Kendi işlevinden başka anlamlar yüklenmiş bir yerel seçim sürecindeyiz. 31 Mart yerel seçimlerine bu farklı anlamları yükleyenlerin başında AKP/MHP ittifakı gelmektedir. Bununla birlikte önümüzdeki yerel seçime farklı anlamlar yükleyenlerin içine düzen partilerinin dışında gözlerini salt AKP karşıtlığı bürümüş reformistleri, dahası bazı devrimci çevreleri de ekleyebiliriz.
AKP/MHP ittifakı seçim çalışmalarını, toplumsal kutuplaşmayı körükleyerek beka sorunu ve şoven propaganda temelinde örmektedir. AKP/MHP ittifakı beka sorununu gündemleştirip kamuoyuna mal ederek enflasyonu, geçim sıkıntısını, işsizliği, ekonomik krizi, halka dönük saldırıları, iç ve dış politikadaki tıkanmışlığı, kısacası başkanlık sistemine geçilmesine rağmen “Yeni Türkiye”nin uçmak bir yana hızla çakılmak üzere olduğu gerçekliğini gözlerden uzak tutmak istemektedir.
Cumhur ittifakının beka sorunu olarak tanımladığı şeyin Türkiye’nin geleceği olmadığı aşikâr. Onların bekadan kastı yönetme erkinin kendilerine sunduğu olanakların güvenceye alınmasıdır. Bu olanakların kullanımının kendi denetimlerinde olmasını beka sorunu diye propaganda etmeleri egemenlerin kendi çıkarlarını halkın çıkarıymışçasına sunmalarını ifade eder. Kuşkusuz bu çıkarlar emperyalist güçlerin onlara biçtiği rol ile doğrudan ilişkilidir. Türkiye’nin bekası için kendilerini vazgeçilmez ilan etmelerinin diğer bir anlamı bu rolün güvenceye alınması yani emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda şekillenen politikaların sürdürülebilirliğidir.
Cumhur ittifakının yerel seçimi beka sorunu diye propaganda etmesi CHP, İyi Parti, SP’nin itirazlarına neden olmaktadır. Ülkenin kaderinin hükümet edenin kaderine bağlanması bu kesimlerin itirazına yol açmaktadır. Belli bir hakim sınıfın yönetim erkinin olanaklarını tamamen denetim altında tutmak için kendini vazgeçilmez ilan etmesi diğer hakim sınıf temsilcilerinin hem bu olanaklardan mahrum edilmeleri hem de devletle olan ilişkilerinin hiçleştirilmesidir.
Cumhur ittifakının kamuoyunu yönlendirmedeki başarısı hatırlanacak olursa, Cumhur ittifakının rakiplerine göre daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Tabii, basın-medya gibi iletişim organları arasındaki benzeşmeyi, iktidarın doğrudan sesi olmalarını da göz önünde bulundurarak düzen muhalefetinin işinin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
Cumhur ittifakı 31 Mart yerel seçimlerine bir “kahramanlık öyküsü” ile girmeyi istiyor(du). Bu bağlamda bir devlet klasiği olarak yine Kürtler hedef seçildi. Suriye Kürdistanı’ndaki Kürt ulusunun kazanımları iç siyaseti dizayn etmede, kitleleri kendi sorunlarına duyarsızlaştırmada önemli bir argüman olarak kullanıldığı gibi içte de Kürt halkına dönük saldırıların gerekçesi yapıldı. Cumhur ittifakı iç kamuoyuna dönük propagandadan öte bir anlama gelmeyen Fırat’ın doğusuna dönük saldırı hamasetiyle süreci kotarmaya çalıştı. ABD’nin Suriye’den çekilme kararı tam da bu sürece denk düştü. Bu açıklamanın neden olduğu karmaşada genelde bölge, özelde Suriye’de, bağımsızmışçasına hareket edebilme olanağını değerlendiren hükümet, seçim sürecine esas olarak bu gündemle girmek istedi. Fakat gelişmeler “güçlü devlet” imajının sunduğu olanakları kısa zamanda zayıflattı. Fırat’ın doğusuna dönük bir operasyon için yapılan görüşmelerde izin koparılamadığı gibi, hükümet Trump tarafından tehdit edilmiş, Putin tarafından ise Adana Mutabakatı hatırlatılarak başka kapıya –Suriye rejimine- yönlendirilmiştir. Bu bağlamda Cumhur ittifakı için her şeyin yolunda gittiğinden bahsedemeyiz. Zira geçen yıl Afrin işgalinin Cumhur ittifakı açısından istenen rüzgarı, heyecanı yaratmadığı hatırlanacak olursa toplumsal kutuplaşmayı besleyecek, kitleleri etkisi altına alacak olan şoven-milliyetçi bir argüman yokluğunun ilgili kesimleri mızmızlandıracağını söyleyebiliriz. Bununla birlikte AKP içinde, direkt uluslararası sermayeyle ilişkileriyle bilinen Mehmet Şimşek, Ali Babacan gibi isimlerin de yer aldığı bir grubun yeni bir parti kurma hazırlığında oldukları haberini de bir kenara not etmekte fayda var. Yerel seçim sonrası bu grubun toplumsal hoşnutsuzluğu arkasına alarak “alternatif” olma iddiasıyla ortaya çıkabilecekleri göz ardı edilmemelidir. Böylesi bir hamlede uluslararası sermayenin hoşnutsuzluğunun izlerinden de bahsedebiliriz.
Cumhur ittifakı yerel seçimin bir beka sorunu olduğunun altını ısrarla çizerken CHP, İyi Parti, SP ise bu tuzağa düşmeyeceklerini, halkın gündemine yöneleceklerini ifade ediyor, yerel seçimin belediyeciliğe özgü gündemlerini öne çıkaran bir görüntü oluşturuyorlar. Bununla birlikte HDP’nin ötekileştirilmesi ve adının dahi anılmamasında kararlı bir duruş sergiliyorlar. Bu bağlamda “demokrasi adına fedakarlık” üstlenen HDP’nin tavrını görmezden gelerek, HDP’nin “fedakarlığını” iktidar hanesine yazmaktan da geri durmuyorlar.
Burada bir parantez açmak isabetli olacaktır. “Demokrasi adına fedakarlık” üstlenen HDP’nin, CHP’den umudu kesmeyen reformistlerin, hatta devrimci propagandaya açık kesimlerin de esas yanılgısı tam da bu yaklaşımlardaki beklentilerdir. İlgili kesimler kendi beklentilerini her defasında toplumun önüne bir seçenek olarak sunmaktan vazgeç(e)medikleri için aynı hata tekrarlanıyor. Egemen sınıfların bir diğer partisi, devletin, yerleşik düzenin bir diğer bekçisi olan kesimin “kendisi için” talep ettiği demokrasiden medet umuluyor. CHP’nin, HDP –esas olarak Kürt ulusalcılığı- karşıtlığı AKP’nin yarattığı toplumsal kutuplaşmanın, baskının sonucu olmaktan öte düzenin kurucu ilkelerinin mimarı, temsilcisi olmasıyla ilgilidir. Bu gerçeklik göz ardı edildiği sürece beklentiler yanılgıların süreklileşmesine akabinde hayal kırıklıklarının tekrardan yaşanmasına yol açacaktır, açıyor da…
En başta belirttiğimiz gibi önümüzdeki yerel seçime, işlevinin ötesinde anlamlar yüklenmiş durumda. Bu yaklaşım ilgili partilerin, hareketlerin sınıfsal karakterlerine göre farklı biçimler alsa da niyetten bağımsız olarak kitleleri aldatma suçuna tekabül etmektedir.
Bu çerçevede HDP’nin yerel seçime ilişkin yaklaşımını değerlendirebiliriz. Saruhan Oluç, HDP’nin yerel seçimdeki konumlanışını; “Batı’da ise seçim taktiğimiz AKP-MHP’nin başarısını daraltacak, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin mevzi kazanmasını sağlayacak bir yönde” ifadeleriyle açıkladıktan sonra “evet, bir fedakarlık yapıyoruz” diyerek bu fedakarlığın, “Türkiye’deki demokrasi adına” yapıldığına dikkat çekmiştir. “Türkiye’deki demokrasi adına” derken bahsetmek istediği şeyin demokrasi mücadelesi olmadığı aşikar. İstanbul, İzmir, Adana gibi illerde yerel yönetim anlayışına dair bir programla halkın karşısına çıkmayıp CHP lehine tavır belirlemek, dahası hakim sınıflar arasındaki çatışmadan medet ummak hangi bağlamda fedakarlık olarak tanımlanıyor? Türkiye’deki demokrasi adına!.. Demokrasi mücadelesinin devrim mücadelesi olduğu esprisi bir yana HDP bu tavrıyla CHP’ye hak etmediği bir misyon biçmekte, demokrasi güçlerinin yeni mevziler kazanmasını hakim sınıflar arasındaki çatışmada arama yanılgısına kapılmaktadır. Evet, CHP de “demokrasi” istiyor fakat onun talep ettiği demokrasi AKP’nin yapmak istediğinden farklı değil.
HDP’nin seçim taktiğinin özü hakim sınıflar arasındaki çatışmaya bel bağlayarak demokrasi güçlerinin yeni mevziler kazanmasını ummak, AKP-MHP bloğunun hareket alanını daraltmak dahası faşizmi yenilgiye uğratmaktır.
Hakim sınıflar arasındaki çatışma hangi biçimi alırsa alsın ortak özellikleri halk kitlelerini baskı altında tutup düzenin sömürü çarkını sorunsuz işletebilmek üzerine kuruludur. HDP bu gerçeği görmezden gelerek hakim sınıflar arasındaki çatışmada belli bir kesime karşı diğer kesim lehine tavır belirlerken, demokrasi güçlerinin kazanacağını hatta faşizmin geriletelileceğini umuyor. Demokrasi güçlerinin kazanımlar elde etmesini ve faşizmin geriletilmesini yerleşik düzenin diğer bir partisinin tarafı olduğu çatışmadan bekliyor. HDP bu tavrıyla, halk kitlelerini baskı altında tutup sömürü düzenini sorunsuz işletme iddiasıyla diğer kesimle kavgaya tutuşan CHP’nin temsilcisi olduğu kliğe de demokrasi güçlerinin kazanımları için rol biçmiş oluyor. Halk kitlelerine biçilen rol ise yerleşik düzenin baskı ve sömürü cenderesine, geleceksizliğe mahkum olmaktır. Kitlelerin kahredici gücünü görmezden gelerek demokrasi güçlerinin kazanımını dahası faşizmin geriletilmesini hakim sınıflar arasındaki çatışmadan ummak ilgili hareketin sınıfsal karakteriyle alakalıdır. HDP’nin temel hatası hakim sınıflar arasındaki çatışmaya bel bağlaması, ilerlemenin olanaklarını bu çatışmanın sonucundan ummasıdır.
HDP’nin seçim tavrına ilişkin sorunun diğer bir yanı da bu tavrın kendi iddiasına ters düşmesidir. HDP, “Türkiyelileşme” iddiasıyla katıldığı siyasal yaşamda bugün HDP adını dahi anmaktan çekinen yerleşik düzenin temel ilkelerinin savunucusu CHP’nin desteklenmesi için üç büyükşehirde aday çıkarmama noktasına gelmiş görünüyor. Bu tavrın kendi iddiasında bir kırılma olduğunu iddia edebileceğimiz gibi hakim kliğin HDP’yi bölge illerine sıkıştırma hamlesinin zımni olarak kabul edilmesi yani iktidarın “başarısı” olarak da tartışılabilir.
Cumhur ittifakı CHP’yi HDP ile işbirliği yapmakla itham ediyor. CHP de HDP’nin adını dahi anmadan böyle bir ittifakın söz konusu olmadığını, bilakis bu tavrın esasta AKP’yi desteklemeye dönük bir hamle olduğunu vakit kaybetmeksizin dillendirmekten geri durmadı. HDP’nin fedakarlığı demokrasi mücadelesine katkı sunmak bir yana, şoven saldırıların argümanı olarak hakim sınıfların temsilcileri tarafından hedefe oturtulmakta, değersizleştirilmektedir.
“TEK ADAM FAŞİZMİ”Nİ YENİLGİYE UĞRATMAK!
Yerel seçimi “tek adam faşizmi”ni yenilgiye uğratmak için bir araç olarak gören yaklaşımlara da değinmekte fayda var. Bu bağlamda ESP’nin tavrı tartışma konusu yapılabilir. ESP, HDP içindeki tartışmalarda faşist CHP’nin desteklenmesine itiraz ederken tek adam faşizmini yenilgiye uğratmak için ilerici, devrimci adaylar etrafında birleşerek seçime katılımın doğru olduğunu ifade ediyor. Bu yaklaşımda iki temel sorundan bahsedebiliriz. Birincisi, HDP’nin tavrının özünün yani hakim sınıflar arasındaki çatışmadan medet umulmasının eleştiri konusu yapılmaması; ikincisi ise yerel seçime yine işlevinden başka bir anlam yüklenerek hakim sınıfın yenilgisi yani demokrasi güçlerinin “zafer”i yerel seçimle mümkünmüş gibi propaganda edilmesidir. Hakim sınıflar arasındaki çatışmanın demokrasi güçlerine yeni mevziler kazandıracağı hatta faşizmin yenilgisiyle sonuçlanacağı safsatası başkanlık seçiminde de propaganda edildiği ve bu yaklaşımın devrimci çevreleri de etkisi altına aldığı hatırlanacaktır.
İlgili çevrelerin temel sorunu faşizmi kavrayamamaları, onu bir yönetim biçimi olarak değil, kişisel bir tercih olarak kavramalarıdır. Bu kavrayış yerel seçime yüklenen yanlış anlamla birleşerek halk kitlelerini yanıltan başka bir çağrı olarak karşımıza çıkıyor. Yerel seçim gündemini demokrasi mücadelesinin bileşeni, onun aracı olarak kavramayan, propaganda etmeyen her anlayış bu ve benzeri savrulmalardan kurtulamayacaktır. Kendi kavrayışsızlıklarının yarattığı hayal kırıklıklarının kitleler üzerindeki olumsuz etkisini görmezden gelerek her yeni dönemde başka bir figürün faşizmine karşı benzer çağrılar yapmak dahası hakim sınıflar arasındaki çatışmaya bel bağlamak bu yaklaşımların kaderidir.
REFORMİZMİN “BÖYLE SEÇİM OLMAZ!” ÇIĞIRTKANLIĞI
ÖDP, “Böyle Seçim Olmaz!” başlıklı bir bildiri yayımladı. Bu bildiride, hukuksuzluklara, anayasanın ihlal edilmesine, AKP’li adaylar tarafından devlet olanaklarının kullanılmasına, eşitsizliklere, seçim güvenliğini tartışmaya açan düzenlemelere, hilelere dikkat çekerek halka çağrı yapılıyor. “Neyin çağrısı yapılıyor?” diye merak etmemek mümkün değil; ancak ilgili bildiride “çağırıyoruz” ara başlığının devamında iddiasızlıktan, kitlelerin iradesini faşist CHP’ye teslim etmek anlamına gelen ifadelerden başka bir şey yok. Reformizmin kendinde cisimleşen iddiasızlığı halka çağrı yapılarak esasta CHP’ye –parti adı geçmese de- yedeklenilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir.
“Böyle Seçim Olmaz” gibi rest çekermişçesine bir başlık atıp CHP’ye yedeklenmekten başka bir anlama gelmeyen ifadelerle bildiriyi sonlandırmak ancak reformizme özgü bir başarı olabilirdi, oldu da. AKP karşıtlığı bu anlayışın gözünü öyle bir karartmış ki birkaç yıldır seçimlere katılıp kendi programlarını propaganda etmekten ısrarla geri durup kendi beklentilerini kitlelerin talepleriymişçesine sunup iradelerini CHP’ye teslim etmekten kurtulamıyorlar. CHP’nin aday profilinden hareketle sağa yaslanmasını yadırgıyor, kınıyorlar. Kuşkusuz bu tavırları CHP’ye biçtikleri rol, onu demokrasi güçleri arasında görmeleriyle alakalıdır. Alper Taş’ın Beyoğlu Belediyesi başkan adaylığı bu kesimin yüreğine su serpmiş olmalı; CHP’yi sağa yaslanmaktan, açılmaktan kurtarıp kendi görevlerinin ayırdına varmasını sağlayan bu hamle (!) ÖDP’yi biraz olsun sakinleştireceğe benziyor.
Seçimlere mahkum edilmiş beklentilerin, her seçim sonrası hayal kırıklığına dönüşerek kitlelerin andaki karamsarlık ve umutsuzluğundaki rolünü göz ardı etmemek gerekir. Yedeklenme, iddiasızlık sınıfsal bir karakterdir; ilgili hareket(ler) de bu gerçeğe uygun hareket ediyor(lar). Politik konumlanışları, ufuklarının sınırlılığı tarafından yani sınıfsal kavrayışlarının sınırlılığı tarafından belirlenmektedir. Alper Taş adaylığı üzerinden hakim sınıf partisiyle ilişkilenmeleri yerleşik düzenle iş tutma, onun sınırlarını ihlal etmeme kararlılığını ifade eder. HDP ile yan yana görünmemek noktasında CHP’nin pratiğiyle benzeşen tavırlar Kürt ulusal sorununda egemenler tarafından körüklenen şovenizmin reformist soldan beslenmesi, kitlelere taşınmasıdır. Reformizmin en önemli işlevi ve misyonu kitleleri aldatmaktır; bu bağlamda kitlelerin beklentilerinin sistemin sınırları içinde gerçekleşebilir olduğunu propaganda etmek onun varlık nedenidir. ÖDP’nin “Böyle Seçim Olmaz” bildirisi bunun kanıtıdır; Alper Taş’ın adaylığı da aynı anlama gelir. Kitlelere yalnızca yakınmak, yedeklenmek, iddiasızlık seçenekleri yani birbirini tekrar eden hayal kırıklıkları reva görülmektedir.
FAŞİZM ve SOSYALİST BELEDİYECİLİK
Mevcut düzenin, bir yönetim biçimi olarak kavradığımız faşizmin ya da gerçeği gizleyen bir söylemle “tek adam faşizmi”nin egemenliği altında “sosyalist belediyecilik mümkün müdür” konusu ciddi bir tartışma değildir. Ayrıca böyle bir belediyeciliğin nasıl mümkün olduğunu, olabileceğini de merak ediyoruz!.. Zira mevcut devlet örgütlenmesinin orta yerde durduğuna dikkat çekebiliriz. Dahası kayyım atanan belediyeler örneği üzerinden yerel yönetimlere abartılı misyon biçenlere kendi gerçekliğini hatırlatan devlet pratiğini işaret edebiliriz. Marksist devlet teorisiyle ilgilenen herkesin bildiği şey, devletin bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı, zor aygıtı olduğu esprisidir. Bu gerçekliği bir anlığına unutmak ya da buna sırtını dönmek elbette savrulmalarla sonuçlanacaktır.
Ovacık Belediyesi pratiğinden hareketle sosyalist belediyecilik kavramı dillendirilmeye başlandı. Bunda SMF’nin seçime TKP adı altında girmesinin payı olduğunu göz ardı etmiyoruz. Bununla birlikte SMF de bu yönlü propagandadan rahatsız değil.
Kuşkusuz Ovacık Belediyesi’nin olumlu deneyimleri olmuştur ama bu deneyimlerin hiçbir şekilde sosyalist belediyecilik olarak propaganda edilemeyeceğini belirtmek gerekir. Olumlu deneyimler, kimi olanakların halkın lehine kullanılması, kendilerini ilgilendiren sorunlarda halkın karar süreçlerine katılması gibi başlıklarla ifade edilebilir. Bu deneyimler önemsiz değildir fakat bu deneyimleri yani yerel yönetimlerin açığa çıkardığı olanakları anlamlı kılan ve kılacak olan tek şey bu olanakların genel mücadeleyle yani devrim sorunuyla nasıl ilişkilendirildiğidir. Bu deneyim ve olanaklar hiçbir şey olmadığı gibi her şey veya çok önemli bir şey de değildir. Sosyalist belediyecilik propagandasının kitleleri mevcut düzeni kabul etmeye, onun temellerine dokunmadan onunla birlikte barış içinde yaşanabileceği yanılgısına hizmet ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Radikal demokrat yönetim biçiminin izlerini taşıyan yerel yönetim anlayışını sosyalist belediyecilik diye sunmak kısa vadede kazandırabilir ama bu kazanımı demokrasi mücadelesinden kopuk, onun aracı, onun propaganda edilmesi için bir mevzi olarak kavramayıp mevcut düzenin sınırları içinde sosyalist deneyimin mümkünmüş gibi sunulması kitlelerin aldatılmasından, onların başka bir hayal kırıklığını deneyimlemesine yol açmaktan başka bir anlam ifade etmez.
Yukarıda eleştirdiğimiz yaklaşımlardan hareketle yerel seçimi/yerel yönetimleri hiçleştirdiğimiz sonucu çıkarılmamalıdır. Yerel seçime ilişkin tavrımızı, bu seçimin ne olduğundan hareketle, Demokratik Halk Devrimi propagandasının bir aracı yani olanakları bağlamında belirleriz. Tabii ki ülkedeki genel durum, ittifaklar, halka dönük saldırılar gibi temel başlıklar bu tavrın belirlenmesinde esastır. Bununla birlikte yerel seçimin ne olduğunu yani bu aracın işlevini bilmek onun olanaklarını, sınırlılıklarını da bilmektir. Genel seçim faşizmi yenilgiye uğratmanın bir aracı olmadığı, olamayacağı gibi yerel seçim de böyle bir işleve sahip olamaz. Onun kullanılabilir bir araç olması anda sunduğu olanaklarla ilişkilidir.
Yerel seçim komünistler açısından bir propaganda aracı olabilir; DHD’yi propaganda etmenin, kitlelere sorunlarının çözüm yollarını işaret etmenin bir aracıdır. Seçim faaliyetini belirleyen de bu aracın DHD ile ilişkisini doğru bir temelde ele almak olmalıdır. Yerel yönetim anlayışını belirleyen şey de bu ilişkilenişten başka bir şey değildir. Yerel yönetimlerin olanaklarını ve aynı zamandan sınırlılıklarını bilmek onu demokrasi mücadelesi için bir araca dönüştürebilir. Onu hiçleştirmek hatalı bir yaklaşım olacağı gibi ona gereğinden fazla rol biçmek de kitlelerin aldatılmasına hizmet edecektir.
Yerel yönetimlerin sunacağı olanaklar, kitlelerin karar alma süreçlerine katılmaları, mahalle meclisleri aracılığıyla örgütlenmeleri, yönetme deneyimleri yaşamaları genel mücadelenin bir aracına dönüştürüldüğünde anlam kazanacaktır.
Yerel yönetimlerde sosyalist belediyecilik anlayışının uygulanabileceğini iddia etmek reformizmin etkinliğini artırması, güçlenmesi, kitlelerin bu propagandaya açık hale gelmelerinin teşvik edilmesi anlamına gelir.
Tüm bu farklı yaklaşımların ortaklaştığı nokta kitlelerin aldatılmasıdır. Yerel seçimin, yerel yönetimin sunduğu olanakların değerini, sınırlarını bilerek bu araçtan faydalanıp onu demokrasi mücadelesinin hizmetine, emrine sokan bir yaklaşım kitlelere taşınmalıdır.
Faşist devlet yapılanmasına uygun olarak yetkinin merkezde toplandığı, yerel yönetimlerinin yetkilerinin hem sınırlı olması hem de keyfiyete uygun bir şekilde müdahaleye açık olduğu, yok sayıldığı mevcut devlet gerçekliğinde sosyalist belediyeciliğin uygulanabilir olduğunu düşünmek kitlelere, demokrasi için, devrim için mücadele etmemelerinin salık verilmesinin başka bir biçimidir.
T. Kürdistanı’ndaki belediyelere kayyım atanması merkezi devlet örgütlenmesinin tahammül sınırını ve keyfiyetçi özelliğini işaret etmektedir. Aynı zamanda bu müdahale yerel yönetimlerin sınırlılıklarını da göstermektedir. Bununla birlikte yerel yönetimlere dönük bu müdahalelerin olabileceğini söylemek bu saldırılar karşısında hiçbir şey yapmamak, bunu kanıksamak değildir. HDP’nin kayyımlar sürecindeki sessizliği, kabullenmişliği bu olanakları doğru kavramadığının göstergesi olarak da yorumlanabilir. Kayyımlar deneyimi yerel seçim gündeminde önemli bir argüman olarak kullanılabilir. Hem yerel yönetimlerin olanaklarının sınırlılığına hem de devletin keyfiyetçi, pervasız saldırılarına dikkat çekmek için bu deneyim önemlidir. Bununla birlikte bu deneyim demokrasi mücadelesinin zorunluluğuyla ilişkilendirilerek, olası benzer saldırılar yaşandığında kitlelere bu tarz müdahaleler karşısında kararlı bir mücadele sergilemenin propagandası seçim faaliyetinin temel başlıklarından olmalıdır.
Yerel seçim faaliyetini örgütlerken, yerel yönetim anlayışımızı kitlelere propaganda ederken kitlelerin aldatılmasına, onların umutsuzluk ve karamsarlık sarmalına mahkum edilmelerine izin vermeden faşizmin saldırılarını teşhir etmeli, yerel yönetimlerin sınırlılıklarının bilincinde faaliyetleri ele almalı, kitleleri ısrarla DHD mücadelesine çağırmalıyız.