Grev işçilere patronların gücünün ve işçilerin gücünün ne olduğunu gösterir. Onlara sadece patronlarını ve iş arkadaşlarını değil bütün patronları, bütün kapitalist sınıfı ve bütün işçi sınıfını düşünmeyi öğretir. … Üstelik grev, sadece kapitalistlerin değil aynı zamanda devlet ve kanunların niteliğine de işçilerin gözünü açar. … Grevler işçilere birleşmeyi öğretir. Ancak birleştikleri taktirde kapitalistlere karşı mücadele edebileceklerini onlara gösterir. Grevler işçilere bütün işçi sınıfının bütün fabrika sahipleri sınıfına ve keyfi polis yönetimine karşı mücadeleyi düşünmelerini öğretir. Sosyalistlerin grevlere “savaş okulu” adını vermelerinin sebebi budur. Grev işçilerin, bütün halkın, bütün çalışanların hükümet görevlilerinin ve sermayenin boyunduruğundan kurtuluşu için düşmanlarıyla savaşmayı öğrendikleri bir okuldur. (Lenin)
DİSK Genel İş üyesi işçilerin Kadıköy, Maltepe, Ataşehir, Kartal ve Beşiktaş belediyelerindeki toplu sözleşme ve grev süreci önemli dersleri ortaya çıkardı. Kısa süreli de olsa grevi hayata geçirebilen Kadıköy ve Maltepe’de önemli bir grev iradesi olduğu görüldü. Ancak sendika şubelerinin hazırlığı ve işçilerin iradesi grevin istenildiği gibi sonuçlanmasına yetmedi. Belli konularda önemli kazanımlar elde edilebilse de grev bütünde ciddi bir moral bozukluğu ve ‘başarısızlık’ ile sonuçlandı.
Bilindiği gibi altı ayı bulan bir sözleşme pazarlığının ardından başlayan Kadıköy grevi iki günün sonunda sendika bürokrasisinin müdahalesiyle sonuçlandırıldı. İşçilerin, temsilcilerin iradesi üzerine ipotek kondu ve bu ipotek konurken sendika şubesi de üzerine düşen göreve tam anlamıyla önderlik edemedi. İşçilerin kararlı duruşlarıyla ilk günden önemli bir etki yaratan bu grev daha fazla ilerlemeden baltalansa da ekonomik, idari ve sosyal haklar bakımından önemli bir seviye yakalayabildi. Bunu sağlayan kuşkusuz ki sendika genel merkez bürokratlarının masadaki pazarlığı değildi. Bu seviyeye ulaşılabilmesini sağlayan şey, aylardır birçok görüşmede toplu sözleşme sürecini ilmek ilmek ören işçi temsilcileri ve iki günlük grevin kendisiydi. Haklar bakımından her ne kadar kötü olmasa da hedef olarak ortaya konanla sendika bürokrasisinin imzaladığı arasındaki farklar yine de bir ‘başarısızlık’ görünümü oluşturdu. Kuşkusuz bir ‘başarısızlık’ vardı. Fakat bunu sözleşme maddelerinden ziyade grevin sonlandırılma biçimiyle bağlantılı olarak en başta örgütsel başarısızlık olarak tanımlamak daha yerinde olur.
Kadıköy greviyle birlikte CHP eliyle işçilere dönük başlatılan gerici anti-propaganda Maltepe grevinde üst boyuta çıktı. Belediye İş Sendikası’nın danışman olarak işe aldığı CHP’li eski Çalışma Bakanı Mustafa Kul açıkça DİSK ve Genel İş’i tehdit ederek “başka sendikalar da var, çaresiz değiliz” dedi. Kul, aynı zamanda “CHP’li belediyelerde kolaylıkla örgütlenmenize olanak sağlandı ama belediyelerimizi korumuyor ve kollamıyorsunuz.” diyerek DİSK ve Genel İş yönetimini teşhir etmekten geri durmadı. İşçi karşıtı propaganda belli oranda kafa bulandırsa da özellikle Maltepe grevi sürecinde ibre tersine dönmeye başladı. Ancak CHP’nin örgütlü baskısı ve sendika bürokrasisinin işbirlikçi tutumu nedeniyle Maltepe grevi işçilerin tüm kararlı duruşuna rağmen yine sendika bürokrasisi imzasıyla sonlandırıldı. CHP’li Canan Kaftancıoğlu, Veli Ağbaba ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Maltepe’de grev şantiyesine bire bir yapmak istedikleri müdahale, CHP’deki telaşın da göstergesi oldu. Nitekim CHP’li belediyelerin ve özel olarak İBB’nin grev kırıcılığına, işçilere karşı örgütlenen saldırılara ve polis baskısına rağmen ne sokaklardaki çöp yığınlarını engelleyebilmiş ne de işçiden yana gelişen toplumsal algıyı tersine çevirebilmişlerdi. Yine de görece elleri rahattı denebilir. Kadıköy grevine sendika bürokrasisi aracılığıyla yapılan müdahalenin bir benzerini Maltepe’de hayata geçirme tehdidi ve Genel İş’e bağlı şubelerin daha en baştan süreci örgütlemedeki zayıflıklarını ve tıkanıklıklarını biliyor olmaları ellerindeki temel kozlardı. Maltepe grevi, Kadıköy’e nazaran daha uzun (6 gün) sürmesine ve önemli bir irade açığa çıkarmasına rağmen sözleşme bakımından daha zayıf şartlarla ve daha büyük bir kırılma ile sonuçlandı. Sendika genel merkezinin sözleşmeye imza atacağının ortaya çıkmasının ardından işçilerin “tamam mı devam mı” oylamasında çok yüksek oranda “devam” sonucu çıkmasına rağmen sendika bürokrasisinin imza atması sonucu bu irade boşa düştü, imzaya rağmen fiili olarak greve devam etme yönelimine dönüşemedi. Bunun koşulları var mıydı ya da başarılı olabilir miydi ayrı bir tartışma fakat asıl sorun tam da bu sonuca getiren ele alışla ilgiliydi. Asıl değerlendirmeyi tek bir grev üzerinden yapmak kuşkusuz doğru olmayacaktır. Kadıköy grevine yapılan müdahale CHP’li belediyeler tarafından iyi planlanmış bir sürecin parçasıydı ve diğer grev süreçlerini de etkileyen özel bir müdahaleydi. Kadıköy grevinde sadece o grevin iradesi kırılmadı; devam eden grevler sürecinin de rotası kırılmış oldu. Bu müdahaleyle, sadece bugünkü grevler ve Genel İş üyesi işçiler değil tüm belediye işçilerinin ileriki mücadelelerine de set çekilmek istendi.
Bu kırılmanın en bariz göstergesi ise Ataşehir ve Kartal grev süreci oldu. Sendika genel merkezinin Kadıköy ve Maltepe’de, işçilerin iradesine rağmen 12 Eylül’le belirlenen faşist yasalara dayanarak sözleşmelere imza atması, Ataşehir özgülünde “genel merkez daha kötüsüne imza atmadan biz ulaşabildiğimiz seviyeye imza atalım” eğilimini hayata geçirdi. Bir kısım temsilcinin itirazlarına rağmen şube yönetimi tarafından sözleşmeye imza atıldı ve o gece başlaması öngörülen grev iptal oldu. Kartal grev süreci ise daha görüşmeler sürerken grevin başlamasına on dört saat kala, şube ve temsilcilerin bilgisi dahi olmaksızın genel merkezin sözleşme imzalaması ile sonuçlandı. Kartal’daki durum her açıdan en kötü tabloyu ortaya çıkardı. Belediye ve sendika genel merkezi eliyle işçilerin grev hakkı dahi ellerinde alındı ve sözleşme bakımından en geri maddelere imza atıldı. Yine Beşiktaş Belediyesi’nde grev başlamadan sözleşme imzalandı. Ataşehir sözleşmesi, toplam ücret bakımından Maltepe sözleşmesinin bir tık üstünde seyretti fakat temel mesele bu değildi. Kadıköy’den başlayarak Maltepe’de derinleşen, Ataşehir ve Kartal’da daha kötü bir tabloyu otaya çıkaran örgütsel başarısızlık ve işçilerde oluşan halet-i ruhiye, elde edilen veya edilemeyen haklardan bağımsız olarak TİS süreçlerini başarısızlıkla tanımladı.
Özetlemeye çalıştığımız bu genel çerçeve işçi sınıfı ve özelde Genel İş üyesi işçiler için kendi içinde önemli dersleri barındırıyor. Grevler, toplu sözleşme süreçleri, direnişler ve tabi “yenilgiler” işçi sınıfı ve sınıfın öncü güçleri için iyi birer okuldur. Doğru dersler çıkarılabildiğinde bugünkü “yenilgiler” gelecekteki zaferlerin de yapı taşlarıdır. Şunu da belirtelim ki özellikle Kadıköy ve Maltepe grevleri; şantiyelerde, sokaklarda yenilmemiş tam tersine işçilerin yüksek bir katılımı ve kararlı duruşlarıyla -kendi başına ele alındığında- başarılı bir irade açığa çıkarmıştır. Dahası söz konusu tüm belediyelerde altı ayı aşan toplu sözleşme pazarlıkları, bugünkü grevleri ayakta tutan temsilci ve işçiler tarafından başarılı bir biçimde yürütülmüş ve bugünlere kadar getirilmiştir. Ne var ki belediye yönetimlerinin özellikle kritik taleplerde süreci tıkayan, şube ve temsilcileri devre dışı bırakarak sendika genel merkez bürokrasisini muhatap kılmaya dönük bilinçli planı işletilmiş; DİSK ve Genel İş bürokrasisi de sessizliği ve fırsat kollayan tutumuyla bu planın hayat geçirilmesine önayak olmuşlardır.
Bu planın işaretleri 29 Ocak’ta ve 10 Şubat’ta CHP ile yapılan görüşmelerde ortaya çıkmaya başlamıştı. 29 Ocak’ta; CHP’li 14 belediye başkanı, iki milletvekili, il başkanı ve yönetim kurulu ile Genel İş merkezi yöneticileri ve şube başkanlarının CHP il binasında yaptığı toplantı, sendikayı ikna amaçlı gibi gözükse de esasta CHP’nin bir bütün örgütlü olarak greve karşı tutumunun göstergesiydi. Ardından 10 Şubat’ta CHP Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı ile Genel İş Genel Merkezi’nin yaptığı görüşmede aslında engellenemeyen grev sürecinin ana hatları da belirlenmiş oldu. Bu plan işçilere, temsilcilere ve şubelere karşı Genel İş bürokrasisi ile CHP arasında yapılmış oldu. Her iki tarafta da akıl hocaları yeni veya eski sendika bürokratlarıydı. Denebilir ki artık stratejiler çarpışıyordu ve burada işçi sınıfından devşirme burjuva ajanların yani eski ve yeni sendika bürokratlarının rolü belirleyiciydi. Öyleyse grevin ortaya çıkardığı derslerin en başına sendika bürokrasilerine karşı mücadele perspektifini koymak yerinde olacaktır.
Sendika Bürokrasileri Alt Edilmeden Patronlar Alt Edilemez
Öncelikle sendika bürokrasisini burjuvazinin, burjuva düşüncenin işçiler içerisindeki uzantıları olarak net bir şekilde tanımlamak gerekir. Bu durumda sınıf bilinçli işçilerin patronlara hizmet eden bu sınıf işbirlikçisi odaklara karşı mücadeleyi, burjuva sınıfa karşı mücadeleden ayrı düşünmemesi; onun zorunlu bir parçası olarak ele alması gerekir. Hatta patronlara karşı mücadelenin ana yol ve yöntemleri daha açık olduğu için TİS, grev, direniş ve örgütlenme gibi önemli süreçlerde, hareket planları yapılırken bu planların çoğu kez en önemli ayağını sendika bürokrasisine karşı mücadelenin oluşturacağı gözden kaçırılmamalıdır. Sendika bürokrasisine karşı mücadele, işçilerin taban iradesini hayata geçirmesini engelleyen her türlü işleyiş ve engele karşı gerektiğinde fiili yollarla hareket etmeyi içerir. Kuşkusuz bürokrasinin bir anda ve her düzeyde önüne geçilmesi mümkün değildir. Diğer her alanda olduğu gibi sendikalarda da bürokrasinin oluşması ve yaşamasına zemin sağlayan nesnel etmenler vardır. Bu etmenler, en genelde sınıflı toplum yapısı ve yöneten-yönetilen çelişkisiyle ilintilidir. Doğal olarak bürokrasiye karşı mücadele, onun sendikal alanda yeşerme koşullarının bilincinde olarak kesintisiz bir mücadelede tanımlanmak zorundadır. Sınıfın çıkarlarına, bağımsız sınıf çizgisine ve yine sınıfın kolektif yapısına uygun olarak geliştirilen her somut deneyim ve gelenek, bürokrasiye karşı oluşturulmuş temel dayanaklar olacaktır. Bir anda ve her düzeyde olmasa bile sendika bürokrasilerine set çekmenin, sınıfın bilinç ve öfkesini ona yönlendirerek bürokrasiyi alt etmenin yolları her koşulda aranmak zorundadır ve bulunabilir. Sendika bürokrasilerine karşı mücadele aynı zamanda sınıfın öncüsü işçileri sendika yönetimlerine taşımayı hedefleyen bir mücadele olmalıdır.
Son grev deneyimleri işçilere, sendika bürokrasisinin rolünü ve onun işbirlikçi tutumuna karşı hazırlıksızlık oldukları gerçeğini açık bir biçimde gösterdi. Diğer yandan şube yönetimleri ve birçok temsilci nezdinde Genel İş merkezi bürokrasisinin bu grevlerde nasıl bir tutum takınacağı bilinmez de değildi. Ancak görülüyor ki grev planında sendika bürokrasisine karşı nasıl bir hat izleneceği tanımlanabilmiş değildi. Kadıköy grevinde tam da belediye yönetimi ve sendika bürokrasisinin istediği gibi sendika genel merkezinin toplu sözleşme görüşmelerine dahil edilmesi bu hazırlıksızlığın açık göstergesi oldu. Şüphesiz buradaki temel kriter, genel merkeze toplu sözleşme sürecinde rol verilmesi değildir. Söz konusu rol hangi aşamada, hangi amaçla ve kime hizmet edeceği bilindiği ve iyi hesaplandığı durumda başvurulabilecek bir yöntem olabilir. Oysa bu grevde genel merkezin nerede durduğu ve nasıl bir işlev oynayacağı açık bir biçimde görülüyordu. Bu gerçeğin üstünden atlandığında “görüşme yapmalarını ama imza atmamalarını istedik” şeklinde beyanların da bir hükmü kalmamaktadır. Dahası gece üçte imza atılırken şube yönetiminin nerede olduğu ve bunu engellemek için ne yaptığı da tartışılmak zorundadır. Aynı şey Maltepe ve Kartal süreci için de geçerlidir. Sendika bürokrasisinin tutumu Kadıköy’de somut olarak tescillenmişken bu tehlikeye karşı ne tür tedbirler düşünüldüğü tartışılmak zorundadır. Kısacası, bu grevlerde planlama bakımından sendika bürokrasisi olgusunun üstünden atlanılmış oldu ve işçiler bunun sonuçlarıyla yüz yüze kaldı.
Sınıfın Stratejiye ve İyi Düşünülmüş Planlara İhtiyacı Var
İyi bir strateji ve plan, öncelikle koşulları analiz etmekle işe başlamalıdır. İçinden geçtiğimiz süreç işçi grevi veya öğrenci eylemi fark etmeksizin her direniş ve mücadelenin kendi sınırlarının ötesinde bir anlam ve etki kazandığı bir süreçtir. İster pandemiyle iç içe geçen ekonomik ve siyasi saldırılar bakımından isterse de iktidardaki ve muhalefetteki hâkim sınıf kliklerinin siyasi stratejileri bakımından bunu rahatlıkla görmek mümkündür. Bu anlamda koşullar avantaj ve dezavantajları aynı anda içinde barındırmaktadır.
Koşullar dezavantajlıdır çünkü en ufak bir eylemi, hak arama mücadelesini bastırmak isteyen bir devlet gerçekliği vardır ve ona karşı mücadele cephesi kendi içinde parçalı ve zayıf durumdadır. Devrimci-demokratik mücadelelerde ciddi bir yetersizlik mevcuttur. Bu durum en başta, “sol”da duranlar için bile hâkim siyasi çizgilere göre deforme edilmiş bir bilinç ve örgütlenmede kendini göstermektedir. Bu anlamda grevlere karşı, AKP karşıtlığı üzerinden örgütlenen anti-propagandanın ya da gösterilen ikircikli tutumun toplumsal bir karşılığı bulunmaktadır. Öncesinden başlayarak halka mücadelesini anlatmada, toplumsal algıya yön vermede yeterli bir çalışma olmadığı durumda söz konusu kutuplaştırılmış ve geri algının belli bir engel teşkil etmesi kaçınılmazdır. Aşılamaz değildir, nitekim aşılmaya da başlamıştır fakat bir gerçekliktir.
Diğer yandan süreç avantajlıdır çünkü her bir mücadele, ısrarlı ve kararlı bir duruş sergilediği oranda halkın geniş kesimlerinin özlemlerine yanıt olmakta, sempatisini ve desteğini kazanmaktadır. Bu durum büyük oranda salt AKP karşıtlığı ile iç içe geçmiş olsa da esasta sınıfsaldır ve demokratik taleplere denk düşen bir olgudur. İşçilerin kararlı mücadelesinin söz konusu sınıfsal ve demokratik olgular üzerindeki burjuva siyasetin yarattığı sisi dağıtması mümkündür. Birçok tarihsel deneyimden de bilmekteyiz ki işçi sınıfı mücadelesinin böyle bir doğası vardır ve sınıfın birleştirici özelliği tartışmasızdır.
Devleti yöneten güç, CHP’ye karşı politikaları bakımından bu grevler karşısında kontrollü bir tutum benimsemiş olsa da tüm işçiler bilmektedir ki grev yasaklama tehdidi Demokles’in kılıcı gibi işçilere karşı kullanılmıştır. Dahası polisin grev alanları üzerinde kurduğu baskı CHP’li belediyelerde de olsa devleti yöneten güçlerin işçi hareketinin gelişmesinden duyduğu korkunun ifadesidir. Açık ki grevlerin gelişme göstermesi ve başarıya ulaşması hâkim sınıfların tüm kesimlerinin istemediği bir şeydi. Çünkü sınıfın başarılı deneyimlerinin konfederasyon fark etmeksizin başta belediye işçileri olmak üzere işçi sınıfının bütününde bir hareketlenmeye yol açabileceğini bilmektedirler.
Grevi çevreleyen koşullar bakımından sendikaların durumu da gözetilmek zorundadır. Hâkim sınıf kliklerinin her birinin iktidar olma veya iktidarda kalma stratejilerinde işçi sınıfının mücadelesini engellemek, bunun için sendikaları kontrol altında tutmak temel bir yerde durur. Bu her zaman böyleydi fakat günümüzde bunun hem daha doğrudan müdahalelerle derinleştirildiğini hem de düzen partilerinin kendi klik çıkarlarına uygun olarak özel dizayn politikaları uyguladığını vurgulamalıyız. AKP’nin sendikal alana yaptığı müdahaleler ve sonuçları bilinmiyor değil. Ancak CHP de günümüzde sınıfsal hâkimiyetin bir aracı olarak büyük oranda AKP’den öğrendiği bu politikayı hayata geçirmektedir. Bu süreç özellikle son yerel seçimler sonrası hız kazanmış durumdadır. DİSK’in son genel kuruluna Millet İttifakı’nın, özelde CHP’nin yaptığı çıkarma üzerinden atlanılacak bir olay değildir. CHP’nin sendikal alana müdahalesinin temel bir adımıdır ve DİSK’i yeni döneme uygun olarak dizayn etmeyi amaçlamaktadır. DİSK bürokrasisinin tutumuna bakarak bu yönde ciddi bir mesafe katettiklerini de söyleyebiliriz. Ancak CHP sadece DİSK’le sendikal alanda etkin olamayacağını iyi bilmekte, TÜRK İŞ’e bağlı sendikalar içerisinde de bir süreç işletmektedir. Eğer DİSK, CHP’nin arka bahçesi niteliğinde bir konfederasyon olmaktan imtina eder; buna karşı durur ya da bağlı sendika ve şubelerini kontrol altında tutmazsa olabileceklerin ihtarı verilmektedir.
Konfederasyonlar özgülündeki bu tablo büyük oranda bağlı sendikaların da gerçeğidir. Belediye işçileri grevlerinde; kendi sendikaları ve konfederasyonları başta olmak üzere büyük oranda sendikal destek ve dayanışmadan da yoksun bir biçimde süreci yürütmüşlerdir. Bu yoksunluk genel devrimci-demokratik hareketler ve toplumsal muhalefet güçleri bakımından da kendini göstermiş; grevlerin kısa sürmesinin de etkisiyle bu alandaki destek ve dayanışma da sembolik kalmıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki belediye işçilerinin grevi, devrimci-demokratik hareketlerin de işçi sınıfından ve sınıfa dayalı mücadele stratejilerinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Sınıfın gerçek hareketinden kopuk mücadele pratikleriyle, faşizme karşı “birlik”lerle veya dar örgütsel mesailerle harcanan emek ve zamanın, kendine hangi adı yakıştırırsa yakıştırsın doğru zeminde ve doğru çizgide yol almadığı açıktır. Eğer hedef sınıf mücadelesinin geliştirilmesi ise devrimci bir bakış açısı en başta sınıfın ihtiyaçlarına yanıt olmak, onun mücadelesinde konumlanmak ve “birliği” tam da bu gibi gerçek hareketlerde kurmakla yükümlüdür.
İyi bir strateji ve plan, ortaya koymaya çalıştığımız tüm bu tablonun; ekonomik-siyasi ve toplumsal koşulların, işçi sınıfı ve sendikalara dönük hâkim sınıfların, devletin ve hâkim sınıf kliklerinin politikalarının, sendika bürokrasilerinin, şube, temsilci ve işçilerin ve aynı zamanda toplumsal dinamiklerin analizine ve oynayacakları rolün tespitine dayanmak zorundadır. Sınıf bilinçli işçiler, grev silahını bir mücadele stratejisine dayanarak, her bir aşamayı planlayarak ve o silahı en başta nereye doğrultacağını bilerek hareket etmek zorundadır. Veciz bir sözle ifade etmek gerekirse; silahlara kumanda etmesi gereken siyaset olmalıdır. Doğru siyaset yoksa silahlar da etkisizdir. Konumuz özgülünde bu, sınıf bilinçli siyasettir.
Belediye Patronları Örgütlü ve Donanımlı; İşçiler Daha Örgütlü ve Donanımlı Olmalı
Bilindiği gibi son yerel seçimlerin ardından CHP’li belediyeler SODEMSEN’i (Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası) kurdular. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in başkanlığını, Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı gibi belediye başkanlarının yönetim kurulu üyeliğini yaptığı sendikanın Genel Sekreter koltuğunda ise Belediye İş’in eski yöneticilerinden Cahit Korkmaz bulunuyor. Yine önceden işçi sendikalarında bulunmuş birçok isim CHP’li belediye patronlarının sendikasında çalışıyor. Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız gibi CHP’nin özellikle son yerel seçimlerden sonra başta belediyeler/kamu alanı olmak üzere sendikal alana dair geliştirdiği stratejinin üst aklı ve üst örgütü SODEMSEN’dir. İşçi sendikalarından gelme yönetici kadroların varlığı; sendikal alan, bu alandaki yapılar, gelenekler, işçilerin hareketinin gelişim yönleri ve TİS/grev gibi süreçlere dair, karşıt sınıfın hizmetinde bir birikim ve deneyim demektir. Küçümsenmemeli, daha donanımlı bir kararlılıkla karşısında durulmalıdır. Bunun için de sınıfın tarihsel birikimi ve kolektif gücü açığa çıkarılmalıdır.
SODEMSEN’in, İBB’nin ve CHP’li belediyelerin grev kırıcılığı; onlara bağlı çetevari oluşumların saldırıları; Kaftancıoğlu, Ağbaba, İmamoğlu gibi sendikal alanı dizayn politikalarında doğrudan rol üstlenen CHP kadrolarını; sosyal medya ve basında grev karşıtı oluşturulmak istenen havayı ve polis baskısını düşündüğümüzde karşımızda örgütlü ve birleşik bir sınıf gücü olduğunu daha iyi anlarız. Doğal olarak işçi sınıfının da birleşik gücünü açığa çıkarması ve daha örgütlü davranması gerekir. Genel İş’e bağlı şubeler, DİSK’e bağlı diğer sendika ve şubeler ve nihayetinde konfederasyon fark etmeksizin tüm sendikalardan işçi sınıfının ileri bölükleriyle kurulan ilişkilerin düzeyi, hazırlığı böyle bir grevde önemliydi. Aylardır bilinçli bir biçimde oyalanan grev sürecinin, sendikalara dönük işletilen süreçle birlikte düşündüğümüzde ciddi bir hazırlık gerektirdiği açıktır. Bu yönüyle grevlerin, karşısındaki gücü ve grevin yol açacağı etkileri yeterince hesaplayamadığı söylenebilir.
Dahası işçi sınıfının gücü sadece üretimden ve sendikalardan gelmez; daha doğrusu buralarla sınırlı kalmaz. Buralar işin merkezinde olmakla birlikte karşımızda daha saldırgan ve örgütlü bir güç varsa işçiler de sınıfın en geniş kesimleriyle, yoksul ve emekçilerle birleşen bir hat geliştirmek zorundadır. Bunu hayata geçirebilmenin yolu da sınıf dayanışmasıyla hareket eden sendikalarla, emekçi mahallelerle, derneklerle ve devrimci-demokratik kurumlarla ilişki kurulmasından; grev ekseninde bir mücadele ve dayanışma planı oluşturmaktan geçer. Grevin her açıdan desteklenmesi, geniş bir dayanışma ağının örülmesi, toplumsal desteğin örgütlenmesi ve grev kırıcılığı başta olmak üzere sınıfa yönelen saldırılara barikat olunmasında bu olanaklar değerlendirilmek zorundadır. İşçi sınıfı, halkı oluşturan diğer sınıf ve tabakalara önderlik etme kapasitesine sahiptir ve sınıfın eylem gücü bu özelliğinde de tanımlıdır.
Sınıfımızın Mücadele Hafızasından Öğrenmeliyiz
İşçi sınıfının direniş ve mücadelesinde sınıfın diğer bölüklerinin ve halkın desteğinin örgütlendiği yüzlerce deneyim vardır. Hatta bu grevden çok daha küçük ve çapı bakımından patronların, devletin, düzen partilerinin daha az kuşatma ve baskısına maruz kalmış direnişlerde bile çoğu kez yapılan ön çalışmalarla, kurulan platformlarla halk bilinçlendirilmiş, devrimci-demokratik güçlerin, halkın desteği açığa çıkarılmış ve işçiler eylemde oldukları bölge halkına yön verebilmiştir. Bugünkü grevlerde ise böylesi çalışmalar da çok sınırlı kalmış ya da hiç yapılmamıştır. Devrimci-demokratik mücadelelerle bilinen mahallelerin dahi aktif desteğini örgütlemede geri kalınmıştır.
Benzer bir hazırlıksızlığı grevlerin farklı tarihlerde ve parça parça işletilmesi bakımından da söyleyebiliriz. Yasal mevzuata göre grevlerin takvimsel işleyişi farklılık arz etse de grev süresi kullanılırken her bir ilçenin farklı günleri denkleştirilerek aynı anda greve çıkmanın koşulları zorlanabilirdi. Bu sayede grev çok daha etkili ve sonuç alıcı bir tablo ortaya çıkarabilirdi. Kuşkusuz bir o kadar da karşı saldırıya uğrayabilir, daha güçlü bir örgütlülük ve önderlik gerektirirdi. Her bir grev veya direnişin özgünlükleri vardır fakat karşı cephenin bu derece örgütlü ve etkili olduğu bu gibi bir grevde işçilerin sonuç alıcı eylem biçimlerine kafa yorması, buna dair bir strateji tartışması yapması da zorunludur.
Halkın yaşamını doğrudan etkileyen genel hizmetler/belediye gibi iş kollarındaki grevlerde halkın desteğinin alınması belirleyici bir yerde durur. Çünkü bu iş kollarında işçilerin hizmet üretiminin muhatabı sadece patronlar yani belediye yönetimi değil aynı zamanda halktır. Grev süresince görüldüğü gibi CHP’nin en önemli argümanlarını; “maaş beğenmiyorlar”ın yanı sıra 90’lı yıllardaki çöp yığınlarının belediyeleri kaybettirdiği yalanı ve halk sağlığı demagojisi oluşturdu. Halkın önemli bir bölümünün manipüle edildiği ve grev kırıcılığına bahane bulunmak istendiği bu tür demagojik saldırılara karşı işçi sınıfının da önemli tarihsel deneyimleri vardır. Örneğin 90’lı yılların “çöp” grevlerinde işçiler, yaz ayı olması nedeniyle de halk sağlığını ciddi oranda etkileyen kimi yerlerde kontrollü bir biçimde ve halkla temas halinde çöpleri sokaklardan toplamış ancak ilçeden dışarı çıkarmayarak şantiye alanlarında ya da belli açık alanlarda büyük yığınlar oluşturmuşlardır. Bazı yerlerde ise işçiler çöpleri ilaçlamışlardır. İşçiler bu süreçte “Halk sağlığı için çöpleri topluyor ve ilaçlıyoruz. Hakkımızı almak ve birlikte sağlıklı yaşamak için halkımızın desteğini istiyoruz.” gibi şiarlarla propaganda çalışmalarını yoğunlaştırmış, belediye yönetimlerini halkın hedefi haline getirmişlerdir. Bu sayede inisiyatifi kendi ellerine almış, halka dönük A/P çalışmalarıyla haklılıklarını anlatmış, karşı demagojik saldırıları boşa düşürmüş ve halkla karşı karşıya gelmenin de önüne geçmişlerdir.
Bu iş kolundaki grevlerin hizmet üretiminden gelen gücü esasta temizlik gibi işlerden gelmektedir. Diğer yandan bu gibi işlerde hizmet üretiminin durdurulması halkla karşı karşıya gelmeye zemin sunduğu gibi sendikalar da her dönem bu hizmeti durdurmanın olanaklarına sahip olmayabilirler. Yine belediye işçilerinin mücadele tarihi bize öğretmektedir ki temizlik işlerinin taşeron firmalar aracılığıyla yapıldığı ve bu alandaki işçilerin sendikalı olmadığı koşullarda dahi başarılı grevler örgütlenebilmiştir. Halka ve özelde taşeron firmada çalıştırılan işçilere anlatılarak bu işlerin bloke edilmesi; araçların engellenmesi, yolların kapatılması ve belli merkezlerin işgal edilmesi gibi pratikler işçi grevlerinde önemli bir yerde durmuştur. Tüm bunlar göstermektedir ki işçiler, toplu sözleşme ve grev gibi önemli süreçlerde mücadelelerini tek bir biçimle sınırlamamalı, grevin başarılı olabilmesi için birçok yöntemi hayata geçirmelidir. Ve en önemlisi halkı bilinçlendirmeli ve grevi halka taşımalıdırlar.
Kuşkusuz bugünkü koşullar kendi özgünlüğünü içinde barındırıyor ve aynı zamanda grevler daha kısa sürede sonuçlandırıldı. Ancak grevlere halkı da kapsayan iyi bir strateji ve hazırlıkla başlanması ve yine eylem anında sürece yaratıcı bir biçimde önderlik edilebilmesi bakımından bu tür deneyimler önemlidir. Ne yazık ki bugünkü grev sürecinde böyle bir strateji ve hazırlığın da zayıf olduğu görüldü. Süreç böyle başlayınca ve en başta Kadıköy greviyle rota kırılınca sonradan üretilecek çözümlerin etkisiz kalması da kaçınılmaz hale geldi. Bu durumda “genel merkezin imza yetkisi” karşısında “çözümsüzlük” ortaya çıktı ve “çözüm” “imzayı biz atalım”a doğru evrildi. Fakat belediye yönetimlerinin daha arsızca dayatmalara başlamasıyla birlikte hiçbirinin süreci kotarmaya yetmediği de acı bir biçimde deneyimlendi.
Grevin Dinamosu İşçilere Göre Politika Belirlenmeli
Söz konusu belediyelerdeki grev sürecinin ve şubelerin ana dinamosunu, KHK ile taşeron şirketlerden belediyeye bağlı şirketlere (belediye taşeronlarına) geçirilen işçiler oluşturuyor. Bu işçiler CHP’li belediyelerin de katkısıyla Genel İş Sendikası’nda örgütlendiler. Asgari ücret seviyesinde düşük ücretler, idari ve sosyal haklarda yetersizlik, güvencesizlik, kendi iç dinamikleriyle gelişmeyen bir sendikalaşma süreci ve sendikal/örgütsel mücadeledeki yenilik bu işçileri tanımlayan temel özelliklerdir. Ücretlerinin ve haklarının yükseltilmesine dönük talepleri yakıcı, sendikal mücadeledeki istekleri heyecan vericidir. Fakat aynı zamanda doğru politikalar izlenmezse kendi içinde de kırılgandır.
Belediye işçileri içerisindeki statü, maaş ve hak farklılıkları belediye yönetimleri tarafından sürekli olarak işçi sınıfın bölmeye ve sendikaları etkisizleştirmeye karşı kullanılan bir koz durumundadır. Sınıf bilinçli bir politikanın en başta bu eşitsizlikleri ve onun yol açtığı bölünmeleri en aza çekecek bir perspektifle hareket etmesi gerekir. Toplu sözleşme süreçleri bu bakımdan daha da önemlidir. Sadece ücretlerdeki artışa dayalı bir mücadele ve işçilerin bu temelde harekete geçirilmesi, bu başarılamadığında sendikaya, greve ve mücadeleye dönük karamsarlığı ve kırılmaları da besler. Nitekim bugünkü grevlerde olduğu gibi ücretlerde ortaya konan taleplere ulaşılamaması, işçilerde bir yenilgi havası oluşturmuş, sendika ve grev bilinçlerini sekteye uğratmıştır. Bu durumda sendika genel merkezine olan tepki, şubelere de yönelmiş ve şubeler aldıkları kararların arkasında dur(a)mayan yöneticiler olarak hedef haline gelmiştir. Oysa işçiler arasındaki eşitsizliklerin giderilmesinde ve bu yönde kazanımlar elde edilmesinde sosyal haklara denk düşen talepler daha öne çıkarılabilir; haklara dönük başarı burası üzerinden örülebilirdi. Kuşkusuz bunlar her durumda değerlendirilebilecek taktik önermelerdir. Burada asıl önemli olan her zaman sendikalı bu yeni işçi kitlesinin, grevin dinamosu ana gücün sendikal mücadelede siyasi ve örgütsel olarak eğitilmesi, örgütlü yapının güçlendirilmesidir. Meseleyi böyle koyunca, gündeme gelen toplu sözleşme sürecinin, bu asıl hedefi gerçekleştirmenin evre ve araçlarından biri olduğu kendiliğinden anlaşılır. Çünkü işçi sınıfı örgütlülüğünü koruduğu ve geliştirdiği oranda hak elde edebilir ve hatta ilerleyen süreçte bugün elde edemediklerini, kayıplarını telafi edebilir. Grevlerde bu bilinç de eksik kalmış süreç esasta ücretlere kilitlenerek işçilerin mücadele içerisindeki eğitimi ve örgütlülüğün nitelik olarak güçlendirilmesi hedefi tali planda kalmıştır.
Sınıf Sendikacılığını Geliştirerek Yeni Süreç Örgütlenmelidir
Sendika bürokrasisi, sınıf sendikacılığının önündeki temel engel olarak aynı zamanda sınıfın bağımsız eyleminin; bağımsız sendikacılığın da önündeki temel engeldir. Burada bağımsızlık en başta ve esas olarak burjuva sınıftan, patronlardan bağımsızlık anlamındadır. Oysa ülkemizde sendikal alana yerleşik algılar bakımından bağımsızlık ilişkisi, siyasi partilerden, özel olarak da sınıftan yana siyasi hareketlerden bağımsızlık olarak tersinden kurulmuştur. Bu hâkim sınıfların oluşturduğu bir sendikal iklim olmakla birlikte ülkemizde sendikal alan hiçbir dönem siyasi partilerden, daha doğru ifade etmek gerekirse düzen partilerinden bağımsız olmamıştır. Düzen partileri hâkim sınıfların temsilcileri olarak sınıf işbirlikçiliğinin, sendika bürokrasisinin yaşam bulduğu her yerde sendikalara müdahale etmiş ve kendi çıkarlarına uygun olarak etkide bulunmuştur. Dün belki daha dolaylı ve üstü kapalı yol yöntemlerle yapılan bu müdahaleler bugün açıktan yapılmakta hatta Mustafa Kul’un çıkışında olduğu gibi gizleme gereği dahi duyulmamaktadır. CHP’nin gerçekliği, AKP’nin sendikal alandaki pratiklerini taklit eden bir yerde dursa da AKP-CHP fark etmeksizin bunun sermayenin ihtiyaçlarıyla doğrudan ilintili bir müdahale olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle kamu sektöründe ve belli başlı stratejik işkollarında sendikal alana yapılan müdahaleler, sermayeyi/hâkim sınıfları güvende tutmanın ve işçi sınıfını kontrol etmenin vazgeçilmez bir unsurudur. Bu bir hâkim sınıf politikası ve aynı zamanda devlet politikasıdır. Bu politikanın belediyeler ayağı farklı düzen partilerine göre çeşitli özgünlükler barındırmakla birlikte amaç aynıdır. Doğal olarak belediye işçilerinin grevlerinde ve sendikal alanın bugünkü gerçekliğinde üzerinde durulması gereken en temel başlıklardan biri de bağımsız sendikacılık çizgisidir. Bu yoksa işçi sınıfının sendikal örgütleri sistemin kontrol mekanizmaları olarak işçi sınıfına sürekli olarak hayal kırıklıkları, geri düşüşler ve örgütsüzlük yaşatmaya devam edecektir.
Bağımsız sendikacılık, sınıf sendikacılığının temel öğelerinden biridir. Sınıf sendikacılığı aynı zamanda sınıfın siyasi özgürlüğünü yani devrimi ve proletarya iktidarını da ufkunda taşıyan bir sınıf çizgisidir. Bu sınıfsal çizgi, düşmanı olduğu sistem ve hâkim sınıfların denetim ve baskı politikalarına karşı, meşruiyetini kendi haklılığından alan bir sınıfsal duruşu ve mücadele yöntemlerini gerektirir. Sınıf mücadelesi, özelde sendikal mücadele bizimki gibi faşizmle yönetilen ülkelerde sadece yasalarla sınırlanan bir mücadele demek değildir. Yasa koyucunun hâkim sınıflar ve devlette cisimleşen zor gücünü yönetenin de yine aynı sınıflar olduğu gerçeği, işçi sınıfı mücadelesinde fiili-meşru her türlü yol ve yöntemin kullanması, buna uygun örgütsel formlar ortaya çıkarılması ihtiyacını ortaya çıkarır. Legal sendikalar bu mücadelenin yaygın biçimi olmakla birlikte yarı-legal ve hatta illegal sendikal ve siyasi örgütlenmeler, işçi sınıfı mücadelesinin tarihi bir gerçeği ve ihtiyacıdır. Kuşkusuz şu an tartıştığımız ana konu bu değildir. Fakat mücadele ve örgüt biçimleri sorununu hayata geçen grevler özgülünde bir yere oturtacaksak öncelikle “yasal grev” konusuna değinmek yararlı olacaktır. Bilindiği gibi Kadıköy ve Maltepe grevinde, sendika bürokrasisinin şube ve temsilcilerin iradesini çiğneyerek sözleşmeye imza atması üzerine grevin yasal olarak sonlandığı; bundan sonra grevin “yasa dışı” olacağı ya da “fiili direniş”e dönüşeceği yönlü tartışmalar yaşandı. Hatta Maltepe grevinin son anında işçiler kurdukları sandıktan çok büyük oranda “devam” kararını çıkarmış olmalarına rağmen tam da o anda genel merkezin imza attığının öğrenilmesi, grev iradesini bir anda boşa düşürdü. Şüphesiz sadece “yasal veya yasadışı grev” meselesi üzerinden grevler son bulmadı. Fakat işçilerin önemli bir bölümünde imzalar atıldıktan sonra “grevin yasallığı” üzerinden ciddi bilinç bulanıkları vardı. Fiili-meşru mücadeleye dayalı deneyim ve bilinç yeterince öne çıkmıyordu. Bunun nedenleri yukarıda ortaya koyduğumuz konularda içerilidir. Fakat şu unutulmamalıdır ki belediyeler, polis, çeteler ve grev kırıcılığı pratiklerinin yarattığı baskı daha ileri boyutlarıyla sınıfın karşısına gelebilir. Grev kırıcılığı ya da başka her konuda hâkim sınıfların, devletin veya belediyelerin kendi yasalarına dahi riayet etmedikleri durumda işçi sınıfının kendi mücadelesini “yasallığa” hapsetmesi büyük bir handikaptır. Bu yüzden her zaman gücünü haklılığından ve meşruiyetinden alan fiili mücadele biçimleri sınıfın temel mücadele biçimleri olarak ele alınmak zorundadır.
Sonuç olarak önemli bir grev süreci ortaya çıkardığı ders ve görevlerle birlikte sonlandı. İşçi sınıfının ve özelde belediye işçilerinin mücadelesi devam edecektir. Bu mücadelenin sadece Genel İş’te değil aynı iş kolundaki Belediye İş ve Hizmet İş gibi sendikalarda da çeşitli hareketlilikleri ortaya çıkarması muhtemeldir. Grev bu bakımdan da öğreticidir ve en başta sınıfa neyle karşı karşıya olduğunu göstermiştir. Her türlü zafer veya ‘yenilgi’ doğru dersler çıkarılabildiğinde iyi birer öğretmendir; gelecekteki kazanım ve başarıların da anahtarıdır.
Grev ve toplu sözleşme süreçleri işçilerin kendi sınıfsal çıkarlarına daha duyarlı olduğu ve sınıf bilincinin gelişimine hizmet eden önemli süreçlerdir. Grev özellikle Kadıköy ve Maltepe’de önemli bir grev iradesini açığa çıkarmış, sınıf için somut bir birikim yaratmıştır. Diğer belediyelerde grevlerin hayata geçirilmemesi bu birikimi azaltsa da aylardır devam eden toplu sözleşme süreci birçok denklemin kavranmasında özel bir işlev görmüştür. Bugün grev sürecinin ardından bir hayal kırıklığı ve yorgunluk vardır. Ancak buna yenik düşülmemelidir. Bu duruma yol açan nedenler bilince çıkarılarak daha doğru ve planlı bir sürecin adımları atılmak zorundadır. Her durumda sendikal örgütlülük korunmalı, moral bozuklukları ve dağınıklıkların önüne geçilmeli ve grevi ayakta tutan, ona öncülük eden işçi ve temsilcilerle sınıf sendikacılığı ekseninde yeni bir sendikal sürecin adımları atılmalıdır.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız konu ve başlıkları özetlemeye çalışırsak belediye işçilerinin grevinden bizce şu dersler çıkarılmalıdır:
1- Sendika ve belediye yönetimleri arasında cereyan eden TİS ve grev süreci her yönüyle bir sınıf mücadelesidir. Bu nitelik, özellikle belediye patronlarının örgütlü sınıfsal konumlanışıyla kendini net bir şekilde göstermiştir. Gelecekteki grev ve direnişler bugünkünden daha az zor olmayacaktır. Devrimci bir stratejiden yoksun sendikal mücadelelerin sistem sınırlarına hapsolması, geri düşüşler yaşaması ve hâkim sınıfların kontrolü altına alınması kaçınılmazdır.
2- İşçilerin her mücadelesi sınıf mücadelesinin bir parçası olmakla birlikte bu nitelik, bugünkü koşullarda daha belirgin ve keskindir. Dolayısıyla sınıfın sendikal ve politik örgütlülüğünün bu bilinçle hareket etmesi; çok yönlü bir süreç analizine, bilimsel öngörüye, doğru stratejiye, iyi düşünülmüş planlara ve örgütsel bir önderliğe dayanması gerekir.
3- İşçilerin, sınıf düşmanlarına karşı mücadelesi sendika bürokrasilerine karşı mücadeleden bağımsız değildir. Bugün öncelikli görev sendika bürokrasisine set çekilmesi ve beraberinde onun alaşağı edilmesidir. Bunun yolu en başta taban iradesi ve sınıf kininin buraya yöneltilmesi, gerektiğinde fiili yollarla sendika bürokrasilerinin bloke edilmesidir.
4- İşçilerin mücadelesi sınıf sendikacılığı çizgisine dayanmak zorundadır. Sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesini siyasi iktidar mücadelesine bağlayan devrimci bir çizgidir. Sınıf sendikacılığı, gücünü yasallıktan değil haklılığından ve meşruluğundan alır. Bu amaçla fiili-meşru her türlü eylem biçimini mücadelenin hizmetine sokar.
5- İşçi sınıfı, halkı oluşturan diğer sınıf ve katmanları mücadelede birleştirme ve onlara önderlik etme misyonunu kazanmak zorundadır. Her türlü “birlik” sınıfa dayanmalı, onun gerçek hareketinde konumlanmalı ve halkın desteğini açığa çıkarmalıdır.
6- İşçilerin sınıf bilincinin yükseltilmesine önem verilmeli, örgütlülüğün korunması ve geliştirilmesi esas alınmalıdır. Grev ve direnişler işçi sınıfının asıl mücadele okullarıdır. Ancak sürekli bir eğitim politikasına sahip olunmalı, eğitim toplantılarının sınıf sendikacılığının en temel öğelerinden biri olduğu unutulmamalıdır.
7- Hâkim sınıf kliklerinin toplumda şekillendirdiği siyasi kültür ve karşıtlıklara karşı sınıf bilinci ve sınıf kültürü geliştirilmeli; her türlü karşıtlık sınıfsal zemine oturtulmalıdır. Özellikle seçim, parlamento ve kendi iktidar stratejileri bağlamında düzen partilerinin toplumda oluşturduğu yanlış bilinçlere karşı aktif bir mücadele verilmelidir.
8- Bağımsız sendikacılık esas alınmalı, hâkim sınıfların ve düzen partilerinin her türlü etki ve kontrolüne karşı aktif mücadele yürütülmelidir. Sınıfın ve sendikaların bağımsızlığı; hâkim sınıflardan, onların uzantısı yapı ve ideolojilerinden bağımsızlıktır. İşçi sınıfının sendikal mücadelesine önderlik etmesi gereken onun politik örgütlülüğünde cisimleşen komünist çizgidir.