Irkçılığın tarihçesi, ulus-devlet inşasına yönelim ve kapitalist ilişkiler ağı üzerinden şekillenmiştir. Irkçı yaklaşımların 19. yüzyıl başlarında öne çıkması Avrupalı egemen ülkelerin sömürge savaşlarına haklı bir gerekçe oluşturmak istemesiyle bağlantılıdır. “Irkçılığın babası” sıfatıyla ünlenen Kont Joseph Arthur de Gobineau’nın Beyaz (Caucasian), Siyah (Negroid) ve Sarı (Mongoloid) şeklinde 3 temel ırk olduğunu savunması ve Batı toplumlarının dünyaya yön vermesinin temel sebebini beyazların üstün zekâ, ahlâk, irade ve diğer tüm olumlu kalıtsal özelliklere sahip olmalarına bağlaması, ırkçılık düşüncesinin ideolojik altyapısını göstermesi bakımından önemlidir. Burada amaç biyolojik farklılıkları esas alarak bir hegemonyayı güçlendirmektir. Bu bakış açısı, ilerleyen dönemlerde Nasyonal Sosyalist, Apartheid ve Ku-Klux Klan gibi ırkçı hareketler üzerinden uygulanmıştır. Dünyanın her yanında, insan topluluklarının başka grupları dışlayıcı davranışlarından bahsetmek mümkün olmasına rağmen Batılı emperyalistler ırkçı yaklaşımı geliştirerek bir yandan tarihsel üstünlük iddiasıyla Batı-dışı toplumların farklılığını ortaya koyarken diğer yandan da bu sayede sömürgecilik faaliyetlerine elverişli bir bahane oluşturmaya çalışmıştır.
Daha sonraki biyoloji ve genetik bilimleri çalışmaları insanları belli fiziksel ve biyolojik özellikleri üzerinden üstünlük sınıflandırmasına tabi tutmanın mümkün olmadığını kanıtlamıştır. Buradan çıkarılan sonuçlar ve toplumsal mücadelelerin gelişmesi, ırkçılığın ortadan kalkacağı düşüncesini getirmiştir. Oysa ki toplumların hiyerarşik yapılanması ve bölünmesi emperyalist-kapitalist sistemin en büyük dayanak noktalarından biridir. Bulabildiği bütün emek gücüne ihtiyacı vardır ve bu emeği sistem dışına atmak istemez; sömürüyü ve kârı en üst düzeye çıkarmak, üretim maliyetlerini en aza indirmek ve siyasal rahatsızlığı yani karşı duruşları engellemek zorundadır. Burada söz konusu hedeflere ulaşmanın formülü olarak yine ırkçılık devreye girmektedir.
Burada “yeni veya kültürel ırkçılık” diye tanımlanan, aslında temelde yeni bir durum olmayıp eski klasik ırkçılığın genişletilmiş hali söz konusudur.
Neredeyse insanlık tarihiyle yaşıt olan göç olgusunun, son yüzyılda yaşanan emperyalist savaşlar, emperyalist kışkırtmaların yol açtığı savaş ve çatışmalar, sosyo-ekonomik nedenler, afetler vb. nedeniyle çok fazla arttığı tartışılmaz bir gerçekliktir. Bu “yeni ırkçılığın” ideolojik arka planını, merkezinde göç ve göçmenlik bulunan “ırksız ırkçılık” oluşturmaktadır. Bu açıdan “yeni ırkçılık” tartışmalarında baskın unsur biyolojik özelliklerin farklılığı değil kültürel özelliklerin farklılığıdır ve göçmenler, mülteciler, yerli olmayanlar, kısaca o ülkenin sahibi olarak kabul edilen hâkim grup dışında kalan, sonradan geldiği düşünülen yabancılar “yeni ırkçılığın” nesnesidirler ve bu temelde aşağılanıp ayrıştırılmaktadırlar. Biyolojik temelli klasik ırkçılık ortadan kalkmış gibi gözükse de tam tersi daha genişletilmiş olarak devam etmektedir. “Yeni ırkçılık’’ farklı “ırklar’’la sınırlı kalmayıp kültürel, dinsel, tarihsel ve coğrafik bağlarla birbirlerine bağlanmış olan etnik grupları, dinsel toplulukları ve bu özellikler içinde tanımlanan göçmenleri içine alacak şekilde genişletmiştir. Irkçılığı, ırk kavramını kullanmadan tarif etme konusunda belirgin bir çaba bulunmaktadır ki bunun için zenofobi, yabancı düşmanlığı ve etnosantrizm, İslamofobi gibi kavramsallaştırmalar ile bu ırkçılık türünün üstü örtülmeye çalışılmaktadır.
Yeni ırkçılık, klasik ırkçılığı mahkum eder görünmesine rağmen “ötekilerin” kendi sosyal veya coğrafi sınırları içinde yaşaması gerektiğini iddia eder. Burada kültürler arası eşitsizlik mantığı ve hiyerarşi söz konusudur. “Ötekilerin” dışarı atılması, dışarı atılan kişinin emek gücünün ve bu güçten sağlanacak artı değerin de kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yeni ırkçılık, dışarı atmaktan ziyade ucuz işgücü yaratmanın bir yolu olarak işlev görmektedir. “İşgücünün etnikleşmesi” emek gücünün tüm kesimlerini çok düşük ücretlere razı etmenin yolunu sağlamaktadır.
Göç hareketlerinin hedefinde yer alan Avrupa ülkeleri, kültürel ırkçılık pratiklerinin de görünürlük kazandığı coğrafyayı temsil etmektedir. Avrupa’daki göçmenlerin bulundukları ülkelerin dilini bilmemeleri bir baskı ve sömürü unsuruna dönüştürülmektedir. Göçmenlerin eğitimlerinin “yetersiz” olduğu ve mesleki eğitimlerinin olmadığı gerekçesiyle güvencesiz, taşeron, mevsimlik, kısa süreli işlerde istihdam edilmeleri bu duruma verilecek çarpıcı örneklerdendir. Geldikleri ülkelerde her türden sosyal, ekonomik ve vatandaşlık hakkından yoksun bırakılan mülteciler yıllar süren mücadele sonunda bu hakları kazandıktan -ki bunlar tüm mültecileri kapsamamakta ve de haklar son derece kısıtlı olmaktadır- sonra yine sömürü çarkının içine sokulmaktadır. Bu kesimlerin diplomaları, mesleki tecrübeleri Avrupa ülkelerinde tanınmamaktadır ve de en kötü şartlarda çalışmaya, yaşamaya mahkûm edilmektedirler. Buradan da anlaşılacağı üzere Nazi Almanya’sının, Mussolini faşizminin yani klasik ırkçılığın sözde mahkûm edilmesi ırkçılığın bittiği anlamına gelmemektedir. Tam tersine inceltilerek genişletilmekte, etkin bir biçimde devam ettirilmektedir.
Yeni ırkçılık uygulamalarında medya gibi devletin ideolojik aygıtları en iyi biçimde kullanılmaktadır. Özellikle 11 Eylül sonrasında “terör” vurgusuyla bu durum iyice görünür olmuştur. “Küresel terör tehdidi” tanımlanırken göçmen azınlıklara dikkatlerin yöneltilmesi, Avrupa toplumlarında göçmenlerin “olağan şüpheli” haline gelmesine giden yolu açmıştır. Kuzey Afrika, Asya, Ortadoğu kökenli ve Müslüman kimlikli “olağan şüpheliler” Avrupa sokaklarında endişeli gözlerle takip edilir hale gelmiş, göçmenlere ait örgütlenmeler “teröre” destek sağlayan kurumlar ilan edilerek yoğun takip altına alınmıştır. Avrupalı kimliğinin, kültürünün göçmenlerle birlikte tehdit altında olduğu ve parçalandığı kabulüyle yaygın korku ve panik oluşturulmuştur. Bu psikolojik propaganda karşısında Avrupa’da saldırgan eğilimler güçlenmiş, bunu gerekçelendirmek için ise “terör, radikalizm” söylemi muazzam doneler sunmuştur.
Kısacası göçmenler hedef tahtasına oturtulmuştur. Bunu güçlendirmek için basında, televizyon programlarında, haberlerde göçmenler ve mülteciler suçlu, tehlikeli, saldırgan olarak lanse edilmektedir. Günlük yaşamda devlet kurumları tarafından mülteci ve göçmenlere uygulan ayrımcı daha doğrusu ırkçı tutumlar (kalabalık yerlerde, toplu taşıma araçlarında sadece dış görünüşünden dolayı yerli halktan olmadığı düşünülen kişilere kimlik sorulması, devlet dairelerinde devlet görevlilerinin ayrımcı tutumları vb.) bu algıyı güçlendirme çabasıdır. Burada amaçlanan yerli halkta korku yaratarak göçmen ve mültecilere karşı kolektif nefret oluşturmak, halkı bölmektir.
Emperyalist-kapitalist sistem içine düştüğü ekonomik krizlerin faturasını da göçmen ve mültecilere yıkmayı amaçlamaktadır. Göçmenlerin, emek piyasasında, yerli halkın fırsatlarını daralttığı empoze edilerek göçmenler günah keçisi ilan edilmektedir.
Fransa, İngiltere, Almanya, Hollanda, İsveç gibi Avrupa devletlerinde giderek artan yabancı düşmanlığı ırkçılık değilse nedir? “Ben ırkçı değilim ama göçmenler yüzünden iş bulma sıkıntısı çekiyorum, çocuğumun üniversiteye gitme şansı azalıyor” diyen bir İngilizin, Fransızın, Almanın gerçekten ırkçı olmadığı söylenebilir mi? Bugünkü ırkçılık, işte bu şekilde maskelenmeye çalışıldığı için daha tehlikelidir.
Avrupa Birliği’nin Temel Haklar Merkezi Örgütü’nün (FRA) yayınladığı rapora göre, AB üyesi pek çok ülkede (Danimarka, Almanya, Fransa, İrlanda, Avusturya, Slovakya, Finlandiya, İsveç ve İngiltere) son yıllarda ırkçı saldırılar artan bir eğilim içindedir. Yine özellikle Fransa ve Almanya’da aşırı sağ-kanat hareketler hızlı şekilde artmıştır. Sağ partilerin aldığı oyların önemli derecede artması dikkat çekicidir. Özellikle Almanya’da ırkçı saldırılar son yıllarda son derece artış göstermiştir. Hemen hemen her gün Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde göçmenlere ya da göçmen kurumlarına saldırı haberleri gelmektedir. Dahası resmi makamlar, bu saldırıları kayıtlara almama eğilimi göstermektedir. Avrupa’nın genelinde mültecilere, göçmenlere karşı devletlerin hukuki ya da sosyal alanlarda aldığı tavır, açıkça devlet ırkçılığıdır. Avrupalı devletlerin vatandaşlık kriterlerindeki değişimler, yabancı evliliklerine getirilen kısıtlamalar, yeni göçmenlik yasaları, devlet görevlilerinin davranışları ve vize işlemlerinde karşılaşılan uygulamalar bunların göstergeleridir.
Göçmen karşıtı söylem ve eylemlerin yani ırkçılığın sadece salt aşırı sağcı partilerle veya sağcı örgütlenmelerle sınırlı kalmayıp belirli düzeylerde genel söylem haline gelerek yaygınlık kazandığı bilinmektedir. Bu durum ırkçılığın ne kadar kurumsallaştığını göstermektedir. Burada hedef şaşırtma durumu söz konusudur. Yerli halkın Avrupa’ya neden mülteci akınının olduğunu, çıkan savaşlarda kendi devletlerinin payını, savaşlara yatırılan paraların kendi emeklerinin gaspı sonucu elde edildiğini algılama, sorgulama, hesap sorması yerine göçmenlere yönelmesi emperyalist devletlerin ırkçılıkla beslenen politikalarının sonucudur.
Sonuç olarak ırkçılık; ister klasik anlamda ister maske değiştirmiş “yeni ırkçılık” şeklinde olsun egemen sınıf ideolojilerinin önemli bir bileşenidir. Irkçılık, dünya işçi ve emekçilerinin, ezilen dünya halklarının daha fazla sömürülmesine, baskı altında tutulmasına hizmet etmektedir. Hâkim devlet ve sınıflar, halkları birbirine düşman ederek savaşlara, katliam ve soykırımların yaşanmasına neden olmuştur.
Emperyalistlerin “böl ve yönet” politikasıyla işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele zeminini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Günlük ırkçı politikalara refleks göstermek, insanlığın en utanç verici soykırım ve katliamlarını lanetlemek; örneğin Nazi dönemimi mahkum etmek ne yazık ki yeterli olmamaktadır. İnsanlığın doğasına hiç de yakışmayan “ötekiye” duyulan aşağılama, kin ve nefret duygularından arınmak, insanlık tarihinin en utanç verici durumları olan katliam ve soykırımları lanetlemek, bir daha yaşanmasın diyebilmek ancak ırkçılığı doğuran sisteme karşı verilecek birlikte mücadeleyle; onu tarihin çöplüğüne atmakla mümkün olacaktır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 6 Şubat tarihli 54. sayısından alınmıştır.