“Toplumun gelişmesinin bugün ki aşamasında dünyayı doğru olarak bilme ve değiştirme sorumluluğu, Tarih tarafından proletaryanın ve onun partisinin omuzlarına yüklenmiştir. Bilimsel bilgiye uygun olarak belirlenen bu süreç, yani dünyayı değiştirme pratiği, … insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir ana yani dünyadan karanlığın bütünüyle yok edileceği ve dünyanın eşine rastlanmamış aydınlık bir dünyaya dönüştürüleceği ana ulaşmış bulunmaktadır. Proletarya ve devrimci halkın dünyayı değiştirme mücadelesi şu görevlerin yerine getirilmesini kapsamaktadır: Nesnel dünyanın yanı sıra kendi öznel dünyalarını da değiştirmeleri; öğrenme yeteneklerini değiştirmeleri ve öznel dünya ile nesnel dünya arasındaki ilişkileri değiştirmeleri…” (Mao)
Her birey, içinde şekillendiği toplumun izlerini taşıyarak mücadeledeki yerini alır. Ancak mücadeleye katıldıktan sonra bu izleri bir çırpıda söküp atmak mümkün olmaz. Bu süreç ağır, sancılı, acı verici ve görece uzun bir zamanı kapsayacak şekilde işler. Bireyin aileden başlayarak almaya başladığı eğitimin kazandırdığı düşünce biçimi, bakış açısı ve davranış kalıplarının kısa vadede ve kolayca aşılması mümkün değildir.
Çünkü bütün bunlar uzun yıllar boyunca, sürekli ve sistemli bir şekilde bireye aşılanmış, birey böyle eğitilmiştir. Dolayısıyla bütün bunların sökülüp atılması da hem belli bir zaman alacaktır ve hem de ancak sistemli ve sürekli bir çalışma ile mümkün olabilecektir. Elbette bütün bunlar sınıf mücadelesinden kopuk bir şekilde değil, tam tersine onun en yoğun çatışma alanlarının içinde olunarak başarılabilecektir.
Ülkemiz nüfusunun ağırlıklı bölümünü küçük burjuvazinin oluşturduğunu söylüyoruz. Aynı durum mücadele alanlarının neredeyse tamamı için de geçerlidir. Bu küçük burjuvazinin kendine ait ideolojisini, alışkanlıklarını ve güdülerini de kendisi ile birlikte saflara getirdiği anlamına gelir ki bu sınıfın ideolojisi tamamen sökülüp atılmadan, yerine proletarya ideolojisi inşa edilmeden mücadelede başarıya ulaşmak mümkün değildir.
Bırakalım başarı elde etmeyi, var olan başarıları tüketen, değerleri çürüten, kazanımları ortadan kaldıran bir noktaya savrulmamak elde bile değildir. Nedeni aslında basittir: Küçük burjuvazinin üretim süreciyle ilişkisinin getirdiği bir bakış açısı, bir düşünce yöntemi vardır. Bu küçük burjuvazinin üretim süreci içindeki bireysel, dar, küçük ve istikrarsız konumuyla alakalıdır.
“Nasıl yaşarsan öyle düşünürsün” esprisiyle özetlenebilecek bu durum, küçük burjuvazinin düşünme yöntemi vb. bakış açısının da tek yanlı, dar, kendisiyle sınırlı, dışarıdan esen rüzgâra göre yön değiştiren, parçayı görüp bütün zanneden, bildiğini mutlak sanan vs. olmasını beraberinde getirir. Bunların hepsinin toplamı öznelciliği ifade eder ki öznelcilik ortaya yalnızca ‘hata’ları çıkarır, başarıları değil.
Faaliyetlerimize ve ilişkilenmelerimize şöyle bir göz attığımızda, neredeyse tüm hatalarımızın altından bu düşünme yöntemi çıkar. Bütün bunların aslında mücadelemize ne kadar zarar verdiğini görebilmek için, öne çıkan birkaç hatamızı masaya yatırıp bilimsel bir tarzda incelemek yeterli olacaktır. Dolayısıyla hatalarımızın büyük bölümünün nedeni konumundaki bu düşünme yönteminin, onun tam karşıtı ile yani diyalektik materyalist bakış açısı ve düşünme yöntemi ile yer değiştirmesi gerekir.
MLM bakış açısı ve yönteme sahip olunmadığı, bunun işlevli kılınmadığı, kullanılmadığı her durumun bizi ‘gerçeklerden’ uzaklaştıracağı açıktır. Gerçeklere uzak olmak, hayal denizinde yüzmek anlamına geleceğinden ve proletaryanın davası ancak gerçeklere hükmetmeye çalışıldığı oranda bir ‘gerçek’ haline geleceğinden, diyalektik materyalizme hâkim olma, onu bir yaşam ve düşünme tarzı olarak içselleştirme hayati bir öneme sahiptir.
Öte yandan küçük burjuvazinin bahsini ettiğimiz yaşam tarzı ve almış olduğu eğitim ona belli alışkanlıklar kazandırır. Üretim sürecine uzaklık ve yakınlığına ya da bunun yaşam içinde aldığı biçime paralel olarak bu alışkanlıklar değişken özelliklere sahiptir. Ancak hepsinin belli başlı temel/ortak özellikleri de vardır. Bunların en başında tüm alışkanlıkların birey merkezli olması gelmektedir.
Birey merkezli olmak: bireyin çıkarlarını esas alacak şekilde davranmak, bireyin istem ve ihtiyaçlarına yanıt olacak yönde hareket etmek anlamına gelir. Bu bütün dünyayı kendine göre yorumlamak ve kendine göre değiştirmek yani kendine göre yaşamak anlamına gelmektedir. Açıktır ki kendine göre yaşamak kolektivizmi reddetmek yani örgüte göre yaşamamaktır. Her sınıfın olduğu gibi küçük burjuvazinin de kendine ait sınıf alışkanlıkları vardır ve bunun gerektirdiği gibi hareket eder.
Bunu örgüt içinde de yaşamaya, devam ettirmeye çalışır. Elbette küçük burjuva alışkanlıklar örgüt ortamını bozan, yozlaştıran, çürüten bir rol oynadıklarından, örgütün yaşamını tehlikeye atar, ilerlemesini aksatır ve yavaşlatır. Proletaryanın davasını sürekli olarak yolundan saptırmaya ve hedefinden uzaklaştırmaya çalışır. Çünkü proletaryanın davası toplumsal çıkarlar uğrunadır ve onun örgütü toplumsal çıkarlar uğruna savaşır.
Dolayısıyla bireysel çıkarların ön planda olduğu her türlü mücadele ve davranışı reddeder. O, bir sınıfın, proletaryanın çıkarları uğruna mücadele ederken, küçük burjuva bireyin kendi çıkarlarını ön plana geçirmesine, hâkim olmasına, yön vermesine kesinlikle müsaade etmez/etmemelidir.
Her sınıfın bir dünya görüşü, bakış açısı, düşünme yöntemi, davranış biçimi ve yaşam alışkanlıkları vardır. Ve her sınıf bulunduğu ortamı bunlara uygun bir biçimde değiştirmeye çalışır. Hangisinin hâkim durumda olduğu bir yana, örgüt içinde proletarya ile burjuvazi arasında sürekli olarak bir sınıf mücadelesi vardır. Genel olarak hâkim durumda olmasa bile burjuvazinin, değişip-dönüşmediği oranda örgütün hareketine yön veren, kayıplara, yenilgilere, bozulmalara yol açan bir rol oynaması kaçınılmazdır.
Bir başka nokta da inşa meselesidir. Yeniyi yaratma mücadelesinin bir yanı yıkmak iken, diğer bir yanı da inşa etmektir. Kısaca eskiye dair ne varsa yıkılacak bunların yerine yeni inşa edilecektir. Ancak burada esas nokta yıkım işi başarılamadan inşa işinin başarılamayacağıdır. Bu nokta önemlidir, çünkü bugün en çok sıkıntısını çektiğimiz konuların başında bu gelmektedir. Yani küçük burjuva ideolojinin saflarımızdaki çeşitli etkilerini, alışkanlıklarını, düşünme tarzını vb. yıkmadan yerine proleter ideolojinin düşünme ve yaşam tarzını inşa etmeye çalışan son derece yanlış bir yaklaşıma sahibiz.
Bu küçük burjuva ideoloji ile proleter ideolojiyi birleştirmek anlamına gelir ki bu durum ikisinin tek bir bünyede bulunmasının zorunluluğundan başka bir şeydir. Birini yıkmadan diğerini inşa etmeye çalışmaktır. Birbirine taban tabana zıt ve uzlaşmaz iki ideolojinin birleştirilmeye, bir arada yaşatılmaya çalışılmasıdır.
Ancak bilinmelidir ki bu “karma ideoloji” (!) hiçbir şekilde proletaryanın davasına hizmet eden pratikler üretmemektedir. Tam tersine proletaryanın davasını ve onun örgütünü zayıflatmakta hatta adım adım yıkmaktadır. Çünkü bu ‘karma ideoloji’ sayesinde ‘ucube’ şekillenişler ortaya çıkmaktadır ve bu ‘ucube’ şekillenişler gerek şekil itibariyle gerekse de özünde proletaryayı ve onun ideolojisini temsil etmemekte/edememektedir.
Bir yandan halkın özgürlük ihtiyacından bahsedip öte yandan halka tepeden yaklaşan, ondan uzak, ona yabancı bir devrimcilik; bir yandan halk sevgisinden, halk için mücadele etmekten bahsedip öte yandan onun değerlerine saygısızlıktan, mallarına zarar vermekten kaçınmayan bir devrimcilik; bir yandan halkın bilinçlenmesi gerektiğinden bahsedip öte yandan onunla kafa-kol ilişkisi geliştiren devrimcilik; bir yandan düşmana saldırmaktan bahsedip öte yandan düşmanı izleme görevini bile yerine getirmeyen devrimcilik; bir yandan askeri düzen-disiplinden bahsedip öte yandan her türlü kuralsızlığın üzerinde yaşamını kuran devrimcilik; bir yandan yoldaşlıktan bahsedip öte yandan yoldaşlarına hiçbir emek vermeyen devrimcilik; bir yandan değişmekten-düzelmekten bahsedip öte yandan eleştiriden korkan bir devrimcilik…
Bunlara daha onlarca örnek verebiliriz. Yapmaya çalıştıklarımızla taşıdığımız ideolojinin çeliştiği, bunların iç içe geçirilerek yerine getirilmeye çalışıldığı her durumda aslında yaşadığımız şey budur. Yukarıdaki örnekler üzerinden, birincileri yerine getirmek için ikincilerin yıkılması gerektiği açıktır. Aynı anda halkı hem örgütleyip hem örgütlememek, hem bilinçlendirip hem bilinçlendirmemek, düşmana hem saldırıp hem saldırmamak, askeri kurallara hem uyup hem uymamak, yoldaşlarla hem birleşip hem ayrışmak vb. mümkün müdür?
Tercih edilmesi gerekenler ile vazgeçilmesi gerekenler arasındaki ayrımlar aslında nettir ama bizim ne yapıp edip ikisini aynı anda yaşamaya ne birinden ne de ötekinden vazgeçmemeye kararlı halimiz yukarıda saydığımız pratikleri ortaya çıkarmaktadır. Nasıl ki mevcut gerici iktidarın her türlü kurumunu yıkıp parçalamadan, halkın devrimci iktidarını kurup inşa etmek mümkün değilse gerici iktidar ile devrimci iktidar nasıl iç içe yaşayamazsa aynı şey bahsini ettiğimiz durum için de geçerlidir. Yıkılması gerekeni yıkmadan yeniyi inşa etmeye çalışan halimiz, bizi eski ve yıkılmaya yüz tutmuş bir binanın üzerine yeni ve sağlam bir bina inşa etmeye çalışanlara benzetiyor.
Nasıl ki bu koşullarda yeni yapılan bina sağlam olamayacaksa, aynı şekilde küçük burjuva ideolojinin bünyesindeki yansımaları yıkılmadan da yerine inşa etmeye çalıştığımız proleter ideolojinin temelleri sağlam olmayacaktır.
Ancak nasıl ki Halk Savaşı uzun süreli bir mücadele ise aynı şekilde ideolojik mücadele de uzun süreli olacaktır. Bu gerçekliğin mutlaka kavranması gerekir. Aksi halde beklentilerimizle mevcut gerçeklik arasındaki uçuruma bir anlam veremeyiz. Her şeyin gelişiminin, kendi koşulları içinde belli sınırları vardır. Bu sınırlar da değişkendir ancak mevcut anda bahsi edilen sınırlar görülmezse değişimden-gelişimden beklentiler de gerçeğe uymaz.
İşte bahsini ettiğimiz sınırlar bunlardır. Bütün bu sınırlar birden değil, görece uzun bir mücadele süreci içinde adım adım genişleyecektir. Yoksa ideal olanla mevcut olanı kıyaslamak bilimsel bir yöntem değildir, sekter bir tutuma tekabül eder ve değişime-gelişime hizmet etmez. Önemli olan mevcut gerçekliği objektif bir analize tabi tutup, andaki sınırları görerek hedefler belirlemek ve değişimi ve gelişimi buradan zorlamaktır.
Yıkım ve inşaya yön vermesi gereken şey proletaryanın ideolojisidir. Bu olmadan, buna yaslanmadan, buradan beslenmeden ve yine bunu güçlendirme çabası içinde olunmadan ne yıkım ve ne de inşa mümkündür! Burada bu yıkım ve inşayı gerçekleştirecek, bu zorlu, karmaşık, acı veren, bedel ödeten savaşım içinde, bize gerekli olan cüret ve cesareti sağlayacak her şeyin bu ideolojinin içinde bulunduğunu bilmeliyiz.
Sınıf mücadelesini ve onun yasalarını kavramak, buradan doğru egemenlerin sömürü ve zulüm sistemine duyulan büyük kin ve köklü nefret, proletaryanın ve halkın bu sömürü ve zulümden dolayı yaşadığı dayanılmaz acıları hissetmek ve son olarak bütün bunları değiştirmek için duyulan sonsuz istek! Sorun gerçeği anlamaktır ve gerçeği anlayan her dürüst insanın bu sonuca ulaşmaması olanaksızdır.
Proleter devrimci kişiliğin inşası sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Mücadele içindeki bireyler olarak konumlanışımız, mücadeleyi kavrayışımız ve mücadele içinde kendimizi var etme mücadelesi bir ana ya da bir döneme ait değil süreklidir. Bu sorgulamayı belirleyen, bu sorgulamanın sonucundan çıkan sonuçları koşullayan ise sınıf mücadelesinin pratiğidir. Mücadelenin daha durağan koşullarında ve düşman saldırılarının daha da arttığı dönemlerde hesaplaşmanın içeriği ile mücadelenin geliştiği dönemlerdeki hesaplaşmanın içeriği farklı olmaktadır. Özellikle de mücadelenin gerilediği, yenilgilerin yaşandığı, ağır kayıpların alındığı dönemlere eklenen umutsuzluk bireyin mücadelede varlık- yokluk hesaplaşmasına neden olmaktadır.
Sağlam bir ideolojik dönüşümün olmadığı durumlarda, bu dönemlerde bireyin kendine, örgüte ve kitlelere güvensizliği daha belirgin bir karakter kazanmaktadır. ‘80 AFC’si sonrasında, yaşanan yoğun Avrupa göçünün nedenleri burada aranmalıdır. Sınıf mücadelesinin bugün ki ağır seyri yine benzer dönemlerin yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Safların hızla terkedilişine eklenen her renkteki söylem ve mücadeleden firarın temelinde yine hem tek tek bireylerin kendine hem de örgüte ve kitlelere olan güvensizlik yatmaktadır. Kuşkusuz güven soyut bir olgu değil somuttur ve somutluğunu proletaryanın davasının haklılığından ve mutlak zaferinden almaktadır. Bu inanç ve kararlılık bilimsel olarak kavranıp içselleştirilemediğinde, umut ve umutsuzluk, inanç ve inançsızlık, güven ve güvensizlik arasındaki çizgi belirsiz ve silik kalmaya devam etmektedir. Bu çizginin belirginleşmesi, kalınlaşması ve sağlamlaşması ancak ideolojik donanımla ve sınıf mücadelesinin pratiğine kendimizi sınırsız olarak atmakla mümkün olacaktır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 25 Haziran 2020 tarihli 64. sayısından alınmıştır.