Yönetememe Krizi, Yargı İçi Kaos ve “Yeni Anayasa” Girdabı!

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin, hapishanede tutuklu bulunan TİP milletvekili Can Atalay’ın yaptığı başvuruyu değerlendirerek hak ihlali vermesi ve sonrasında yaşananlar, bir kez daha yönete(meye)nlerin yaşadığı krizleri açığa çıkardı. Yaşanan süreç ardı ardına yapılan açıklamalarla belli bir taraflaşmayı gösterse de sürece resmi makamların da açık şekilde dahil olması yaşanan çatışmanın boyutunu göstermektedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş, yetkilerin bir noktada toplanmasıyla adımlarını atan hükümet bu adımları henüz tamamlayamadı. Tamamlayamadığı noktalardan biri de yasama-yürütme-yargı üçgeninde yaşanan tıkanıklık oldu. Tıkanıklığın başında da mevcut Anayasa ve bu Anayasa ile “yeni” bir rejimin uygulanmaya çalışılıyor olması gelmektedir. Bugün yaşanan kriz ve çatışma da mevcut Anayasa’nın varlığına karşı hükümetin gerektiğinde onu hiçe sayacak bir yaklaşımda olmasını beraberinde getirmektedir. Var olan şekilde devletin yönetilemeyeceğini düşünen Anayasa Mahkemesi’nin bu tıkanıklıktan aldığı güçle attığı adıma Yargıtay’ın müdahil olması, karar alması ve açıklama yapma gereği duyması yönetme biçimi sorununun aldığı boyutu açığa çıkarmaktadır. Baştan söylemek gerekir ki sorun sadece Can Atalay meselesi üzerinden “kim haklı, kim haksız” olarak okunması gereken bir mesele değildir.

Bu çatışma, çatışmanın aktörlerinin de dile getirdiği gibi AYM’ye bireysel başvuruların kabul edilmesiyle boyutlanan bir soruna dairdir. “İnsanlar neden AİHM’e gitsin? Hak ihlali kararları Avrupa tarafından verilse daha mı iyi?” söylemleriyle kabul edilen bireysel başvuru hakkının ardından AYM’nin aldığı kararlar Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un ifadesiyle “Batıcı ve liberallerin ‘milli’ yargıya bir saldırısı olmaya başlamıştır.”

Bir yanda hükümet kanadından “görüş ayrılığı”, “taraf değil, hakemiz” açıklamalarıyla sorunu basit bir anlaşmazlık, yetki alanı sorunu olarak görenlerin, öte yandan, AKP’den de olmak üzere ama özellikle muhalefet cephesinden “yargı değil, devlet krizi” deyip sorunu bir tür “beka sorunu” haline getirenlerin bu yönetme kargaşasında taraf olduklarını görüyoruz. Açıktır ki yönetmede biçim sorunu önemlidir. Yeni sistemle yetkilerin bir elde toplanmasına verilen tepkilerin esaslı problemlere dönüşmemesi, arzulanan “yetki birliği”ne engel teşkil edecek, bunun meşruluğunu tartıştıracak “fire”lere meydan verilmemesi yönetenlerin temel çabası olmaktadır. Bu çatışma ve tasfiye sürecinde Yargıtay’ın takındığı radikal tutum da ilgi çekti. Can Atalay’a ilişkin AYM’nin aldığı kararı bozarak AYM üyeleri için suç duyurusunda bulunan Yargıtay’ın, yaptığı açıklamada “anayasanın değiştirilmesi”ne vurgu yapması art niyeti ortaya çıkarmaktadır. Özellikle bireysel başvuru hakkının kullanılmasından ileri gelen AYM kararlarının mevcut yönetme biçimiyle, kimi genel politikalarla uyuşmamasının yarattığı tahribat resmi makamlar içinde bir tür iktidar mücadelesine neden olmuştur. Öyle ki yine Mehmet Uçum “Türkiye, milli yargısını Batıcı ve neoliberal yargı anlayışlarına karşı sonuna kadar savunacaktır, kimsenin bundan şüphesi olmasın” diyerek tabiri caizse savaş baltasını çıkarmıştır.

Tekrar etmek gerekirse AYM’nin, devletin bu şekilde yönetilemeyeceğine dair bir tavrının olduğu açıktır. Yönetim biçimlerine engel olunmamasını isteyen Erdoğan ve şürekâsının bu sorunu nasıl çözeceği şu halde belirsizdir. Bunun biraz da uluslararası sermayenin alacağı tavra bağlı olduğu açıktır. Yönetme biçimi sorunu, sadece faşist diktatörlük altında ezilen geniş halk yığınlarına yönelik baskı ve sömürünün sürdürülmesi için ortaya çıkmıyor. Sorun, aynı zamanda yönetenler arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların yoğunlaşmasından kaynaklanmaktadır. Bu çelişki ve çatışmalar elbette önceden de vardı. Yeni olan bunların yeni bir aşamaya evrilmesidir. Bu aşamada yaşanan irili ufaklı krizler, faşist diktatörlüğü kendi bekası için yeni kanallar oluşturmaya mecbur kılmaktadır.

Kamuoyuna dönük açıklama ve tartışmalara Erdoğan henüz “ciddi” anlamda müdahil olmamış, görece “olgun” cümlelerle, ama gene zikzaklı (hakem ama taraflı) bir yorumla anayasa değişikliği dahil gerekli adımların atılacağını söylemiştir. AKP’li bakan ve danışmanların daha katı tutumuna karşı özelde CHP tarafından karşılık gelmiştir: Mecliste “adalet nöbeti” başlatılmıştır! Özgür Özel’in sokağa çağırıp çıkmaması ya da bir bütün muhalefet cephesinin en radikal tavrının “Bu bir darbedir”le sınırlı kalması AKP’nin yönetmede tek başınalığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. “Bu bir darbedir”in gerektirdiği “darbe karşıtlığı”nın “sözle savuşturma” derekesinde kalması söz konusu partilerin demokrasi bilincini bir kez daha somutlaştırmıştır. Çeşitli türden krizlerle devam eden yönetememe sorunu bir yana AKP ve Erdoğan hükümetinin çok cılız ve aslında iş birlikçi bu muhalefeti alt etmesi işten bile değildir. Dolayısıyla yaşanan krizin boyutlanması ya da sistemin kendisine doğru yönelecek bir mücadeleye evrilmesi yine düzen partilerine kanalize olan bir yapıdan çıkmakla olacaktır.

Sorunların çözümü “evrensel hukukla uyumlu” anayasa kararlarıyla, AYM yaptırımları vb. ile olmayacaktır. Sorun düzenin Anayasa’sı değildir ki AYM de bir çözüm üretebilsin. Sorun düzenin sahipleridir, bu sahiplerin pazar paylarının mecburen daralmasıdır. Sorun düzenin varlığının daha çok zorbalık, baskı, demokrasi kısıtı gerektirmesidir. Daha çok zorbalık, baskı ve demokrasi kısıtı ancak buna karşı olanların, demokrasiye ihtiyacı olanların, zorbalığı ve baskıyı yaşayanların örgütlenmesiyle, mücadelesiyle geriletilebilir. Yönetenlerin kendi içlerindeki kavgadan kaynaklanan demokratik kırıntıların hiçbir güvencesinin olmadığını tek başına AKP hükümeti defalarca ispatladı.

Evlatları katledilen, kaybedilen ve on yıllardır evlatlarını arayan Cumartesi Anneleri buna en önemli örnektir. Bugün sistem için ciddi sorun haline gelen AYM kararlarından biri de Cumartesi Anneleri’ne ilişkin olmuştur. “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine dair” karar alan AYM, ne annelerin evlatlarını getirmiştir ne de karardan sonra dahi uzun bir süre eylemlere polis saldırısının devam etmesini engelleyebilmiştir. En sonu iyice kısıtlanmış ve içine çekilmiş bir şekilde Cumartesi Anneleri’nin bir açıklama yapmasına olanak verildi!

Anayasa’nın değiştirilmesinden çokça söz edilmektedir. Mevcut güç dengesinden ötürü pek mümkün görünmese de her koşulda bu değişikliği egemenlerin gerçekleştireceğinden, dolayısıyla yine kendileri için bir anayasa yapacaklarından emin olunmalıdır. İktidarın ya da muhalefetin anayasasını değil, halkın örgütlü gücünden ve mücadeleci hareketinden doğan bir anayasa olmadıkça bu zeminde kavga vermekten halkın bir çıkarı olamaz.

Halihazırda eldeki anayasa yüzlerce kez değişikliğe uğramış bir anayasadır. Sistemin sorunsuz devam etmesi için anayasa değişikliği ne zor ne de önemlidir. Halkın faşist diktatörlük boyunduruğu altında ezilmesi ve buna karşı mücadelenin en şiddetli biçimde bastırılmak istenmesi korkularını ele vermektedir. Egemenlerin kendi aralarındaki çatışmaları da yarattığı sorunları da Demokratik Halk Devrimi yolunda, sisteme yönelen bir mücadele bitirecektir.