Yoldaşla vedalaştık. Gecenin on ikisiydi. İn cin top oynuyordu. Semte doğru tabana kuvvet. Ara yollardan devriye polislerine görünmeden yürüyordum. Sokaktan caddeye çıktım. İki üç adım atmadan bir araba, içinde hınca hınç kıyamet, yanımdan hızla geçti. Elli metre ileride acı frenle durdu. Biri kapıdan dışarı fırladı. Galiz küfürler, bağrışlar. Durumu anladım. En ufak bir saldırıda olaya müdahil olacaktım. Elimi belime attım. Neyse ki araba yoluna devam etti. Arabadan fırlayan bana doğru geliyordu. Yürüyüşünden tanıdım. İçime bir acı çöktü; o idi. Rastlaşmamıza az kalmıştı ki araba gerisin geri geldi. Onun yanında durdu. Camdan kafasını uzatan bıyıklının “seni beklediğin o kavşağa gömeceğim, sen görürsün Yağmur Hanım” bağırtısı geceye yayıldı. Araba gaza basıp uzaklaştı. “Yağmur Hanım” derken “hanım” kısmı aşağılayıcıydı. O cevap vermedi. Sokak lambasının altından hızlı adımlarla ilk sokağa dönerek yoluna devam etti. Yağmur ismini tarihin soğuk nefesi gibi ensemde hissediyordum.
***
Ahmed yoldaşla 90’ların ortasında tanıştık. Toplumsal muhalefet oldukça yüksek, ortalık hareketliydi. Semtteki taraftar ve faaliyetçilerimizin dilinde bir genç dolanıyordu. Haliyle merakım arttı. Saflarımızdaki bu yoldaşlar görüşmek farz olmuştu. Zira anlatılanlar oldukça olumluydu. Düzenlediğimiz bir etkinlikte tanıştık. Sonraki günler hakkında söylenenlerin doğru olduğuna bizzat tanık oldum. Kendini aşan bir enerjiyle her yere koşturuyordu. Kavrayışı güçlü, örgütleyici ve harekete geçirici yönleri ön plana çıkıyor, umut vaat ediyordu. Semt sorumlusu olarak yakından ilgilendim. Çok sürmedi yardımcım olması. Süreç onu geliştiriyor o da sürece yanıt oluyordu.
***
Yağmur’un peşinden gitmek istedim fakat gidemezdim. Bir an önce eve gitmeliydim. Yola koyuldum. Aklım dönüp dolaşıp hep o güne, kahrolası o güne gelip takılıyordu. Takıldıkça geri dönesim geliyordu. Dönemezdim. Dönemedikçe ağırlaştı benliğim. İnsanın kendine ağırlaşması ne taşınmaz bir yükmüş.
***
Yoldaş canlısıydı Ahmed. Yüreğindeki sevgisini nedensiz sunardı yoldaşlarına. Herkese ayıracak bir zaman vardı. Sosyal ve girişkendi. Kimseyi geri çevirmezdi. Taşıdığı özelliklerden dolayı ona kadro gözüyle bakıyordum. Aynı şeyi birçok yoldaştan da duydum. Sevmediğim bir huyu vardı; banyodan geç çıkıyordu. Yarı şaka yarı ciddi takılırdım: “gücük burjuvalar sıcak suyu sever” diye. O ciddi yanını anlar ama bir şey demezdi. Sessizce gülümserdi. Bu geç çıkmaların nedenini öğrendiğim gün, erk hançerini Ahmed’e sapladığım gün oldu.
***
Nihayet eve geldim. Işığı yakar yakmaz gözüme ilk ilişen tekli koltuk oldu. O gün yaşanan onun tüm kareleri beynime hücum etti. Daha fazla dayanamadım. Yağmur’a sarılırcasına tekli koltuğa oturdum. Öylece kalakaldım. Onu düşünüyordum.
***
Sonbahar olmasına rağmen sıcak bir gündü. Sırt çantam dopdolu eve dönüyordum. Kan ter içinde kalmıştım. Semtin rampasını çıkarken tek düşündüğüm eve varır varmaz soğuk suyun altına girmekti. Eve yaklaştıkça sabırsızlanıyordum. Soğuk suya odaklanmış halde içeri girdim. Evden çıt çıkmıyordu. Çantayı yere bıraktım. Doğru banyoya… Kapıyı açar açmaz gördüğüm manzara karşısında şok oldum. Sorular, yargılar, çıkarsamalar beynimde dört dönüyordu. Tanımsız ve tarifsiz olan duygu atmosferi içindeydim. Bu ne hal, ilkeler-ahlak-onur nerede? Ne oldu? Derken içimde bir hiddet dalgası kabarıyordu. Umut vaat eden Ahmed yoldaşın hali beni çileden çıkarıyordu. Yoldaş doğruldu bir şey söylemek üzereyken banyonun kapısını çarparak çıktım. Peşimden geldi. Salondaydık, oldukça sakindi. Bense aldatılmış, aşağılanmış, sırtından vurulmuş bir duyguyla doluydum. Karşımda durdu, “Yüzüme bak” dedi. Tonu kendinden emindi. Yüzüne bakmadım. “Yoldaş önce bir dinle…” der demez elimin tersini yukarı doğru savurup bağırarak “neyi dinleyeceğim ha! Neyi?” diyerek kestim sözünü. Göğsüm bir körüğü andırıyordu. Laf anlayacak durumda olmadığımı anlayan yoldaş istifini bozmadan “tamam toplantı istiyorum, komiteyi topla”, “hay hay!” diye alayladım “akşama” diye de tersledim. Usulca yatak odasına çekildi. Sıcağı, teri, soğuk suyu her şeyi unuttum. Bize ne derler? Ne gözle bakarlar? düşüncesiyle çıktım evden.
***
Gözlerim o günün her anına tanık olan evdeki her şeye ilişip durdu. Tarih yeniden canlanıyordu, sanki. Üzünç içinde koltuktan kalktım, ağlamaklıydım. “Ah!” dedim. “Ah Yağmur!” Ömürden harcayarak öğrenmek ne kadar da sancılı…
***
Aklım Ahmed yoldaştaydı. Geçmişe odaklanıyor, bir şeyler bulmaya çalışıyor, “nasıl göremedim, nasıl fark etmedim” diye kendime kızıyordum. Komiteden bir yoldaşı buldum diğer yoldaşı da bulmasını akşama toplantı olduğunu söyledim, ayrıldık. Semtte dolanıyordum fakat tek gündemim Ahmed’di. Daha önce hiç karşılaşmadığımız bir sorundu. Ne okumuşluğumuz vardı ne de doğru düzgün bir bilgimiz. Biz onlardan uzaktık onlar da bizden. Kadın sorununa dair onlarca kitap-makale okuduk fakat bu konuya dair bir deneyimimiz yoktu. Genel toplumsal kabuller ve kulaktan dolma bilgilerden ileri gitmiyordu birikimimiz. Dahası toplumdaki dışlayıcı, yaşam alanı tanımayan yaklaşımı biz devrimcilerde de vardı. Dövmüyor, tecavüz etmiyor, öldürmüyorduk fakat bunlara sessiz kalıyor, hiç bulaşmıyorduk. Hakim olan anlayış ve yaklaşım “bunlar, bu hastalık, devrimci saflara sirayet edemez” şeklindeydi. Kararımı verdim. Öyle olması gerekiyordu. Kimsenin diline düşmezdik!
Akşamın dokuzu gibi eve girdik. Ahmed yoldaş karşıladı bizi. Toplantıyı hemen başlatmak istiyordum. Yoldaşlarda onaylayınca kaçınılmaz sonu uzatmanın ne alemi vardı! Önce o olayı anlattım. Yoldaşlarda benim gibi şok oldular. Sonra sözü Ahmed yoldaşa bıraktım. Yoldaş olaya dair beni onayladıktan sonraki ilk cümlesi “ben eşcinselim” oldu. O tekli koltuktaydı, biz üçümüz kanepede. Suratımız ekşidi hemen, kadro olabileceğini düşündüğümüz yoldaşa bak hesabından. Tınmadı Ahmed yoldaş, kendinden emin, konuşmasına devam etti. Kadın sorunu, cinsiyet rolleri, cinsel kimlikler ve eşcinsellik konularına değindi. LGBTİ+’lerin yaşadığı sorunların panoramasını çizdi ve cinsel kimliklerinin kabul edilmesi için verdikleri mücadelenin dünya ve Türkiye örnekleriyle tarihsel sunum yaptı. Konuşması uzadıkça sabırsızlığım tepkiye doğru eviriliyordu. Konuşma hakkının olmadığı hissiyatı içindeydim. Bir ara durdu gözlerimizin içine baktı. Konuşması bitti sandım oh! Diyecektim ki; “yoldaşlar bizim LGBTİ+’lere dair bir politikamız ve çalışmamız yok. Onları örgütlememiz dahası saflarımızda yaşam alanı sunmamız lazım”, “Heee! İşi gücü bırakalım, işçiyi, köylüyü unutalım sizin derdinize düşelim öyle mi?” Sabırsızlığımızın patlama noktasıydı. Hiddetle konuşuyor, konuştukça sinirleniyor, sesim yükseliyordu, “sapkınlık, hastalık, ahlaksızlık saflarımıza, hele ki partiye, asla sirayet edemez” diyordum. Yoldaşlar beni sükunete davet ediyorlardı fakat içimdeki faşist durmuyordu. Yoldaşların şaşkın bakışları arasında hızla banyoya gittim, aradığımı göremiyordum. Hırsla seslendim “nerede o?” diye. Aynı anda yattığımız odaya daldım. Yatağını, dolabını karıştırıyordum. “Montumun cebinde” sesini duydum. Biri benden alacakmış gibi sarıldım monta. Cebinden çıkarıp almamla salona girmem bir oldu. Kendimce en büyük delili, vibratörü göstererek “herkese bundan dağıtalım mı? Ha! Dağıtalım mı?” bağırtısıyla kafasına fırlattım, Ahmed yoldaş hala sakindi. Onun bu haline de kızıyordum; “yumuşağa bak hem suçlu hem güçlü” diye hasbinallah çekiyordum. Yere düşen vibratörü aldı ve tek tek bize baktı. “Erkek ve kadın yoldaşlar cinsel kimliklerini istedikleri gibi yaşıyor. Aşık oluyor, sevip-seviliyor, doyasıya sevişiyorlar, peki biz? Cinselliğimizi, bedenimizi, benliğimizi, insana ait tüm duygularımızı saklayarak, saklanarak, solunarak, kaçarak, göçerek en kötüsü de kadın veya erkekliğe gizlenerek yaşamak zorunda kalıyoruz, bırakılıyoruz. Bize, LGBTİ+’lere yaşam alanı tanımayan devrimin ataerkil toplumdan ne farkı var, onun neresi dev…” Bu kez zıpladım, dili nerelere de uzanıyordu! “Yeter! Defol git ibne, hastalığını bize bulaştırma!” dedim. Odaya dünya sessizliği çöktü. Bir insanın iç ölüm yaşamasının nasıl bir şey olduğunu Ahmed’in gözlerinden anladım ama gocunmuyordum. Severdi beni, nazı geçerdi, faaliyet alanında birbirimizi tamamlıyorduk. Bundan dolayı ki benden asla böyle bir tavır beklemiyordu. Son raddeye kadar beni ikna edeceğini düşünmüş olmalıydı ki, yıkılması, umudunun kırılması o kadar derin ve etkili oldu. Sessizliği bozdum. Söz almak isteyen yoksa karara geçmeyi önerdim. Diğer yoldaşlar tepki ve tavrımı eleştirdi sadece, diğer noktalarda hem fikirdik. Ahmed yoldaşı saflarımızdan attık, kurtulduk o hastalıktan!
***
Balkona çıktım. Gecenin üçü müydü neydi. Gözüme uyku girmiyordu. Bıyıklının söylediği kavşağa doğru baktım. Yağmur’un toprağa bakarken ki hali canlandı gözümün önünde. Ürperdim. Bu geceki dahil bugüne dek yaşadıklarımı düşündüm. İçim ezildi. “Yağmur affet beni” diye karanlığa doğru fısıldadım.
***
Karar alınır alınmaz Ahmed yoldaş evi terk etti. Gecenin o vakti nereye gitti bilmiyorum, ilgilendirmiyordu da. Daha sonra ne aradık ne sorduk. İdeolojik zaaf, iflah olmaz küçük burjuva hastalık, yozlaşmışlık olarak açıkladık bu gidişi. Eşcinselliğe değinmedik sadece ilgili yoldaşlar bildi. Sakladık. Aradan hayli zaman geçti. Kadın sorununa dair yeni sorgulamalar, tartışmalar, ataerkiye güçlü darbeler vurdu. Hem kavrayış derinleşti hem de ufkumuz genişledi. Kadın yoldaşların emeği çok büyüktü bu noktada. Ahmed yoldaşa zerre şans tanımayan ben şimdi onun gibi düşünüyordum. Kahır içindeydim.
***
Fısıldamak yetmiyordu, defalarca fısıldasam da olmuyordu: Hayır! Ona koşmak istiyordum, koşup sarılmak…
Onu bir daha kaybetmek istemiyordum. “Ne duruyor? Neyi bekliyorsun?” Dürtüsüyle kendimi rampanın başında buldum. Ahmed yoldaşın kalbine sapladığım hançerin acısıyla dönüp baktığı, onu son defa gördüğüm rampanın başında. Durdum onun gibi geriye baktım, balkondaki acımasız olan kendime. Kalbim yükünü taşıyamaz oldu. Bir insanı, bir devrimciyi kadro olabilecek bir yoldaşı, en ağır sözlerle, sırf eşcinsel olduğu için mücadeleden koparmıştım. İnsan ve yoldaş sevgisi dolu yüreğine koca bir hançer saplamıştım. Cinsel kimliğini yaşamak istedi diye ezmiş, umutlarını hayallerini elinden almış öldürmüştüm onu. Hem de hiç acımadan. Sokağa atmıştım onu, camdan kafasını uzatan bıyıklıların yanına… Balkondaki çıkmazdan kavşağa doğru çevirirken başımı derin bir iç çektim. Tüm bunları devrimcilik adına yapmıştım. Yüreğim bir deniz gibi kabardı kabardı bendini yıkan bir sel gibi patladı. Rampaya aşağı deli gibi koşmaya başladım. İçimden avazım çıktığı kadar bağırıyordum: “Yağmur! Yağmur!”
Rampayı inip yönümü kavşağa döndüğümde daha hızlı koşmaya başladım. İçimdeki ses susmuyordu. Kavşağa gelmem uzun sürmedi. Sabahın körü, kimsecikler yoktu ortalıkta. Arayan gözlerle bakınıyorum; sağa sola, öne arkaya, yok, yoktu işte. Kendini aşan enerji ve coşkuyla devrime daha nice katkılar sunacak bir yoldaşı mücadeleden koparmanın kahrıyla gerisin geri mezara, eve döndüm.
Sonraki o günler defalarca gittim o kavşağa, LGBTİ+ derneklerine, eylemlerine; yok. Sokakta LGBTİ+ bireylere sordum, sosyal medya, üçüncü sayfa haberleri, TV haberleri; yok bulamadım. Tarih bizi belki, bir daha karşılaştırır diye zamana bıraktım.
***
Mevsim sonbahara döndü. Yapraklar bir bir dökülüyordu dalından. Günün koşuşturmacasından bakamadım hiçbir haber kaynağına. Akşamın dokuzuna doğru eve geldim. Yoldaşlar kitap dergi okuyorlardı. Yemeğimi yedim. Salona geçtim. Masanın üzerinde günlük gazeteler vardı, tekli koltuğa oturup okumaya başladım. İkinci gazetede tarih bizi yine karşılaştırdı. Derin bir iç geçirerek koltuğa iyice yaslandım. Derin iç çekişim sesli olmalıydı ki yoldaşlar “ne oldu?” dercesine baktılar. Cevap bekliyorlardı. “Yaşam dalından bir yaprak daha düştü”, “….”, “O artık yok” dedim, ağlamaklı. “Kim, ne oldu yoldaş anlatsana” gibi telaş, kaygı ve merak dolu sorular döküldü ağızlarından.
Yağmur’un hikayesini anlattım; “Şimdi” dedim “söyleyin onun katili kim?”
Gece boyu yağmur yağdı. Biri o gömüldüğü kimsesizler mezarlığını ıslattı, biri de sol yanımı…