Bir Kızılderili atasözü der ki “Son balık öldüğünde, son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak.” Ancak bizim ne Munzur’dan bir balık eksilmesine ne de Kaz Dağları’ndan bir ağacın kesilmesine tahammülümüz olamaz, olmamalı…
Toplumsal sorunlar sistemin sınırlarına aşama aşama daha fazla dayanıyor. Doğanın, yaşam alanlarının ve çevrenin yüklü olduğu sorunlar; sömürü ve talan politikalarının yarattığı yıkım bilançosu her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Adı soygundan başka bir şey olmayan ekonomik kriz koşullarında doğa ve yaşam alanları ranta açılacaklar; yıkıma uğratılacaklar arasında baş sıralarda duruyor.
Egemenlerin “devasa yatırımlar” olarak pazarladığı rant projeleri yaşadığımız ülkeyi neredeyse bir inşaat şantiyesine dönüştürdü. Kentsel dönüşümler, mega projeler, köprüler, yollar, hava limanları, çimento fabrikaları, taş ocakları, enerji ve madencilik projeleri, termik ve nükleer santraller, HES, JES projeleri rantın-talanın ana kolonları olarak doğaya ve yaşam alanlarına yöneltildi. Hasankeyf’ten Kaz Dağları’na, Munzur’dan Trakya’ya, Karadeniz’den Kızılcaköy’e, Salda Gölü’nden Şirince’ye oradan Akkuyu’ya ve Sinop’a uzanan geniş çaplı bir talan projeleri söz hali hazırda mevcut.
Ekonomik kriz içerisinde bulunduğumuzu kabul etmeyenlerin, arkalarında talan edilmiş doğayı saklamaktalar. Dağı, taşı, ormanları, denizleri, akarsuları betonla kaplayanlar, söyledikleri “yeşil yalanlara” herkesin inanması beklemekteler.
SU GÖTÜRMEYECEK BAZI GERÇEKLER
Nükleer enerji santrallerinin “nükleer güç imajı” olarak kullanıldığı ve ekonomik olduğunun koskoca bir yalandan ibaret olduğu bilinmektedir. Ülkemiz egemenleri bu imajdan o kadar çok zehirlenmiş olmalı ki Akkuyu’da zemini çatlayan nükleer santral inşaatına tam gaz devam etmekte. Nükleer santralin inşaatında çalışan mühendisler; “Sıradan bir apartmanın inşaatı daha ciddi ele alınarak yapılıyor” diyerek yaklaşan felaketin boyutunu şimdiden ortaya koydular. Çernobil Nükleer Santral kazasıyla dünyanın tanık olduğu felaketin etkisi ve yaydığı radyoaktivitenin bilançosu Avrupa ülkelerini nükleer santralleri kapatmaya yöneltirken ülkemiz egemenlerinin bu denli hevesli olmasının altında rant ve talan yatıyor.
Deprem kuşağında bulunan ülkemizde nükleer santrallerin yapılması diğer bir çok rant projesinde olduğu gibi enerji ihtiyacıyla gerekçelendirilmektedir. Türkiye’de 87 bin 137,7 megawat enerji üretim kapasitesi mevcuttur. Türkiye’de en yüksek enerji ihtiyacı ortaya çıktığı dönemlerde dahi 35 bin MW bir güce ihtiyaç duyulmasına rağmen 87 bin MW üretim yapılmasının birçok nedeni bulunuyor. En önemli nedeni sermayeye yeni rant kapıları aralamaktır. Enerji ihracatı ve nükleer zenginleştirme hedefleri için enerji üretim kapasitesi 120 bin megawatlara taşınmak isteniyor.
“Güçlü devlet imajına” hayat kazandıracak nükleer santrallerin enerji ihtiyacıyla sınırlı olmayan gerekçeleri bulunmaktadır. Yapım aşamasının 15-20 yıl sürdüğü, ekonomik ömürlerinin 35-40 yılla sınırlı olduğu bilinen nükleer santrallerin acil enerji ihtiyacına çözüm olması beklenemez.
Enerji ihtiyacı rant projelerinin yaşama geçirilmesinde neredeyse ileri sürülen tek argüman haline geldi. Aynı yalan sarmalının devamı olarak Jeotermal Enerji Santraller de özellikle Batı Anadolu’da mantar gibi çoğalıyor. Hâlihazırda üretilen elektriğin neredeyse üçte birinin dahi tüketilmediği ülkeyi yeni RES, JES ve HES gibi enerji yatırımlarıyla daha fazla sömürüye açan sisteme “çaresizliği” kaynaklık ediyor. Türkiye’de toplam elektrik üretiminde % 1.3 gibi düşük bir paya sahip olan jeotermal projelerin doğanın ve yaşam alanlarının talan edilmesindeki payı ise devasa boyutlara ulaşmış durumdadır.
MUNZUR DAĞLARI’NIN TAMAMI MADEN BÖLGESİ İLAN EDİLDİ!
Dersim’e ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya yöneltilen saldırı politikalarının yaygınlığı, çeşitliliği dönemin politikası ne olursa olsun sürdürülüyor. Bu coğrafyada bulunan ormanlar askeri operasyonlarda yakılarak canlıların yaşam alanları ve doğa, küle çevriliyor.
Dağların, tepelerin zirvelerine konuşlandırılan kalekollar insanı esir alırken HES, JES ve baraj projeleri de suyu esir ediyor. Temmuz ayının sonunda Munzur Dağları’nın tamamı maden sahası olarak ilan edildi. 60 kilometrelik Munzur Dağları için hazır bekletilen 145 adet maden projesi bulunuyor. Birçok ülkeden daha fazla bitki türüne ve canlı çeşitliliğine sahip olan Dersim coğrafyasında şuan aktif çalışan maden sahası bulunmuyor. Ancak hazır bekletilen projelerin yapımının başlatılması ve alanın yabancı sermayeye açılması için start verilmiş durumda. Bu ilanın hemen ardından Ovacık Kaymakamı, gözelerde dahil olmak üzere bir çok köy muhtarına “afet bölgesi” bahanesi ile köylerini acilen boşaltmaları yönünde yazı gönderdi. 1937-38’den bu güne katliamlarla yaşam alanlarından sürgün edemedikleri halkı bu gün “afet bölgesi” yalanı ile yerlerinden, yurtlarından koparmak istiyorlar.
En bilindik rant projelerinden bir tanesi de orman ve işçi katliamı üzerine kurulan 3. Havalimanı’dır! Seçimlerde öve öve bitiremedikleri havaalanı gelinen aşamada kuşların yoğun göç ettikleri bölgeye yapıldığı için çeşitli sorunlar oluşmakta. Sel basmaları, taksi yolunun çökmesi vb. sorunlar havalimanını işçilerin kanı üzerinden yükseltenler tarafından gizleniyor. Oysaki çevre örgütleri ve mühendisler işin buraya dayanacağı yönünde çokça uyarıda bulunmuş, projeden derhal vazgeçmelerini belirtmişlerdi. Şimdi ise Atatürk Havalimanı’nın tekrardan açılacağı söyleniyor.
HASANKEYF SULAR ALTINDA BIRAKILMAK İSTENİYOR
Ekonomik kriz, seçimler ve dış politikadaki çalkantıdan kaynaklı ötelenen ÇED raporları, durdurulan maden ocakları, nükleer santral, HES ve baraj inşaatları bugün tekrardan gündeme gelmiş durumda. 12 bin yıllık tarihe sahip olan Hasankeyf’in sular altında bırakacak proje son 20 yılda 5 kere ertelendi fakat bugün 100 yıl ömrü dahi olmayan Ilısu Barajı’nın altında bırakılmaya hazırlanıyor.
İşin özü; doğa ve çevrenin içinde bulunduğu tablo onun parçası olan bizlere önemli görev ve sorumluluklar yüklüyor. Bu görev ve sorumluluklar “çevreci duyarlılığı” aşmakta ve politize olmuş bir mücadeleye çağırmaktadır. Bugün dünden daha fazla kendimizi katacağımız, doğaya ve yaşam alanlarına yöneltilen saldırılara set olacağımız bir mücadele bizleri beklemektedir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi gazetesinin 8 Ağustos 2019 tarihli 41. sayısından alınmıştır.