[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Dünya’da son on yıllarda yoğun bir tartışma konusu olan küresel ısınma ve iklim krizi, tehlikeli addedilen tüm sınırları aşarak ve etkilerini daha fazla hissettirerek Dünya üzerindeki tüm canlılara tehdit olmaya devam ediyor. Elbette Dünya üzerinde canlı yaşamına uygun koşullar statik değildir. Dünya koşullarının milyonlarca yıl içerisinde birçok kez canlılığı tehdit edebilecek şekilde değişerek kitlesel yok oluşlara yol açtığı bilinmektedir. Dolayısıyla doğal seyir içinde de bu türden değişmeler olasıdır. Ancak bugün bu koşulları doğrudan tehdit altında tutan bir canlı formu söz konusudur. İnsan faaliyetleri canlı yaşam koşullarının olumsuz bir biçimde değişmesine sebep olmaktadır. Doğayı tahrip eden, yaşam için elverişsiz koşullar üreten insan faaliyetleri insanlığa halihazırda daha fazla kâr ve sömürü dışında hiçbir gelecek vaat etmemektedir. Kapitalist-emperyalist sistem, tüm doğayı, canlı yaşamını ve geleceği de bir rant, talan ve sömürü aracı olarak değerlendirmektedir. Sonuçlar tüm insanlık ve canlı yaşamı için ağır olmaktadır ve olmaya devam edecektir. Bu sonuçların ilk elden hissedileni ve hepimizin etkilerine yavaş yavaş tanık olduğumuz iklim krizidir.
İklim krizi denince Dünya’daki yaşam koşullarında normal olmayan bir dizi gelişme kastedilmektedir. Bunların içerisinde hava, toprak ve su kirliliği, yüksek sıcaklıklar ve küresel ısınma, yıkıcı doğal afetlerin sıklığının artması, biyoçeşitliliğin azalması ve ekosistemin tahrip olması gibi yaşamsal etkiler yer almaktadır.
DÜNYA’DA CANLI YAŞAMINA OLANAK SAĞLAYAN ÖNEMLİ ETKEN: ATMOSFER
Dünya, diğer yıldızlara kıyasla ortalama büyüklükte olan, kütlesinin yüze 71 kadarı hidrojen, yüzde 27 kadarı helyum ve küçük bir yüzdelik olarak daha ağır elementleri de barındıran Güneş’in yörüngesinde yer almaktadır. Güneş; küresel bir gaz devi olarak içerdiği yüksek oranda hidrojen atomlarının birleşerek yani füzyon tepkimesine girerek helyuma dönüşmesi ile ortaya çıkardığı yüksek enerji sayesinde kendi üzerine doğru çökmez, ayrıca kütle-çekim etkisi ile de dağılmaz, bir arada kalır. Yani devasa ve sürekli nükleer tepkimeler, Güneş’in büyük ve uzun süreli bir ısı ve ışık kaynağı olarak ömrünü sürmesine yardımcı olur. Güneş, ısı ve ışık yayması sebebi ile büyük bir ateş topuna benzetilir, ancak esasta oldukça iri bir doğal nükleer füzyon reaktörüdür. İçerisindeki hidrojenin tümü tükenene kadar, yani füzyon tepkimeleri azalana kadar da böyle olmaya devam edecektir.
Güneş yüzeyindeki bu yoğun nükleer faaliyet, güneşin yoğun radyoaktif ışınım yapmasına yol açar. Güneş’te var olan sürekli nükleer tepkimeler, canlılık için oldukça yüksek risk teşkil eden kısa dalga boylu ancak yüksek enerji paketçiklerine sahip gama ışınları, X ışınları ve ultraviyole ışınımına yol açar. Güneş’in elektromanyetik spektrumuna yani, yayılan ışığın dalga boylarına göre sınıflandırılmasına bakıldığında, Dünya’nın yer aldığı mesafe itibari ile bu ışınlardan ciddi derecede etkilendiği, zaman zaman ise özellikle Güneş fırtınaları gibi tabii olaylarda bir “kozmik ışın bombardımanına” tutulduğunu da söyleyebiliriz. Bu ışınlardan özellikle gama ve X ışınları, küçük dalga boyları ve yüksek enerjileri sebebi ile atomlar ve dışında kalan elektronlar ile rahatlıkla etkileşime girebilmekte, elektronların iyonize edebilmektedir. Ayrıca Güneş, radyoaktif ışınımların tek kaynağı değildir. Yakın veya uzak oldukça fazla gök cismi, evrene bu ışınımı yaparlar. Dolayısı ile herhangi bir korunum olmaksızın bu ışınımlar, atomları hızlı bir şekilde etkileyebildikleri ve moleküler yapıda bozunuma yol açabildikleri için canlı yaşamı için büyük bir tehdittir.
Dünya’nın, canlı yaşam için oldukça büyük tehdit olan bu ışınımlar için bir kalkanı mevcuttur, Gama ve X ışınlarının büyük bir bölümü, hatta UV (ultraviyole) ışınımlarının da bir bölümü atmosfer tarafından emilerek yeryüzüne ulaşması engellenir. Ayrıca atmosfer, sıcaklık dengesi ve canlılık için hayati önemde olan su, karbon döngüsü gibi faaliyetlerin de ayrılmaz bir parçasıdır.
Atmosfer, yeryüzünden yayılan sıcaklığın uzay boşluğuna dönmesini engellerken Güneş’ten gelen yüksek sıcaklığın da bir kısmını emer. Yani bir nevi ısı yalıtımı görevi de görür.
Bu sebeple de yaşadığımız alanlar Güneş ışınlarını dik bir açı ile aldığında da 100’lerce dereceye varan sıcaklıklara ulaşmaz veya Güneş ışınlarının daha eğik açılar ile ulaştığı durumlarda ise -100’lere kadar düşmez. Çünkü yüksek ısının yeryüzüne ulaşması atmosferce engellenir, ulaşan ısının uzaya geri gitmesine de yine atmosfer tarafından izin verilmez. Böylece canlılık için uygun sıcaklıklar korunur.
Ara 2 katman ile birlikte 7 katmandan oluşan atmosferin yüzde 78’i azot, yüzde 21’i oksijen ve kalan küçük bir yüzdelik dilim ise diğer gazlardan oluşur. Atmosferin olmamasını geçelim, atmosferin dengesinde yaşanabilecek küçük kırılmalar veya değişimler dahi canlı yaşamını büyük ölçüde tehdit eden faktörlerdir. Ancak atmosfer bugün için, insan kaynaklı zararlı faaliyetler ile çok ciddi bir tehdit altındadır. Özellikle büyük çaplı, yalnızca kapitalistlere daha fazla kâr getirecek, sömürü ve talan merkezli olacak şekilde dizayn edilen plansız üretim ve sanayi faaliyetlerinin yanında emperyalistlerin pazar alanlarını ve varlıklarını korumak adına giriştikleri askeri faaliyetler; atmosferin dengesine ciddi zararlar vermekte, bu zararların azaltılması adına göstermelik olarak duyurulan önlemler dışında ise hiçbir adım atılmamaktadır. Çünkü tabiatın talan edilmesi ve doğaya ciddi zararlarına rağmen plansız üretim faaliyetleri de kapitalist rekabetin ve kârın bir parçasıdır, kapitalizmin temel karakteristik özelliklerindendir. Dolayısı ile kapitalist-emperyalist sistem için doğanın tüm kaynaklarının tüketilmesine kadar durmadan talan edilmesi bir ihtiyaçtır. Bu sebeple de kirliliğin ve krizin etkilerinin artık günlük hayatta da ağır bir şekilde görünmeye başlanmasına rağmen herhangi bir şekilde bunu engellemeye girişmemektedir, aksine daha fazla talan ve sömürü için diş bileylemektedir. Son yıllarda yayınlanan özellikle sera gazlarının salınımına ilişkin raporlar da bunu desteklemektedir.
YERYÜZÜ BÜYÜK BIR FIRINA DÖNÜŞÜYOR: SERA GAZI SALINIMI
Atmosferin, canlı varlığı için büyük bir etmen olan sıcaklık dengesinin en önemli aracı olduğunu belirtmiştik. İçerisinde bulunan farklı yoğunluklardaki gazlar, ısı dengesine farklı etkilerde bulunabilmektedir. Bu gazların bir kısmı, moleküler yapıları ve yoğunlukları sebebi ile bir sera etkisi görmekte, yani uzay ile ısı alışverişini azaltarak Dünya yüzeyinden ısı kaçışını engellemekte ve böylece yeryüzünü yavaş yavaş bir fırına çevirmektedir.
Su buharı, karbondioksit, nitrözoksit, metan ve ozon sera gazlarına örnek verilebilir. Bunların içinden su buharı doğal döngüsü çerçevesinde oranını korurken karbondioksit, karbonmonoksit, kükürtdioksit ve nitrikoksit gibi gazlar antropojenik (insan kaynaklı) faaliyetler ile sürekli olarak artmakta, bu da atmosferi canlı yaşamı açısından gittikçe elverişsiz bir hale dönüştürmektedir. Ayrıca atmosferde açılan yara, sadece atmosfer ile sınırlı kalmamaktadır. Atmosferde yer alan bu gazların büyük bir kısmı yaşamsal döngülerin bir parçasıdır. Yani karbondioksit artışı hava ile sınırlı kalmaz, su ve karayı da etkilemekte, bu alanlarda da yaşamı tehdit etmektedir. Ayrıca bu gazların büyük bir kısmı, canlılığın temel taşı olan karbon döngüsünü de olumsuz etkilemektedir.
Gördüğümüz moleküllerin büyük bir kısmında karbonun bileşiklerden biri olduğunu görmekteyiz. Peki karbon neden bu kadar fazla molekülün bileşenlerinden biridir, neden yaşamın temel taşlarındandır?
Karbon, yerkabuğunun yaklaşık yüzde 0,02’sine tekabül etmekle birlikte, diğer element atomlarına göre çok fazla moleküler bağ oluşturabilme kabiliyetine sahiptir. Karbon atomu 4 değerli elektrona sahiptir, aynı anda genellikle 4, istisnai durumlarda ise 6 bağa kadar moleküler bağ yapabilmektedir. Ayrıca bu bağlar, özellikle yakın kuzeni silikon gibi elementlere göre daha uzun ömürlüdür, bu sayede moleküler bileşikler arasında en önemlisidir. Ayrıca kompleks yapılı organik bileşiklerin de temelini bu sebeple büyük oranda karbon oluşturur. Karbonun organizma için bu derecede elzem oluşu, yalnızca oluşum aşaması değil, gelişim ve varlığını idame ettirme aşamaları için de geçerlidir.
Kopernik İklim Enstitüsü tarafından açıklandığı ve hepimizin de deneyimlediği gibi bugüne kadar görülmüş en sıcak temmuz ayını hep birlikte geride bıraktık. Ancak bu geride bıraktığımız en sıcak temmuz olmayacak. İleride daha ağır geçireceğimiz, belki de yılın daha büyük kısmını kaplayacak, dünyanın büyük bir bölümünü çölleştirecek sürekli yüksek sıcaklıkların görülmesine artık daha yakınız. Buna sebep olan ise tam da bahsettiğimiz sera gazlarının sürekli olarak atmosferde daha fazla yer kaplamaya başlaması. Karbon bileşiği gazların fazlaca artması ilk olarak atmosferin ısı geçirgenliğini azaltır. Bu da Dünya üzerindeki ısının sürekli olarak artmasına yol açar. Isı arttıkça iklim felaketlerinin sıklığı artar, en büyük tatlı su kaynakları olan buzullar erir, yer altı suları kurur, tarım olumsuz etkilenir, hava ve sudaki asit miktarı artar, yaşama elverişli alanlar azalır. UV (ultraviyole) ışınların yeryüzüne ulaşmasını engellemesi bakımından hayati önemdeki ozon tabakasında geçmişte keşfedilen deliğin küçülme emareleri göstermesine rağmen, yeni bulgulara göre tabakada birden fazla deliğin bulunma ihtimali de mevcut. Ayrıca ozon tabakasında görülen tüm “iyileşme” emarelerine rağmen kloroflorokarbon gazlarının salınımında ciddi bir eksilme olmaması, ozon tabakasının henüz daha ciddi bir tehdit altında olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte artan karbondioksit oranı, yine insan kaynaklı faktörler ile bitki ekosisteminin de yara alması ile birlikte durdurulamaz noktalara evriliyor. Ormanların özellikle yangınlarla tahrip olması/edilmesi sırasında yoğun karbondioksit salınımı gerçekleşirken aynı zamanda bitki çeşitliliğinin azalmasının sonucunda fotosentez yolu ile karbondioksit döngüsünün sağlanması da engellenmiş oluyor. Sera etkisi ile sıcaklığın artması buzulların erimesine yol açarken bu durum deniz seviyesinin ve sıcaklığının da yükselmesine, ayrıca sudaki karbondioksit ve asit miktarının da yükselmesine neden oluyor. Elbette bu asitler de döngünün bir parçası haline geliyor ve yağmur ile toprağa ve suya karışıyor.
Yani bu kirlilik, yalnızca atmosferi değil, madde döngüsü sebebi ile toprak ve suyu da ciddi oranda etkilemektedir.
Hava, su ve kara arasındaki madde döngüsündeki bozulma canlı yaşamını büyük ölçüde sınırlandırmaya başladı. Birbiri ile bağlantılı şekilde yine özellikle ormanlık alanların çok ciddi biçimde azalması, okyanus seviyelerinde görülen artış ve ısınma, tarım ilaçları ve yangınlar, sanayi alanlarının genişlemesi ile atıkların kara ve temiz su kaynaklarını kirletmesi, yükselen sıcaklıklar ile tatlı su kaynaklarının azalması daha büyük tehlikelere de kapı aralamaktadır.
Bugün geldiğimiz evre son 50 yılda yok oluşun ne boyutlara ulaştığını net biçimde göstermektedir. WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) verilerine göre 2020 yılı itibari ile son 50 yılda canlı türlerinin popülasyonlarının yüzde 68 azaldığı ortaya çıktı, tür çeşitliliğinde ise üçte iki oranında büyük bir düşüş gözlendiği belirtildi.
BİLİMİN ÜRÜNLERİ HALKA DEĞİL, SÖMÜRÜ VE TALANA HİZMET EDİYOR!
Dünya’nın kapitalist-emperyalist sistem tarafından yaşanmaz hale getirilmesi elbette bilimsel veya teknolojik gelişimin kaçınılmaz bir sonucu olarak değerlendirilemez. Sorun bilimsel bulgulardan yapılan çıkarım ve ürünlerin, emperyalist-kapitalistlerin sistemlerine uygun ve sömürüyü artıracak şekilde dizayn ediliyor oluşudur. Bilimin ürünleri, egemen sınıfın tekelindedir. Bu sebeple de teknolojik gelişim, halkı veya tabiatı kurtaracak şekilde değil talan ve sömürüye yeni kapılar açacak şekilde ilerlemektedir.
Durmaksızın ve herhangi bir plana dayanmaksızın devam eden üretim faaliyeti, artı değeri artıracak şekilde üretim maliyetlerinden olabildiğince kısma mantalitesi sanayi alanında kirliliği azaltabilecek teknik gelişmelerin kullanılmasından imtina edilmesine yol açıyor. Kapitalist rekabetin gerekliliği olan bu durum, teknolojinin gelişiminin dünyayı kurtarmaya hangi koşullarda hizmet edebileceğini de göstermektedir. Tehlikeli sayılabilecek oranda karbondioksit ve metan salınımının birincil sorumluları büyük sanayi faaliyetleri ve özellikle emperyalistlerin askeri faaliyetleridir.
Bu yaşamsal soruna yönelik çözümler emperyalizm için varoluşsaldır. Bu sebeple emperyalistler bu çözümlere yanaşmazlar, bilakis çıkarları uğruna bütün canlı yaşamını hiçe sayarlar. Bunun en büyük örneği, bir varlık sorunu bile olmamasına rağmen ABD’nin fazla maliyetli olacağı gerekçesi ile Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi olmuştur. Her ne kadar birkaç ay sonra dönmüş olsa da emperyalizmin çıkarları yanında dünyanın geleceğinin ne derecede önem arz ettiğini bu örnek göstermektedir.
ABD, Carbon Brief tarafından yapılan araştırmalara göre 1850 yılından itibaren yüzde 20 ile dünya çapında en çok karbondioksit salınımı yapan ülke oldu. ABD’yi yüzde 11 ile Çin, yüzde 7 ile de Rusya takip etmekte. Dünyayı en çok kirleten ilk üçün emperyalist ülkeler olması elbette şaşırtıcı değil. Ancak bu ülkelerin kirliliğe karşı önerdikleri önlemler şaşırtıcı olmamakla birlikte aslında bir pervasızlık göstergesidir. Çünkü öne sürülen bu önlemlerin büyük bir kısmı halkın enerji, yakıt gibi alanlarda tasarrufuna odaklanmakta, “deodorant kullanmayın” sloganlı kamu spotları hazırlanmaktadır.
Oysaki Boston Üniversitesinde Siyaset Bilimi Akademisyeni olan Neta C. Crawford gibi akademisyenlerin başlattığı çalışmalara göre ABD ordusunun yurtdışı faaliyetlerinin sera gazı salınımı kayıtları tutulmuyor, ordunun karbon ayak izine dair hiçbir şey bilinmiyor. Buna rağmen birçok akademisyen tarafından yapılan araştırmaların sonucu gösterdi ki ABD ordusu tek başına, 140 ülkeden daha fazla karbondioksit salınımı yapıyor. Öyle ki ABD ordusu sadece 2001 yılından itibaren 1,2 milyar metrik tondan daha fazla sera gazı salınımı yaptı. Bu rakamlar, ciddi derecede eksik olmasına rağmen Portekiz ve Danimarka gibi ülkelerin rakamlarında fazladır. Rus emperyalizmi ve Çin sosyal emperyalizminin ise sera gazı salınımlarının veya dünyayı ne ölçüde kirlettiklerine dair ise herhangi bir güvenilir araştırma veya kaynak bulunmamaktadır.
Bu verilerin açığa çıkarılması ve önlem alınmasına dair dünya genelinde en küçük bir girişim olmamakla birlikte iklim zirvesi veya toplantıları gibi organizasyonlar yalnızca sivil kullanıma odaklanıyor. Elbette bu olgu da iklim krizi ile mücadelede gerici sınıfların ciddiyetini gözler önüne seriyor.
Sanayi ve askeri alanda enerji kullanımı, büyük ölçüde yine sera gazı salınımı yapacak şekilde ele alınıyor. Hidrokarbon temelli kaynaklardan enerji üretimi defalarca tekrarlanan bilimsel verilere karşın henüz üst sıralarda yer alıyor, Dünya çapında elektrik elde etmede en önemli kaynaklar olarak görülüyor. Dünya çapında enerji arzının yüzde 80’inden fazlası hidrokarbona karşılık geliyor.
Fosil yakıtlardan veya hidrokarbonlardan enerji üretimi, hidrokarbon tüketiminde ilk sıraları ise yine ABD, Rusya ve Çin paylaşmaktadır.
Enerjiye küresel çapta duyulan ihtiyacın arttığı ve alternatif kaynakların kullanışlı hale gelmesinin henüz çok uzak olduğu bir zamanda, fosil yakıt kullanımının azalmasını beklemek olanaksızdır. Her ne kadar özellikle AB üyesi emperyalistler tarafından fosil yakıtların kullanımının azaltılması çağrıları görünse de buradaki kasıt da sivil alanda kullanımın azaltılarak boşluğun sanayi ve askeri alanlarca doldurulmasıdır.
Daha ciddi tehlikeler ve tehditler için ise dünyanın bir yol ayrımında olduğu açıktır. Enerji kaynaklarının emperyalistler arası çekişmede bir koz olarak kullanılması ve hidrokarbon kaynaklarının sınırlı olması dünyanın nükleer enerji gibi alanlara yönelmesine sebep olmaktadır. Çok küçük kaynaklar ile devasa enerji üretimine olanak yaratıyor oluşu nükleer enerjiyi cazip kılan en önemli faktördür. Ancak enerji alanındaki kriz, nükleer enerji gibi tehlikeleri oldukça yüksek olan bir enerji alanına yalnızca kâr ve rant düşünülerek girişilmesine ve güvenliğin arka planda kalmasına da sebep olmaktadır. Herhangi bir nükleer reaktörde yaşanabilecek sorunun, bir kıta büyüklüğündeki alana etki edebileceği gerçeği ve nükleer atıkların uzun süre canlılık için tehdit arz edecek oluşu, dünyayı oldukça ciddi sorunların tehdit etmeye devam edeceğini göstermektedir. Geçmişte yakın bir şekilde tanık olduğumuz Çernobil faciası, emperyalistlerin “temiz” propagandası yaptığı nükleer enerjinin, emperyalistlerin elinde ne derecede büyük bir tehdit olduğunun göstergesidir. Yine son Rus emperyalizminin Ukrayna işgali sırasında nükleer reaktörlerin yakınlarında var olan çatışmalar da büyük bir tehdit oluşturmuş, emperyalistlerin ise bu tehditleri umursamadan kendi çıkarları için insanlığı yok oluşa ne kadar kolay sürükleyebilecekleri bir kez daha da görülmüştür.
Bir diğer önemli tehlike de radyoaktif atıklardır. Bu atıklar, radyonüklitlerin yarı ömrüne göre çeşitli biçimlerde saklansa da 1990’lı yıllara kadar ABD tarafından okyanuslara atıldığı bilinmektedir. Özellikle fisyon yani atomların parçalanması yolu ile enerji elde etme yönteminin, yüksek derecede güvenlik riskleri oluşturduğu bilinmektedir. Gelecekte nükleer enerji faaliyetlerinin artışının bekleniyor oluşu nükleer kazaların yaşanma olasılığını da artıracaktır.
DÜNYA’YI YOK ETMEYE NİYETLENENLER, YENİ DÜNYA ARAYIŞINDA!
Son birkaç yıldır, daha önce bilim kurgu romanlarından tanık olduğumuz yeni dünyalar bulma veya yaratma fikrinin gündeme daha fazla girdiğini görmekteyiz. Bu fikri ortaya atanların, Dünya’nın artık insanlık için uzun bir gelecek sunmadığı, kirlenmenin geri döndürülemez boyutlara ulaştığı, nüfus artışı gibi argümanlar ile dünya dışı yeni yaşam alanları fikirlerine sarıldıkları medyada sıklıkla işlenmekte.
Bu girişimin en büyük örneğini ise bir sanal medya maymunu olmakla da ünlü Elon Musk ve SpaceX şirketi oluşturmakta. Mars üzerinde koloni/ yaşam alanları yaratma perspektiflerinin olduğunu belirten şirket, roket ve uzay araştırmaları alanında ciddi yatırımlar yapmakta. Esasta bu argümanların neyi hedeflediği de bu yatırımlardan anlaşılmaktadır.
Birincisi, bu gibi şirketler, roket teknolojisi alanında ciddi yatırımlar yapmakta ve bu alanlara ayrılan kaynakları meşrulaştırma çabası içerisine girişmektedir. Ayrıca uydu ve internet ağlarında alternatif araçlar geliştirmekte, bu araçların dünya çapında bilinirliğini artırmaktadır. Bir diğer yandan ise şirketlerine olan güveni hem kamuoyu hem de piyasa nezdinde artırmaya çalışmaktadırlar. Uzay alanında teknoloji ve pazar rekabetine etkileri de göz önüne alındığında bu argümanlara sarılıyor olmaları çok da ilginç olmamaktadır.
Bir diğer olgu ise, dünyayı yok oluşa sürükleyen olgunun kendi gerici talan sistemleri olduğu gerçeğinden insanları uzaklaştırmaktır. İklim değişikliği ve kirlilik çok ciddi boyutlardadır, yakın zamanda artık önlenemez virajların alınması da olasıdır. Ancak bunu engellemenin yolu yeni dünyalar yaratmaya yönelmek değildir ki yakın zamanda bunun koşulları da yoktur. Böyle bir yaşam alanı örneğin Mars yüzeyinde oluşturulabilse dahi sürekliliği olmayacaktır. Dünya çapında olası bir felakette insanlığın veya canlılığın büyük bir bölümünün yok olmasını engellemeyecektir. Bununla birlikte bir diğer argüman ise yoğun kaynak tüketimi ve gelecekte daha fazla kaynağa ihtiyaç duyulacağına yönelik kanıksatılmaya çalışılan algıdır. Denildiği gibi nüfus artışı olduğu için kaynak sıkıntısı mı mevcuttur? Elbette bugün için mevcut nüfusa ve hatta daha fazlasına yetecek kaynak Dünya’da mevcuttur. Sorun kaynağın yetersizliği değil, mevcut kaynakların kullanımı sorunudur. Kapitalizm bir israf sistemidir, plansız üretimin kendisi israfın birincil sebebidir.
Örnek vermek gerekirse, bugün dünyada temel gıdaya ulaşmada sorun yaşayan veya hiç ulaşamayan milyarlarca insan vardır. Oysa Dünya’da üretilen gıdanın her yıl üçte biri henüz üretim aşamasında israf edilmektedir. Bu ise yıllık yaklaşık 13,3 milyar ton gıdaya karşılık gelmektedir. Yalnızca ABD ve AB’de israf edilen gıda, dünya nüfusunun 3 katını besleyebilecek orandadır, 2030 yılında israfın 15 milyar tona ulaşması beklenmektedir.
Yani sorun kaynağın olmayışı değildir, kaynakların tüm canlılığı yok oluşa sürükleyecek şekilde kullanılması sorunudur. Bu da kapitalist sistemin karakteristik bir özelliğidir. Bu sistem içerisinde buna çözüm üretmenin bir yolu yoktur. Bu sebeple de egemen sınıflar, okların ucunu başka yönlere çevirmektedir.
Dünya’yı yaşama elverişli kılan, bizi Dünya dışı ölümcül etkilerden koruyan bir atmosfere sahip, yeryüzünde yaşam için yeterli kaynağa sahip bir gezegenin üzerinde yaşarken onu yok ederek yaşama elverişsiz, atmosferi dahi olmayan, yüzeyinde yaşam için önemli hemen hiçbir kaynağı bulunmayan bir gezegen üzerinde yaşam hayali halka satılmaya çalışılıyor. Burada egemen sınıflarca esas propagandası yapılan olgu, gezegenimizin, Sagan’ın belirttiği şekli ile “Şu an için bildiğimiz tek evimizin” yok edilişine sessiz kalmaktan başka bir çare olmadığıdır ve Dünya’nın geleceğini belirleyecek çelişkinin esas halkasının bizim için daha belirsiz hale getirilmesidir.
DÜNYA’NIN KURTULUŞUNUN İNSANLIĞIN KURTULUŞUNDAN BAĞIMSIZ BİR YOLU YOKTUR
Bugüne kadar yapılan iklim zirveleri veya bildirgelerinden görebileceğimiz gibi emperyalist-kapitalist sistem iklim krizini gündemine alıyor gibi görünse de esasta yoğunlaştıkları halkın gündelik yaşamında kullandığı enerji ve yakıttan tasarruf ederek bununla da sanayi ve askeri faaliyetlerdeki açıkları kapatmaktır. Yani totalde, kirliliğin azalması değil, sürekli biçimde artışı söz konusudur. Buna karşılık yürütülen çevre faaliyetlerinin ve bilincin de bu olguya yönelmesi gerekmektedir.
Çevre sorunu aslında Dünya üzerindeki canlı yaşamının geleceği sorunudur, gerçek bir varlık yokluk meselesidir. Bu gelecek çok da uzak değildir. Kapitalizm, sürekli olarak daha fazla kaynak israf edecek, kaynakları talana yönelecek, talan ettikçe de kirletecek ve yaşam dengesini daha fazla bozacaktır. Bu sistem içerisinde bu olguyu tersine çevirecek herhangi bir yol yoktur. Bu sebeple kapitalizmin ve sınıfların ortadan kaldırılma sorunu, insan dahil tüm canlı yaşamı için bir varlık sorunu ve zorunluluktur. Bu zorunluluk kavranmadığı sürece, günlük hayatta iklim krizinin etkilerinin arttığına da hep birlikte şahit olmaya devam edeceğiz. Dünya’nın akciğerleri olan Amazon gibi büyük oranlarda karbondioksit emilimi yaparken ciddi oksijen salınımı yapan, karbon ve su döngüsünde önemli bir yer tutan ormanlık alanların en fazla 50 yıl içerisinde büyük oranda yok olacağı, 2050 yılından itibaren yüz milyonlarca insanın kuraklık sebebi ile yaşam alanlarından olacağı öngörülmektedir. Ancak bu görünüm, bu şekilde ilerlenmesi halinde oluşabilecek risklerdir. Emperyalist-kapitalist sistem ve çıkarları, bu korkunç geleceğin daha da kısa süre içinde cereyan etmesine de sebep olabilir. Olası bir emperyalist pazar paylaşım savaşı veya emperyalist çekişmenin gergin bir seyirde ilerlemesi rant, talan, sömürü, katliam ve kirliliği de artıracaktır.
Bu olguların tümü gösteriyor ki, insanlığın kurtuluş mücadelesinden bağımsız bir doğanın kurtuluşu mücadelesi olanaklı değildir. Gelecek kuşaklara dünyayı daha iyi koşullarda bırakmak için çabalamak gerekmektedir. Bu da insanlığın en temel sorununun özel mülkiyete son verilmedikçe ortadan kalkması mümkün değildir. Burada ise sözü Marks’a devretmek gerekir:
“Toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından; tek tek bireylerce yeryüzünün özel sahipliği, bir insanın öteki insana özel sahipliği gibi saçma görünecektir. Bütün bir toplum, bir ulus bile veya hepsi bir arada var olan toplumların tümü birdenbire yeryüzünün sahibi değillerdir. Bunlar yalnızca zilyetleri (kullanıcıları), yararlanma hakkı sahipleridir ve boni patres familias (ailenin büyük babası) gibi onu gelecek kuşaklara, ilerletmiş bir durumda devretmeleri gerekir.”