gerçekliğe karşın bir ay önceye çekilerek erken seçim olarak tanımlanması sağlanan bu genel seçimin R. T. Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçim olma olasılığı geniş bir muhalif kesimi seçime katılmak yönünde umutlandırmaktadır. Bu geniş muhalif kesimin şimdiki iktidarın kaybetmesine endeksli umudu bir gelecek umudu olmaktan uzaktır. Bizim propaganda çalışmalarında yoğunlaşmamız gereken nokta da burası olmalıdır. Cumhur İttifakı denen halk düşmanı odağın ciddi bir enkaz bırakarak iktidarı terk etmek zorunda kalacak olması halkın çıkarlarına ve örgütlenmesine dayanan bir mücadelenin sonucu olmayacaktır. Aksine, iktidara aday olabilen tüm güçlerin egemen sınıfların güçleri olduğunu, devletin rızasını almış, onun için var olan güçler olduğunu hepimiz biliyoruz ve net biçimde bunun farkındayız. Bu durumda Cumhur İttifakından kalan enkazın yükünün halkın üzerine yığılı kalacağı da açıktır. Halkın üzerindeki bu yükün Millet İttifakı tarafından halkın üzerinden kaldıracağını beklemek eşyanın tabiatını bilmemektir. Elbette halk nezdinde teşhir olmuş ve bu nedenle alt edilmesi gereken bir iktidarın, R. T. Erdoğan’da somutlaşan bir zorbalığın alt edilmesinden söz edebilmek geniş bir kesime kendisini iyi hissettirmektedir. Ne var ki gene teşhir olmuş, alt edilmesi zorunlu bir iktidara hoşgörü göstermek de bir o kadar kötü hissettiren bir şeydir. Halkın ikilemde kaldığı bu iki durum arasından ikincisine yönelmesi bizim açımızdan devrimci yönelimin somutlaştırılamamasından kaynaklanan bir başarısızlıktır sadece. Reformizmin kararttığı gerçeklik tam da budur; halkın çaresizce “kendini iyi hissetmeye” yönelmesi bir umut kapısı olarak değerlendirilip depremde de daha önce Gezi Direnişinde de tanık olduğumuz kendi gücüne, kendi çıkarlarına dayanan bir hareket yaratma olanağı en iyimser ifadeyle ihmal edilmekte ama aslında daha kötüsü imha edilmektedir. Seçilecek olanın her koşulda karşı devrimin kendisi olduğunu görmemek, ihmal etmek ya da faydalanmaya değer görmek kesinlikle devrimci bir tutum olmayacaktır. Halk için demokrasinin halkın kendi hareketinde içerili olduğunu kavradığımızda, bunu temel alıp tartıştığımızda karşı devrime yönelen bu sığ politikayı alt edeceğimiz açıktır.

YOLUMUZDAKİ ENGELLERİ TANIYALIM

Demokratik Halk Devrimini öne çıkaran bir bakış açısı içinde bu seçimle gündeme gelen nihai tercihlerin devrime düşman olduklarını tam bir netlikle ifade ediyoruz. Elbette tercihler içinde ayrımlar yapmalıyız. Her birinin kendine has özellikleri, çıkarları, biçimleri, kaygıları vardır. Bu farklı özelliklerin devrim açısından içeriği aynı olsa da özel tanımları, adları, rolleri vardır. İktidarda olanla muhalefette olanı ayırmak, muhalif olanın sarılmak zorunda kaldığı ya da kendini sararak pazarladığı demokrasi bayrağını ihmal etmemek; iktidarda olanın somut suçlarını vurgulamak, öne çıkarmak vs. hiç tartışmasız devrimci mücadelenin de ana konularından biridir. Devrimin düşmanları arasında hiçbir fark yoktur denemez; ama bu farkların sonuçta önemsiz olduğu söylenebilir. Bu nedenle ajitasyon ve propagandada iktidarda olanla muhalefette olanı, nihai tercihlerle onların arkasında kümelenenleri ayırt etmek gerekir. Her birini kendi özellikleriyle ne kadar iyi kavrarsak onları o kadar güçlü ifşa eder, teşhirde başarı gösterir ve devrimci tavrın gayet mümkün olduğunu somutlaştırabiliriz.

İktidarı 20 yıldan fazla bir süredir işgal ettiği söylenen AKP iktidara geldiğinde muhalif kesimlerin, özellikle ceberut devletin zulmüne uğramış dindar kesimin, gene bu devletin zulmüne, inkârına uğramış farklı milliyetlerin haklarına, çıkarlarına yeşil ışık yakan bir propaganda yapıyordu. Liberal kesimlerin bu iktidarın peşinden gittiği süreç çok uzakta değildir. Bilindik düzen partilerinin mahvolduğu bir seçimden sonra iktidara gelen AKP’nin halk nezdindeki “devlet aleyhtarı” özelliğinin esamesi uzun bir süredir okunmamaktadır. O “bitmeyen” yıllar boyunca “Siyasal İslam’a bezenmiş” gerici karakteri ile her kesimden halkın düşmanı durumundadır. Defalarca politika değiştirdiği halde, kadrolarındaki değişimin haddi hesabı yokken salt R. T. Erdoğan’da somutlaştırılan değişmezlik iddiası devletin bilindik karakteriyle çelişmektedir. Biliyoruz ki bu devletin gerçek bir istikrarı yoktur. Dolayısıyla onun sözcülerinin, hükümetlerinin de bir istikrarı yoktur. AKP çok açık ki istikrarlı bir parti olmamıştır. Onun için tam bir istikrarsızlık abidesi bile demek mümkündür. Diyebiliriz ki bunca zaman “birinci parti” görünmesinin nedenlerinden biri bu istikrarsızlığıdır. Devletin istikrarsızlığıyla çok uyumlu bu istikrarsızlık muhalefetin halkı bezdirmiş politikalarının dışına çıkamayacak olmasıyla birlikte şimdiye kadar onay almıştır. Bu bakımdan mevcut iktidarın güçlü bir bütün oluşturduğunu değerlendirmek hata olacaktır. Çürümüş, dağılmaya yüz tutmuş, tutarsız ve savrulmaya çok açık yapısıyla iktidar uzun bir zamandır söyleyecek sözünden çok salladığı bir sopası olan güç durumundadır. Depremlerden sonra açığa çıkan “devlet yok” gerçekliği bunun en somut halidir. Kızılay, AFAD, TOKİ, Varlık Fonu nezdinde açığa çıkan devlet merkezli talan ve yolsuzluklarla, dar çıkarlara, hatta aile veya mezhep çıkarlarına dayalı kadrolaşma politikalarıyla halka hizmeti her bakımdan olanaksızlaştırmış, kendini çukur dibine mahkûm etmiş bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz apaçık ortada. Bu sonucun başlangıcında özelleştirme, halkı örgütsüzleştirme (sendikasızlaştırma) ve deregülasyon (kamu hizmetlerinin piyasaya açılarak bu hizmet alanlarında devlet varlığının küçültülmesi) politikalarının olduğunu hatırlamalı ve hatırlatmalıyız. ANAP ile başlayan bu süreçte tüm düzen partileri roller aldılar ve bu rolleri esas olarak, itirazsız uyguladılar. Hapishanelere yönelik, direnişlerle karşılanan saldırıların da bu politikaların başarısına koşut gerçekleştiğini o dönemin devrimci basınını ve devrimci hareketlerini takip edenler çok iyi bilirler. AKP’nin bugünü, yani “devlet yok” durumunu üreten politikalarının temelde bu politikalar olduğunu unuttuğumuzda karşımıza bu seçimle beraber çıkarılan seçeneklerin temelden farklı olduğu yalanına aldanabiliriz. Oysa bu politikaların merkezi ABD ve İngiltere idi. Bu politikaları tüm düzen partileri sahiplendiler. AKP bu politikaların kendisidir. Halkı örgütsüzleştirmek, tüm sosyal haklardan mahrum kılmak, hizmet alan bir güç olmaktan çıkarmak AKP’nin değil egemen sınıfların çıkarlarını içeren bir ekonomi politikasıdır. AKP ile bu süreç devam etmiştir. Üstelik “Siyasal İslam” adı verilen içi boş; ama Ortadoğu’da cazibesi yüksek bir retorikle gerçekleşti bu. Bugün Kızılay benzeri oluşumların içine düştüğü rezil durum bu politikaların doğal bir sonucudur. Türkiye gibi feodal karakterini, özelliklerini koruyan, bünyesinde çok güçlü feodal örgütlenmeler barındıran bir ülkede bu politikalar kaçınılmaz olarak devleti bir yolsuzluk manivelası haline getiren biçimler doğurmaktadır. Bu, kişilerin ya da egemen sınıfların varlığını koşullandırdığı kimi siyasi akımların (Siyasal İslam gibi) ürettiği bir sonuç değildir, bunların nemalandığı egemen sınıfların karakterinin, ülkedeki ekonomik koşulların doğal bir neticesidir. AKP’de somutlaşan rezaletin gerçekliği budur.

Muhalefet partilerinin bu sonuca yönelik tepkileri söz konusu politikaların kökten bir teşhiri ve reddi olmak yerine doğru ellerde gerçekleştirilememesini içermektedir. Aynı politikalardan farklı sonuçlar çıkabileceği beklentisi eğer masum bir beklenti ise ülke gerçekliğini tanımamak olarak eleştirilebilir. Biz bu eleştiriyi devrimci demokrat olan kesimlere yöneltebiliriz. Ne var ki egemen sınıfların sözcülerine, siyasi temsilcilerine yönelik böyle bir eleştiri bunların değindiğimiz ülke gerçekliğinin bizzat kendileri olduğunu unutmakla maluldür. Muhalefetin omurgasını oluşturan düzen partilerinin bünyesinin çoğunlukla aynı politikalara zorunlu kesimlerden oluştuğunu ve olası bir iktidar gücünü bu gibi politikalar lehine kullanacaklarını bilmek gerekir. Demokrasi adına uzatılacak havuçların da bu politikalar için rıza üretmeye tabi olacağını bir uyarı olarak şimdiden ifade etmeliyiz.

Sözünü ettiğimiz bu iki gerici güç odağı yolumuz önündeki esas ve doğrudan hedeflenmesi gereken güçlerdir. Özellikle ajitasyonumuzun bu kesimleri konu etmesi gerekmektedir. Düzen partilerine ve bunların sözcülerine ya da temsilcilerine yönelimin hiçbir şekilde halkın çıkarlarıyla uyumlu olmayacağını bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. Yukarıda sıraladığımız gerçeklerin benzerleri geçmişten bugüne defalarca yaşanmıştır. Hemen her seçim sürecinde demokrasinin bir eşikte olduğu iddia edilmiştir. Halkımız bu gerçekliği kendi deneyimiyle bilmektedir. Dolayısıyla bu gerçeği en derininde anlayacak ve benimseyecektir. Elbette bunun devrimci tavır ve duruş için bir ilk açıklama olacağını bilmeliyiz. Halk kitleleri somut bir devrimci alternatif olmadıkça devrimci duruşun gereklerini yerine getirmekte esas olarak başarılı olamazlar. Bu, devrimci önderliğin rolüne işaret eden bir gerçekliktir. Devrimci önderliğin somut bir alternatif üretemediği koşullarda halkın egemenler arasında tercihe zorlandığını ve bu zora sonuçta boyun eğeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Ne var ki bu devrimin önündeki açık engellere işaret etmemize engel olmamalıdır. Gerçekliğe dayanan devrimci politika günü kurtarmaya değil devrimi öğrenmeye, öğretmeye, halk içinde yaymaya odaklıdır. Devrimin zorlu bir görev olduğu gerçeğinin aynı zamanda büyük akıntılara karşı dirayet göstermek olduğunu unutmayarak bu ajitasyona ağırlık vermeliyiz.

Ajitasyon dediğimizde sokaklarda yapacağımız çalışmaları, mitinglerde taşıyacağımız pankartları, atacağımız sloganları, duvarları donatacağımız afişleri, bildirilerimizi anlamalıyız. Düzen partilerinin esasen birbirinden farksız olduğunu, aynı halk düşmanı politikalardan beslenen bir avuç gerici güç odağı olduğunu haykıracağız. Nihayetinde bunlar arasından birilerini tercihe zorlanan halkımıza kurtuluş yolundaki bu engellerin seçilmesinin aynı koşullarda, aynı ceberut devlet egemenliğinde yaşamaya rıza göstermek anlamına geldiğini anlatmalıyız. Biz bunlar arasında bir tercihe zorunlu olmadığımızı, halk için demokrasinin halkın kendi hareketinde mevcut olduğunu, bu demokrasi olasılığını dışarıda hele de halk düşmanı güçler arasında aramanın dünü tekrar etmek olduğunu anlatmalıyız. Düzen partilerine hiçbir destek verilmemelidir. Cumhurbaşkanlığı gibi mevcut devletin onaylanmasını içeren bir makamda kimin oturacağına halkın karar verebileceğine inanmak devletin gerçek sahipleri hakkında kafa bulanıklığı yaratmaktır. Bu bulanıklığa ortak olmayacağımız gibi açıkça ve güçlü bir şekilde karşı koyacağız. Cumhurbaşkanlığı ve Meclis üyeliği için tercihimiz boykottur. Halkın çıkarları bunu gerektirmektedir…