[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Özelde Türkiye Devrimci Hareketi’nin, genelde ise ilerici-demokrat hareketin güç kaybı yaşadığı bir dönemden geçtiğimiz tespiti hemen her kesim tarafından yapılıyor. Bu tespite katılmakla birlikte, güç kaybına karşı alınan politik tutumların büyük oranda bu kaybı güçlendireceği gibi bir başka tehlike ile karşı karşıya olunduğunu düşünüyoruz. İllegal devrimci çalışmanın güç kaybetmesinin panzehri olarak legal çalışmaya öncelik vermek ve faşist diktatörlüğün gücünün kırılmasını sağlamak için egemen sınıfların başka bir kliğini güçlendirmeye çalışmak gibi iki temel politik tutum, hemen her siyasi yapının açıktan veya utangaç bir şekilde gündemine aldığı konular…
Düşmanın görece çok güçlü olması, karşısında konumlanan güçlerin daha berrak bir politik kimlik üzerinden şekillenmesini sağlamak yerine bu güçleri ideolojik ve politik olarak savuruyor. Savurganlık, bütün o net konumlanışı ve tarihsel açıklığıyla karşımızda duran düşmanın tahlilinde sorunlara sebep oluyor. Her tekil örnek sol hareket için bir sınav niteliği taşıyor. Düşman tahlilindeki sorun, faşist diktatörlüğün kurucu partisini ve onun genel başkanını demokrat ilan etmekten tutalım da kadın voleybol milli takımını muhalif bir dinamik gibi ele almaya kadar yeni sorunları aralıyor. Düşmanı konumlandırmadaki bulanıklığın en başat görüngüsü, okları düşmana değil de ezilen halk yığınlarına doğrultmak şeklinde karşımıza çıkıyor.
Egemenlerle ezilen sınıfların temsilcileri arasındaki güç dengelerine paralel olarak savunulan figürlerin ve değerlerin meşruluğu da değişim gösteriyor. Flamalardaki Kaypakkaya siluetinin keyfi biçimde yasaklanması ve mücadelemizi buradan geliştirmemiz, değerlerimizin meşruluğunu savunmaya yönelik bir hamle. Öte yandan kısa bir süre öncesine kadar anmanın ve sahiplenmenin meşruluğunun tartışılamayacağı Deniz Gezmiş, Berkin Elvan gibi değerlerimiz, güç ilişkilerindeki dezavantajlı konumumuzdan kaynaklı tartışılır hale geliyor. Bu üç örnek egemenlerin ve ideolojik tesiri altındaki kitlelerin fiili, sembolik saldırısının konusu. Yılmaz Güney örneği ise bir yandan bu cephenin saldırdığı bir yandan da kendine sol, sosyalist, feminist, demokrat vs. diyen kimi çevrelerin “iptal ettiği” bir figür.
İptal kültürü (cancel culture), 2010’lu yılların sonunda Anglosakson literatürde ortaya atılan bir kavram. Tacizden şiddete, ırkçılıktan mobbinge kadar bir dizi olumsuz pratiğin faili olan kişinin sosyal yaşamdan izole edilmesi, yok sayılması gibi ele alınıyor bu tutum. Yılmaz Güney’in bir iptal nesnesi haline gelmesi ise devletli kesimde büyük ölçüde “terörist” olması, muhalif kesimde de kadına şiddet uygulaması üzerinden şekilleniyor. İptal kültürü bize Yılmaz Güney’in, hayatının bir döneminde kadına şiddet uyguladığı için sahiplenilmemesi gerektiğini söylüyor.
İki önemli vurgunun konuyla alakalı tutumumuzu ortaya koyacağı düşüncesindeyiz. Birinci vurgu, meselenin felsefi boyutuyla ilgili. Her şeyin zıttı ile var olması gibi her insan da kendi içinde olumlu ve olumsuz yanlar barındırır. Kişinin olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilmesi, niteliksel ve niceliksel olarak ağır basan tarafın öne çıkarılmasıdır aslında. İyi bir devrimci, iyi sıfatını devrimcilik pratiğini ortaya koyan olumlu yanlarının ağır basması sayesinde kazanmıştır. İyi devrimcinin olumsuz pratikleri sistematik ve olumlu yanlarına baskın hale geldiğinde artık bu “iyi” sıfatının tartışılma vakti gelmiştir. Zıt yanların mücadelesi ve bir aradılığı söz konusu çelişki ortadan kalkana kadar devam eder.
İkinci önemli vurgu ise meselenin politik tarafıyla alakalı. Siyasi arenada, yukarıda belirttiğimiz güç dengelerinin seyri içerisinde, çeşitli hareketler daha belirgin hale gelebiliyor veya güçlü olanlar güç kaybedip silinebiliyor. Türkiye’de kadın hareketinin de mücadele ve bedel sonucu kendini dayatması ve kabul ettirmesi siyasi bir gerçeklik. Toplumsal cinsiyete ve cinsel yönelimlere bakışımız, kadına uygulanan şiddet ve tacizi ele alışımız, büyük oranda kadın hareketinin yarattığı politik tutum bagajı üzerinden şekilleniyor. Dolayısıyla devrimciler ve demokratlar bu bagajdan ciddi oranda faydalanıyor. Fakat bu politik gerçeklik düne değil, bugüne ait bir gerçeklik. Dolayısıyla bugünün siyasi ufkuyla düne bakmak, bugünün normalini düne dayatmak anakronik bir ele alışı getiriyor. Dün kadın düşmanı pratiklerin karşısında hesap sorucu bir kadın hareketi yoktu. Devrimci örgütler kadın düşmanı tutumları yargılama mekanizmasından bir hayli uzaktı. LGBTİ + bireylerin varlığı örgüt içinde sorun olabiliyordu. Bugün bu mekanizma işletilmeye çalışılıyor. Bu mekanizma politik bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kadına uygulanan şiddetin yargılanması, mahkûm edilmesi ezelden beridir bizim normalimiz değildi. Dolayısıyla bugünün ve dünün meşruiyetleri hemzemin değildi.
Yılmaz Güney milyonlarca insanda çok büyük bir etki bırakmış devrimci bir sanatçıydı. Devrimci hareketin meşruluk zeminini bir hayli yukarıya çeken ve halkta bir değer haline gelmesinde ciddi payı olan, kudretli bir karşı-hegemonya gücüydü. Devrimciliğin organik bir pratik olduğunu, hayatın hiçbir alanından ve hiçbir meslek dalından koparılmasına gerek olmadığını gösteren, bugün hâlâ evlerin duvarlarında fotoğrafı olan bir figürdü. Faşist diktatörlüğü düşman bellemiş, hayatını bu düşmana karşı mücadele ile geçirmiş ve sürgünde ölmüş birisi, eşine düşmanca bir pratik izlemiş, ona şiddet uygulamıştır. Biz burada “bu onun özel yaşantısı” geri tavrını tabii ki takınmayacağız. Yılmaz Güney bugün yaşasaydı, onun bu tavrını mahkûm edeceğimiz ve devrimci kişiliğini bu mahkûmiyet düzleminde yeniden ele alacağımız aşikârdı. Fakat biz halk saflarındaki insanların bu kadar kolay terk edilmesini kabul etmiyoruz. Olumsuz pratiklerle mücadele etmek yerine kişiyi damgalayıp tecrit etmeyi -kuşkusuz ki örneklerin tek tek ele alınması gerekir- çoğu zaman devrimci bir pratik olarak ele almıyoruz. Kısacası dünün Yılmaz Güney’ini bugünkü kazanımlarımızla ele alıp “iptal” etmiyoruz.
Halkın geri yanları her zaman vardı ve var olacak da. Devrimciler halkın geri yanlarıyla uzlaşmadan fakat bu yanların dönüştürülmesi için de çaba harcayarak yürütürler mücadeleyi. Emekçi semtlerde eşine şiddet uygulayan binlerce erkeğin var olduğu olgusal bir gerçektir. Düşmana karşı halk saflarını güçlendirme derdi olanların geri yanlara sahip emekçileri terk etme lüksü yoktur. Düşmanın konumlandırılması ve düşmanla mücadeleyi esasa almayanlar ise çok rahat bir şekilde ezilenleri düşmanlaştırabilirler. Bugün ileri kitledeki çıkmaz buradadır. Düşmanın ideolojik-politik olarak silahsızlandırdığı kitle, düşman algısı gel gitli bir politik hattan ilerlerken saflarındaki insanları düşmanlaştırmıştır.
Ezilenleri, olumsuz pratiklerinden dolayı aynı potada eriterek mahkûm etmek, onları düşmanlaştırmak bir politikasızlık örneğidir. Aslında gidilen yer, düşmanla ayrım çizgilerini kalınlaştırmak ve kendi saflarını güçlendirmek değil, kendini hem dosttan hem de düşmandan ayırmak, dostu düşmanlaştırmak ve nihayetinde düşmanla dost ilişkisi kurmaktır.
Bu bağlamda Deniz Gezmiş ve Berkin Elvan’ın geri ve kısmen de orta kitlede “iptal edilmesi” ile Yılmaz Güney’in ileri kitlede izole edilmesi arasında bir ilişki kuruyoruz. İki pratiğin de bizim aleyhimize geliştiğini düşünürsek, bu ilişki kuşkusuz ki ideolojik mücadelede geri düşmemiz ve ezilen sınıfların politika üretme becerilerinin minimize bir hal almasıyla alakalıdır. İleri kitlenin kendi steril ortamlarını korumak adına politik doğrucu hattı terk etmemeleri, bizim aleyhimize gelişen bir politik tutumdur. Bugün değerlerimizin tartışmaya açıldığı yerdeyiz ve bu tartışmayı yürütmek ideolojik bir mücadeledir.