İnsan doğası gereği duyarlı bir varlıktır. Burada duyarlılıktan kastımız, insanın dışındaki hareketliliğe karşı algısal tepkisi ve ilgisidir. İnsan etkilenen bir varlıktır. Çevresel faktörler insan dinamiğini etkiler. Bu durum da ister istemez insanın çevresel faktörleri incelemesini beraberinde getirir. Bu inceleme ve yargılama sürecinde insan kişilik ve karakter kazanır. Bu yapı ile dünyayı, yaşamı, yasaları, ilişkileri sorgulamaya başlar. Dönüşür-dönüştürür veya kabullenir! İnsan doğası gereği duyarlı bir varlıktır, doğasına uygun olarak da sorumluluk sahibi olmalıdır. Sorumluluk bilinci bireyin kendisinde saklıdır. Kendi kurtuluşunun ancak tüm ezilen sınıfların ve sonuçta tüm insanlığın kurtuluşuyla mümkün olabileceğini görmek, devrimin tarihsel ve bilimsel bir zorunluluk olduğunu kavramak, var olan gerçekliğin ussal bilince sıçramasıdır. Bu evrede ise kabullenme/uzlaşma mümkün olmaktan çıkar, çelişkiler derinleşir ve devrimsel bir süreci mayalar. Bu süreç devrimci bir süreçtir ve pusulası örgütlenmedir. Bireyin topluma karşı sorumluluk misyonunu kavraması buradan geçer.
MİSYONUMUZ DEVRİMCİLİKTİR
Devrimcilik başta yaşama karşı sorumluluktur. Devrimciler yaşama en tutkun insanlardır. Yaşamın her anına müdahale eder, onu kendi ilke ve anlayışlarına göre biçimlendirirler. Yaşamın her alanı, her anı bizi ilgilendirir, bizimdir. Yaşama karşı sorumluluğumuz devrimci yaşam tarzıyla somutlanır. Kendini halka, partiye ve devrime karşı sorumlu hisseden bir devrimci yaşamın her alanına duyarlıdır, görev ve sorumluluklarına bu bilinçle yaklaşır. Sorumluluk ancak onun gerekliliğine inandığımız an, günlük ve tüm yaşantımızda bir anlam taşır. Devrime karşı sorumluluk; ona inanmak ve ona katılmakla yerine getirilir. Bireylerin kendilerini devrimin öznesi olarak hissetmelerini sağlayacak, var olanla yetinmelerini engelleyecek kilit nokta ise örgütlenmedir. Ülkemiz topraklarında bu görevi üstlenen öncü müfrezenin ise bu misyonu layıkıyla yerine getirebilmesi için ideolojik, politik ve örgütsel üretimini sürekli kılması gerekmektedir.
Bugün içerisinden geçtiğimiz süreçte tasfiyecilik ve kaçkınlık rüzgarları esmektedir. Baskı, zulüm ağının genişleme ve derinleşmesi sonucu sınıfsal netlik de berrak bir hal alır. Deyim yerindeyse böylesi süreçler ak ve karanın ortaya çıktığı zamanlardır. Renkli zamanlarda ‘devrimcilik’ yapmak kolaydır ama gri (kaos) ortamlarında gerçek her zaman kendini belli eder. Toz-duman su yüzüne çıkar ve en ufak bir esintiyle savrulup gider. Bunun devrimcilikle yakından uzaktan alakası yoktur. Basit ve kolay olan her olgu anın ihtiyaçlarına uygun gelişir ve sürekli değişimi beraberinde getirir. Kalıcı ve köklü olan ise ayrıca çaba ve enerjiyi gerektirir. Emekle yoğrulan her süreç tarihsel bir birikimi beraberinde getirir. Böylece fırtınalı süreçlerde dahi köklerine sıkı sıkıya sarılır ve fırtınayı tersine çevirecek yeteneği doğrudan elde eder. Bu güç devrim mücadelesinde istikrarlı ve iddialı olmayı sağlar. Devrim iddiası ise zordur ve sadece zor ile anlamlıdır.
ZOR VARSA DEVRİM VARDIR, DEVRİM VARSA ZOR KAÇINILMAZDIR
Sınıf mücadelesi her daim zorlu yollardan geçer. Zor olgusunun olmadığı bir devrim veya devrimci süreç mümkün değildir. Çünkü devrim bir alt etme savaşıdır. Bu alt-üst oluş kendiliğinden gerçekleşmez. Bunun için zor aygıtına ve bu sürece uygun cürete sahip öznelere ihtiyaç vardır. Bizler bu gerici iktidarı yıkıp yerine kendi devrimci proleter iktidarımızı kurma iddiasında olan insanlarız. İddiamız büyüktür, büyük sorumlulukları ve büyük bedelleri vardır. Bu iddiaya sahip olan kişinin başta halka, partiye ve devrime karşı kaygısız bir duruşa sahip olması gerekir. Zorun gereği ve anlamını kavramak için bilinç açıklığına ve bunu yüklenecek cesarete sahip olması gerekir. Zorunluluğun bilincine varmak, iradenin ve bilimin bilincine varmak demektir. Zor olandan kastımız sadece fiziki uğraşlar, engellemeler veya ödenen bedeller değildir. Sınıf mücadelesinde asıl keskin viraj, en zor savaş; insanın kendisiyle olan savaşıdır. Toplumdaki insanların ezici çoğunluğu burjuva-feodal bir çevrede gözlerini dünyaya açıyorlar. Böyle bir ortamın varlığı kişiliğimizin sağlıklı gelişimi önünde engel teşkil etmekte, yaşam pratiğimizde zikzaklar çizmemize neden olmaktadır. Marks’ın söylemiyle; “yaşamı belirleyen bilincimiz değil, bilincimizi belirleyen sosyal yaşamımızdır.” Toplumdaki her birey var olan bu zıtlıklardan etkilenmekte, kişiliği ona göre şekillenmektedir. Olumlu değer yargıları konusunda çaba sarf eden ve yaşamına hakim kılmak için iradesini kullanan insanlar sağlam bir kişiliğe kavuşurken, bu konuda çaba sarf etmeyenler zayıf kişilikleriyle rüzgara göre yön değiştirirler. Bu nedenle sağlam bir kişiliği sürekli kılmak istiyorsak, olumsuzluklara karşı açtığımız savaşım da sürekli olmalıdır. Yeni insan ancak bu zorlu ve sürekli mücadele sonucu ortaya çıkar. Kazanılacak dünya ise bu zorlu savaşı her daim, her koşulda veren insanlar ile olacaktır.
Bugün süreç bize bütün kalbimizle halka ve devrime hizmet etmeyi dayatıyor. Elbette ki her dönem herkesten aynı fedakarlık beklenemez. Böylesi bir beklenti somut durumla da uyumlu değildir. Bütün kalbiyle halka hizmet edenler, tabii ki en üst düzeyde fedakarlıkta bulunacak, proletaryanın zaferi için kavgaya ‘ama’sız ve ‘aman’sız katılarak destek verecektir. Yeter ki kendimize ve kitlelerin gücüne güven duyalım. Sınıf savaşımının kaçınılmazlığına ve proletaryanın zaferine inanalım. Bu inanç her türlü korkuyu korku olmaktan çıkarır, güvensizliği güvene dönüştürür. İşte devrimci heyecan, devrimci coşku tam da burada yeniden ivme kazanmaya başlar. Başarı; çelişkilerin en yoğun olduğu anda, bunalımlı ve sancılı süreçlerin sonunda kazanılır. Bu anlamıyla umutsuzluğa düşecek hiçbir neden olmadığı gibi, aksine görevlerimize daha sıkı sarılmayı gerektiren objektif sebeplerimiz vardır. Zaman bizlere mücadele etmeyi dayatırken, yaşam bizlerden devrim beklemektedir. Bu bilinçle “sarıl güne, sarıl saate” diyerek mücadeleyi büyütelim, kavgayı doruklara taşıyalım.