Türk devlerinin iç ve dış politikada yaşadığı tıkanıklık her geçen gün derinleşiyor. Ekonomik buhran, halkın artan hoşnutsuzluğu, gitgide sertleşen klik dalaşları, hakim sınıfları içeride yönetememe krizine sürüklemiştir. Dış politikada da benzer bir şekilde tam bir iflas yaşanmaktadır. Ortadoğu’da takip edilen ihvancı-yayılmacı politika çökmüştür. “Sunni Arap” aleminin lideri olma hayali kuran AKP, bugün hemen hemen bütün Arap devletlerinin ortak “düşmanı” haline gelmiştir. Bunun yanında özellikle 2016 yılındaki girişiminin ardından uygulanmaya çalışılan emperyalistler arası denge politikası tükenme noktasına gelmiştir. Son dönemde Türk devletinin iflas etmiş dış politikasını yavaş yavaş da olsa terk ettiğine tanık oluyoruz. Dış siyasette U dönüşü hamleleri arka arkaya gelmektedir. Bunlardan en öne çıkanı uzun süredir ilişkilerin kesik olduğu Mısır’la diplomatik ilişkilerin yeniden kurulma çabasıdır. Daha düne kadar Mısır’a her türlü hakareti eden RTE, bugün Mısır’la her hangi bir sorunlarının olmadığını ve ilişkileri onarmak istediklerini söylemektedir. Aynı şekilde ihvancı-yayılmacı politika nedeniyle uzun süredir gerilim yaşadıkları S. Arabistan ve İsrail’le de ilişkileri düzeltmek için çaba sarf etmektedir. ABD ve AB’ye yollanan sıcak mesajlar, “yönümüz-yerimiz Avrupa’dır” söylemleri de dış politikadaki bu dönüşümün bir parçasıdır. Anlaşılan o ki Biden’ın iktidara gelmesinin ardından ABD’nin yarı-sömürgelerini hizaya çekmeye yönelmesi, AKP’yi de dış politikada bu U dönüşüne mecbur bırakmaktadır. AKP bugüne kadarki söylemini yutarak yeniden ABD ve AB’ye yanaşmak zorunda kalmaktadır. Bu durumun hem iç hem dış politikada önemli değişimler yaratacağı ortadadır. Dolayısı ile bu keskin U dönüşünün nedenlerine ve yaratacağı sonuçlara daha yakından bakmak gerekir.
Dış politika en genel tabiri ile siyasal bağımsızlığa sahip olan devletlerin birbirleri ile kurdukları ilişkiler olarak tanımlanabilir. Ancak dış politikada siyasal bağımsızlığın belirleyici olduğunu sanmak büyük bir yanılgı olur. Dış politikada belirleyici olan ekonomik güçtür. Zaten emperyalist kapitalist sistemde siyasal bağımsızlık da ancak ekonomik güç ile anlam kazanır. Ekonomisi zayıf başkasına bağımlı olan bir devletin siyasal bağımsızlığı da biçimsel olmanın ötesine geçemez. Dolayısıyla bu tür devletlerin bağımsız bir dış politikaya sahip olması mümkün değildir. Bu anlamıyla yarı-sömürge devletlerle, emperyalist devletlerin dış politika yapış tarzları da politikalarını etkileyen faktörler de aynı olmaz. Zira yarı-sömürgeler biçimsel anlamda siyasal bağımsızlığa sahip olsalar da iktisadi olarak emperyalizme göbekten bağımlıdırlar. Yarı-sömürgelerin siyasal bağımsızlığı göstermeliktir. Dolayısıyla yarı-sömürge devletlerin bağımsız bir dış politikası da söz konusu olamaz. Bu devletler bağımlı bulundukları emperyalist devletin kendilerine biçtiği role uygun bir siyaset izler. Başka bir ifadeyle, emperyalist devletler iktisadi ve siyasi güçleri kullanarak yarı-sömürgelerin dış politikasını belirlerler. Kimi zaman baskı uygulayarak, kimi zaman emperyalist çapuldan kırıntılar vererek yarı-sömürgelerine istedikleri adımları attırırlar. Öyle ki yarı-sömürgeler sıkça, dış siyasette kendi çıkarına olmayan hamleler bile yapmak durumunda kalırlar. Bu bir tercih değil, iktisadi bağımlılığın dayattığı bir zorunluluktur. Dolayısı ile iktisadi bağımlılık kırılmadan yarı-sömürgelerin bağımsız bir dış politikaya sahip olması mümkün değildir. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği emperyalist hegemonya mücadelesinin sertleştiği kimi dönemlerde, yarı-sömürgeler de dış politikada daha deniş bir manevra alanına sahip olurlar. Emperyalistler arası çelişkilere oynayarak, göreli denge siyaseti izleyerek kendi ajandalarını hayata geçirmeye çalışırlar. Böylesi dönemlerde yarı-sömürgeler sanki bağımsız bir dış politika izliyormuş gibi görünür. Oysaki ancak emperyalistlerin müsaade ettiği adımları atabilirler. Dahası, “denge politikasını” sürdürmeleri emperyalistlere daha çok tavizler vermeleri nedeniyle, emperyalizme olan bağımlılıkları derinleşir. Bu tür dönemler geçicidir, konjonktüreldir. Emperyalistler arasındaki ilişkilerin “normale” dönmesi, belli bir güç dengesinin yeniden sağlanması ile yarı-sömürgeler dış politikadaki bu manevra alanlarını kaybederler. Bağımlı bulundukları emperyalistin ipleri sıkılaştırması ile dış politikada U dönüşleri yapmak yeniden esas efendileri ile uyumlu bir siyaset izlemek zorunda kalırlar. O sözde “bağımsızlaşma” görüntüsü ve söylemlerinin aldatıcılığı ortaya çıkar. Bu yarı-sömürgelerinin makus talihidir. Yarı-sömürgelerin tarihi dış politikada yaşanan bu zorunlu U dönüşleri ile doludur.
Türk devletinin tarihine kısa bir bakışta bile, yukarıdaki teoriyi doğrulayacak şekilde, yarı-sömürgeliğin damga vurduğu politika görürüz. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarına kadar TC’nin dış politikasında Avrupalı emperyalistler belirleyici olmuştur. Paylaşım savaşının ardından ise esasta ABD’ye bağımlı hale gelen Türk komprador burjuvazisi dışarıda da ABD ile tam uyumlu politikaları takip etmiştir. İlişkilerde kimi dönemler sorunlar ortaya çıkmış, kimi dönemler sorunsuz olarak devam etmiştir. Bu hususta belirleyici olan ABD ve AB’nin durumu olmuştur. Bu emperyalistlerin görece gerilediği veya yarı-sömürgeleri ile ilişkilerde ipleri gevşettiği dönemlerde, Türk devleti kendi çıkarını önceleyen kimi adımlar atmaya çalışmış, bu da ilişkilerde sorunlar yaratmıştır. Sorunların ortaya çıkması, Türk devletinin bu emperyalistlere olan bağımlılığında en ufak bir değişiklik yaratmamıştır. Nitekim ABD ve AB’nin baskıyı arttırarak ipleri sıkılaştırması ile Türk devleti U dönüşleri yapmıştır.
AKP döneminde izlenen dış politika ve bu alanda yapılan U dönüşlerinde yarı-sömürgeliği net bir şekilde yansıtmıştır. AKP’nin “yerli ve milli”lik söylemlerinin halkı kandırmaya çalışmaktan öte hiçbir anlamı yoktur. Tam tersine bu dönemde neoliberal politikalara hız verilmesi sonucu ABD ve AB’ye olan iktisadi bağımlılık derinleşmiştir. Bu da ABD ve AB’nin Türk devletinin dış politikasına daha çok etki etmesine neden olmuştur. Nitekim bugün yaşananların da net bir şekilde gösterdiği üzere ABD ve AB’nin ipleri sıkılaştırdığı her dönemde AKP’nin tam itaatten başka şansı kalmamaktadır.
AKP, ABD ve AB’ye tam itaat yemini ederek, bu güçlerin icazeti ile iktidara gelmişti. Özellikle iktidarının ilk döneminde ABD ve AB ile tam uyumlu bir dış politika izlemiştir. Bu dönemde AKP liderliğindeki Türk devletine BOP eşbaşkanlığı rolü biçilmiştir. BOP, Ortadoğu’yu ABD açısından dikensiz gül bahçesine çevirme projesiydi. Bu proje kapsamında öncelikle Suriye, İran, Libya gibi Rus emperyalizmine yakın duran ve neoliberal dönüşüm programını hayata geçiremeyen rejimler hedef alınıyordu. Bununla birlikte ABD bölgede kendi uşağı olan, ancak hantal ve sürekli sorun yaratan yapıları nedeniyle ABD’yi rahatsız eden kimi devletleri kendi çıkarına daha iyi hizmet edecek şekilde dönüştürmek istiyordu. Bu kapsamda AKP liderliğindeki Türk devleti diğer devletlere rol model olarak gösterildi. ABD öncelikle “yumuşak gücünü” kullanarak, ekonomik ve siyasal baskılarla bölge devletlerini dönüşüme zorladı. “Rol model” AKP bu kapsamda aktif bir rol üstlendi. ABD’nin mesajlarını Suriye, İran, Irak gibi devletlere taşıyarak bölgede adeta ABD elçisi gibi çalıştı. Ayrıca ABD BOP kapsamında AKP’ye, kendisi adına Sunni-Arap kesime liderlik yapma misyonu da biçmişti. Böylece İran’ı Türk devleti üzerinden dengeleyebileceğini hesaplamıştı. Ancak ekonomik ve siyasal baskı bölgedeki devletleri neoliberal dönüşüme zorlamaya yetmedi. Bunun üzerine ABD hedef aldığı ülkelerdeki rejimleri değiştirmek adına düğmeye bastı. ABD, tam da bu süreçte ortaya çıkan “Arap Baharı” olarak isimlendirilen halk isyanlarından faydalanmaya çalıştı. Müslüman Kardeşler örgütünün halk hareketlerini manipüle edip kendi peşine takarak hedef alınan ülkelerde (başta Suriye ve Libya’da) iktidara gelmesi amaçlandı. Türk devleti de ABD’nin kendisine biçtiği role uygun olarak Müslüman Kardeşleri tüm gücü ile destekledi. Libya’da Kaddafi’nin devrilerek Müslüman Kardeşler’in iktidarı gasp etmesine neden olan NATO saldırısına aktif olarak katılmıştır. Suriye’ye yönelik saldırılarda da sınırlarını açarak cihatçıların bu ülkelere sevkini sağlamış, bunlara her türlü desteği vermiştir. Türk hâkim sınıfları “Arap Baharı” sürecini ve ABD’nin kendine biçtiği misyonu bölgedeki yayılmacı emelleri açısından “tarihsel bir fırsat” olarak görmüştür. Müslüman Kardeşler örgütü üzerinden Sunni-Arap devletlerini etkisi altına alabileceğini düşünmüştür. Nitekim Mısır, Libya ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in kısa sürede iktidara gelmesi AKP’nin “bölgesel liderlik” hayallerine kapılmasına yol açmıştır.
“Arap Baharı”nı takip eden dönemde ABD ekonomik olarak hızla yükselen Çin’i hegemonyasına yönelik acil ve en büyük tehdit olarak saptamıştır. Çin’in gelişimini önlemeye odaklanan ABD, Ortadoğu politikasını da buna uygun olarak değiştirmiştir. Bu dönem aynı zamanda emperyalistler arasındaki güç dengelerinin değişmeye başlaması ile karakterizedir. 2008 mali krizi ABD ve AB’yi zayıflatırken Çin ekonomik olarak hızla gelişmeye devam etti. Askeri ve politik gücünü de tahkim eden Çin sosyal emperyalizmi, Asya-Pasifik’ten Ortadoğu’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar dünyanın her bölgesine ekonomik olarak sızmış ve ABD ile gittikçe sertleşen bir rekabete tutuşmuştur. Rus emperyalizmi de ekonomik olarak hâlâ görece zayıf olsa da asker ve politik gücü ile D. Avrupa, Kafkaslar ve Ortadoğu’da etkisini arttırmıştı. Ortaya çıkan bu tablo ABD’yi askeri-politik ve ekonomik güçlerini doğrudan Rusya ve Çin’e karşı konumlandırmaya zorluyordu. ABD esas olarak da güçlerini Asya-Pasifik bölgesine yığarak Çin’i çevrelemek istiyordu. Ortadoğu’daki politika değişiminin ana nedeni de budur. BOP zaten başarısız olmuştu. Suriye’de Esad’ın devrilememesi bu başarısızlığı tescil etmişti. Öte yandan Müslüman Kardeşler de iktidara geldiği ülkelerde ABD’nin beklediği dönüşümleri gerçekleştirememişti. Bu ülkelerde sisteme karşı halk isyanları sürüyordu. Müslüman Kardeşler’in bölgedeki etkisinin artmasından, bu örgütü kendi rejimlerine yönelik bir tehdit olarak gören S. Arabistan ve diğer körfez monarşileri de rahatsızdı. Nihayetinde ABD; Rusya ve Çin’le rekabetin keskinleştiği bir dönemde BOP’a daha fazla enerji harcamak istemedi. Bu sebeple BOP’u rafa kaldırarak Müslüman Kardeşler’e olan desteğini çekti. Bu politika değişiminin yansıması olarak da ABD Suriye’deki rejim değişikliği hedefinden kısmen vazgeçmiş, Mısır’da da Müslüman Kardeşler’e yönelik Sisi darbesinin önünü açmıştır. ABD bölgedeki uşaklarına da bu yeni politikasına uyum sağlamalarını dayatmıştır. Nitekim körfez monarşileri ve İsrail bu uyumu hemen sağlamış, zaten tehdit olarak gördükleri Müslüman Kardeşler’e karşı açık bir savaş açmışlardı.
BOP eşbaşkanlığına tamamen angaje olmuş olan AKP ise ABD’nin bu politika değişimine ayak uyduramadı. Zira Türk hâkim sınıfları, BOP’un rafa kalkması ve Müslüman Kardeşler’in tasfiye edilmesi halinde bölgedeki yayılmacı emellerinin suya düşeceğinin farkındaydı. Bu sebeple AKP Müslüman Kardeşler’e olan desteğini sürdürdü. Bunun yansıması olarak da Mısır’da bu örgüte darbe yapan Sisi yönetimini tanımadı. Mısır’la diplomatik ilişkiler kesildi. Suriye’de rejim değişikliği konusundaki ısrarının arkasında, efendisinin gücünü kendi gücü sayma aymazlığı ile emperyalistler arasındaki sertleşen rekabetten faydalanma kurnazlığı vardı. AKP bölgede Müslüman Kardeşler üzerinden artan etkisinin ancak ABD’nin desteği sayesinde mümkün olduğunu göremedi. Mevcut politikada ısrar etmesi halinde zaten Çin ve Rusya ile sert bir rekabete girmiş olan ABD’nin Ortadoğu’da Türk devletini desteklemeyi sürdürmek zorunda kalacağını düşündü. Hatta bu süreçte Suriye’de Rus uçağını düşürerek ABD ve NATO’nun desteğini arkasına toplamaya çalıştı. Ne var ki bu hesaplar tutmadı. ABD, yeni politikasına uyum sağlamamakta ısrar eden Türk devletine olan desteğini çekti. Suriye’de Türk devleti yerine Kürtlerle işbirliğine yöneldi. Zaten Rusya’yı cepheden karşısına almış olan Türk devleti, ABD desteğini yitirince özel olarak Suriye’de, genel olarak da Ortadoğu’da adım atamaz hale geldi.
2016 yılındaki darbe girişimi ardından ise Türk hakim sınıfları Rusya ve Çin’le ilişkilerini düzeltip geliştirecek, emperyalistler arası göreli bir denge siyaseti izlemeye yönelmiştir. Bu yönelimin salt Türk devletine özgü olmadığının altını çizmek gerekir. Esasta ABD ve AB’ye bağımlı olan bir çok yarı-sömürge devlet git gide sertleşen emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanmak adına bu süreçte göreli bir denge siyaseti takip etmişlerdir. Bir yandan Rusya ve Çin’le ilişkilerini, bu emperyalistlere tavizler verme pahasına geliştirerek dış politikada ki manevra alanlarını genişletmeye çalışmışlardır. Öte yandan Rusya ve Çin’e yakınlaşma şantajı ile ABD ve AB’den tavizler koparabileceklerini düşünmüşlerdir. Türk devletinin bu “denge politikasına” yönelmesinin arkasında Ortadoğu’da tekrar etkin olma amacı yatıyordu. Rusya’ya yanaşarak, ABD’nin kendisine kapattığı Suriye sahasına dönebileceğini düşünüyordu. Suriye’de rejim değişikliği artık hayal olsa da en azından ülkenin kimi bölgelerini işgal ve ilhak edebileceği hesapları yapıyordu. Öte yandan AKP, emperyalistler arasındaki çatlaklardan faydalanarak Müslüman Kardeşler’e olan desteğini, “Suni Arap aleminin” liderliğine oynamayı sürdürebileceğini düşünüyordu. AKP’nin Rusya ve Çin’e yanaşmak zorunda kalmasında, darbe girişiminlerin ardından ülke içinde ulusalcı Kemalistler ve MHP ile yaptığı ittifakta etkili olmuştu. Bu klikler Suriye’de kürtlerin kazanımlarından büyük korku duyuyor, savaşın ardından kürtlerin kalıcı bir statü kazanması ihtimalini “beka tehditi” olarak görüyordu. Dolayısı ile bu klik açısından ne pahasına olursa olsun Suriye sahasına tekrardan girilmeli ve kürtlerin kazanımları yok edilmeliydi. Suriye’ye tekrardan girilmesinin yolu ise Rusya’ya yanaşmaktan geçiyordu. Yani AKP iç politikada Ulusalcı-Kemalistlerin ve MHP’nin desteğini kazanmak içinde bu politikaya yönelmek durumundaydı. AKP’nin ihvan üzerinden yayılmacılığı önceleyen politikaları ile, Ulusalcı-Kemalistlerin Kürt düşmanlığını önceleyen politikaları ortak bir noktada buluşmuştu. Suriye’de ve Irak’ta Kürt Ulusal Hareketi’ne saldırma ve ele geçirilen bölgeleri mümkünse elde tutup, ilhak ederek toprak genişletme, Türk devletinin ana hedefi olmuştur. Bu hesaplarla, ABD ve AB ile olan bağımlılık ilişkilerini koparmadan, Rusya ve Çin’le ilişkilerini geliştirmiştir. Bunun için Rusya’dan S-400 alımı, nükleer santral ihaleleri dahil birçok taviz vermiştir.
(Devam edecek…)