Yeni Demokrasi Gazetesi olarak Deriteks Eğitim ve Örgütlenme Uzmanı Ulaş Veysel Arslan ve İnşaat-İş Yönetim Kurulu Üyesi Özkan Özkanlı ile koronavirüs salgınının işçiler üzerindeki etkilerine, bu süreçte tekstil ve inşaat sektörlerinde yaşanan hak gasplarına dair bir video-röportaj gerçekleştirdik. Röportajı Youtube linki üzerinden izleyebilir; gazetemizin 59. sayısı için kısaltılmış halini yazılı olarak okuyabilirsiniz.
YENİ DEMOKRASİ: Öncelikle hoş geldiniz. İlk sorumuzu Veysel Arslan’a yöneltmek istiyorum. Salgının deri ve tekstil sektöründeki işçilere etkisi, ortaya çıkan sorunlar nelerdir?
ULAŞ VEYSEL ARSLAN: Tekstil büyük bir çalışma alanına sahip. Ülke genelinde 1 milyon 200 bine yakın kayıtlı tekstil işçisi bulunmakta. Tekstilde kayıt dışı çalışma oranı yüzde 40 ile 60 arasında –bölgeye göre de değişiyor. Bugün biz 2 milyona yakın tekstil işçisi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yaklaşık 500 bini İstanbul’da. 400 bin Avrupa yakasında 100 bin ise Anadolu yakasında olmak üzere 500 bin tekstil işçisi var.
Koronavirüsle birlikte gündemleşen bazı temel sıkıntı ve sorunlarımız var. Virüs süreciyle birlikte ortaya çıkan en büyük risk; sağlığın korunması için gerekli hijyen koşullarında alınmayan tedbirlerdir. Bu durum işçilerin sağlığını kaybetmesi, yaşam ve ölüm arasındaki mesafesinin daralmasıyla ilgili. İşçiler daha önce yoksullukla, asgari ücretle -kölelik ücreti- geçinmekte zorlanırken bir nevi “yaşadım” diyebilmesinin koşulunu göremiyorsunuz. Yani koronavirüs sürecine kadar işçiler yalnızca hayatta kalma, geçimini sağlama mücadelesiyle baş başalardı ama virüsle birlikte bu hayatta kalma becerileri bile kısmen ellerinden alındı. Daha önce işsizlik ve asgari ücret arasında bir denklem vardı. Bu denklem, ölümü gösterip sıtmaya razı eden bir denklemdi. İşçi, işsiz kalmaktansa asgari kölelik ücretiyle devam ediyordu. Şimdi bu denklem şöyle bir yön değiştirdi; iki ölüm arasında tercihte bulunma. Yani ‘çalışmazsanız ölürsünüz’, işçilerin temel kaygısı budur. Her gün geçim sıkıntısıyla, bir sürü ekonomik sıkıntıyla karşı karşıya kalmak ‘ölümü’ ifade ediyordu. Şimdiyse bu somut bir şeye dönüştü çünkü artık fiziki anlamda da bir ölümden bahsediyorsunuz. Artık ölümü gösterip sıtmaya razı etme değil iki ölümden birini tercih etmek söz konusu. Önce çalışmazsanız ölürdünüz ama şimdi işçiler için şöyle bir şey var; çalışırsanız da yaşama garantiniz yok çünkü virüs var. Fabrikadan çıktığınızda başka bir mesele fabrikada kaldığınızda başka.
Formalite icabı yürütülen bir iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri var, sendikal olmayan yerlerde ise tamamen patronun inisiyatifine kalmış vahim boyutlarda tedbirler var. Örnek veriyorum; deri sektöründe günlük değişmesi gereken maskeler var –deri sektörü kimyasalın yoğun olduğu alanlar. Deri arıtma-temizleme bölümlerinde günlük maske değişmesi gerekirken maskelikten çıkmış diyebileceğiniz 4 ay kullanılmış maskeler var. Maske işlevi göremeyecek formalitede, görünebilir bir maskenin varlığı söz konusu. Mesela haftalık değişmesi gereken eldivenler var ama neredeyse 1 seneyi aşkın aynı eldivenler kullanılıyor.
Alınan ‘tedbirlerle’ (!) ilgili ya da biz buna tedbirsizlik diyelim; alınmayan önlemlerle ilgili işveren ve hükümetin mantığı sahada ortaya çıkan gerçeklikle beliriyor. İşyeri sahipleri ise hijyen önlemlerini vitrin süsünden öteye götürmüyor. Örneğin; 600 kişinin çalıştığı fabrikada 4 tane tuvalet var. Yani bırakın hijyen koşullarını kullanacak sabun bulamıyorsunuz. Yemekhanenin kapasiteleri belli, 1 masada 4 tane işçi oturmak zorunda. Bunu sosyal mesafe kuralına uyarlasanız en az 4 tane daha yemekhane kurmak zorundasınız, belli ki işveren buna zaten adım atmayacak. İşçiler mecbur burada yemek yiyecekler. Makinelerin arasında dahi 30 veya 50 santim arasında bir fark var. Bant sistemiyle üretim yapılan yerlerde muazzam bir dip dibe çalışma var, yemekhane kuyruğu hakeza öyle. Servislere biniyorsunuz; servis sayısının 4 kat artırılması gerekirken işveren bundan tasarruf ediyor. Bununla birlikte fabrika içerisinde virüse yakalanmış bir işçinin –koronavirüsün çok acil bir tanı ve tahlili yok biliyorsunuz, 14 günlük bir kuluçka süresi var, 14 gün boyunca birçok işçi arkadaşına bulaştırabilir. Bırakın 14 günü 3 günde bin kişilik bir fabrikaya koronavirüsün yayılmasının önünde hiçbir engel yok. Örneğin işçi servisleri bir tek fabrikaya ait değil belli saat dilimleri arasında o fabrikaya çalışıyor. Bir fabrikaya işçi taşıyan servisler aynı zamanda başka bir özel sektör alanı veya okul servisi olabiliyor. Bunun tedbiri alınmadığında virüsün ne kadar yayılabileceğini görüyoruz.
Küçük ölçekli işyerleri ile ilgili en büyük temel sıkıntı şu; kayıt dışı çalışmanın olduğu yerler -merdiven altı nitelendirdiğimiz yerler. Buralarda çalışan işçilerin sağlık güvencesi yok. Pandemi ilan edilse de özel hastanelerde para alındığı haberleri geliyor, bir işçinin ödeyeceği meblağları düşünün, çok ciddi bir denetimsizlik var.
Tekstil alanı da inşaat alanı da yoğun olarak sosyal mesafelenme probleminin yaşandığı alanlar, bu tartışılmaz ama bir yandan da içimizi acıtan başka bir şey var. Sürekli olarak Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı ‘evde kal’ çağrıları yapıyor. Bankalar, büyük fabrikalar ve çeşitli sermayedarların da bu yönde dev panolarda reklamları var. Şimdi ortada büyük bir mantıksızlık var. Bunun arkasında da işçilerin değerinin nerede görüldüğü var. “Evde kal” çağrıları bu kadar ciddi ve yaygın olarak yapılıyorken bir yandan da işçilerin fabrikalarda çalışmaya gönderilmesi bir akıl tutulması gibi geliyor. Tabii ki bu akıl tutulmasının bizce cevabı çok net; sermayenin işçi sınıfına layık gördüğü yaşam bu aslında.
ÖZKAN ÖZKANLI: Geçenlerde bir tane soytarının, ‘ekmeğimiz yok açız’ diyenlere ‘geber’ demesine tanık olduk. Bunun gibi binlercesi var. ‘Evde kal’ deniyor fakat bunun doğalgazı var; elektriği var; suyu var. Ekmeği var; çocukların ihtiyaçları var, bunları kim ödeyecek? Sosyal bir devletten bahsediyoruz (!) fakat o sosyal devletin halkına dayattığı bir IBAN numarası var. Sosyal devlet, halkın bütün haklarını verendir, bu sürece sosyal devlettir; sosyal devlet bu değildir -sosyal devlet yalanının da teşhir olduğu bir dönemdeyiz.
ARSLAN: Bizde yaşanan şeyin başka bir boyutu ABD’de de vardı. Teksas’ta vali yardımcısı, ‘Halk sağlığı tedbirlerinin ekonomiye zarar verdiğini görmektense ölmeyi tercih edeceklerini’ söylemişti. Bu aslında sermayenin ve bunların temsilcisi hükümetlerin niyetinin çok açık biçimde ifade edilmiş hali, bunlar saklanamayacak boyutta olan ifadeler. Bunun diğer yöneticiler tarafından söyleniyor olması bunun desteklenmediği anlamına gelmez, ülkemizde gösterilen pratik de bunu destekliyor. OECD ülkelerinin virüs karşısındaki önlemlerine baktığınızda bu işçi sağlığını önemseyen bir boyutta değil. Bu bir olgu, bugün ayakkabı fabrikasında çalışan bir işçi bana şunu söylüyor: ‘Ben kendimi bir işçi olarak hiçbir zaman bu kadar değersiz görmemiştim.’ Bugün çalışan işçilerin hâlet-i ruhiyesi tam da buna denk düşüyor.
YD- İşçilerin, devletin ve patronların onlara nasıl baktığını anladığı bir durum söz konusu. Aslında virüs bize sistemin teşhirini de sunuyor. İnşaat şantiyelerinden de koronavirüs haberleri gelmeye devam ediyor, sayılar öncekine göre çok daha fazla. Kocaeli Tekfen’de 20 işçide virüs tespit edildi. Yapılan yalnızca 40 testten 20’si pozitif çıktı. Yani test yapıldıkça daha fazla çıkma potansiyeli de var.
Egemenler, işçileri ya virüs ya da ölümü seçmek zorunda bırakıyor. Çalışırsan da ölümle burun buruna olduğun bir tablo söz konusu. Şimdi de Özkan Özkanlı’ya sorumuz yöneltmek istiyorum. Peki bu süreçte inşaat işçileri neler yaşıyor?
ÖZKANLI: Aslında üretimin bütün alanlarında ortak sorunlar var. Fakat inşaatta şöyle bir durum söz konusu; şantiyede kalan işçiler ağırlıklı olarak birbirilerine bulaştırıyorlar virüsü. Örneğin; bir işçi virüsü kaptı ve bunu şantiyeye taşıdı. Kendi ekibini düşünelim; mesela 20 kişilik bir ekip. Virüsün şantiyede dolaşarak 14 günde bütün şantiyeye yayılması durumu söz konusu. Şantiyeler, hijyenik alanlar değil ki bulaşmasın. Virüs öncesinde de şantiyelerin durumu biliniyordu. Sosyal medyada da işçilerin, ‘Bakın, biz bu şartlarda yaşıyoruz’ diyerek yaptığı paylaşımlar var, oralardan da görüyoruz şantiyelerin halini. Bırakın insanı, hayvanı koysanız yaşamaz, canlı bir varlığın yaşayabileceği bir yer bile değil bu alanlar. Sosyal mesafeden ve dezenfektandan, hijyenik koşullardan bahsediliyor, bunların hiçbiri uygulanmıyor. Uygulanmadığı gibi bir de hiç değişmeyen bir ‘şantiye’ gerçekliği var. Bu gerçeklikte, evine giderken de korunamıyorsun, işine giderken de; işe gitmezsen aç kalırsın, işe gidersen ölürsün.
Birçok sektörde insanlar güvencesiz çalışıyor, hiçbir güvenceleri yok. En son -kısa çalışma ödeneği ve bin liralık sosyal yardım parasından sonra bn.- bin 170 liralık destek açıklandı. Bir ailenin, İstanbul’da en düşük 800 lira kira ödemesi var. Bugün çekirdek bir ailenin aylık tüketeceği ekmeğin tutarı en az 300 lira. Geriye doğalgazı, suyu ve elektriği var. Gerisini de hiç saymıyoruz. Yani yalnızca ekmek ve kira ödemekle yaşanmaz. Peki ya güvencesiz çalışanlar, sigortasız olanlar? Bankaya kredi çekmeye gönderiliyorlar, 6 ay ertelemeli ödeme. Yani işçiyi borçlandırıyor, ‘sosyal devlet’ dediğimiz yapı ‘sosyal faizcilik’ yapıyor. İşçiyi borçlandırıyor, sermayeye destek çıkıyor.
YD- Galaport’ta 3 işçinin koronavirüs testi pozitif çıkmıştı. Bugün Dev Yapı-İş Sendikası temsilcisi hayatını kaybetti…
ARSLAN: Sahada alanda birlikte birçok eylem yaptığımız bir arkadaşımız Hasan. Buradan Dev Yapı-İş Sendikası’na başsağlığı diliyor, acılarını paylaşıyoruz. Değerli bir dostumuzu virüse karşı alınmayan önlemler neticesinde kaybettik.
ÖZKANLI: Hasan arkadaşın kaybı bizim için acı. Bizim de sendikamızın kuruluşunda yer alan bir üyesi, ciddi bir üzüntü yaşıyoruz.
Galataport’ta çalışan arkadaşlar sorunların ve direnişin koronavirüs öncesinde başladığını söylüyor. Başından itibaren temizliğe önem verilmediğini belirtiyorlar. Birçok gurbetçi işçi çalışıyor Galaport’ta, bunları beyan ediyorlar. En son genel bir iş durdurma kararı alıyorlar ve çalışan 80 işçiden 40’ı işi durdurma eylemi yapmıştı.
YD- Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
ARSLAN: Pandemi gündemiyle birlikte sokak ayağının zayıfladığı bir süreç var ama aynı zamanda koronavirüs pandemisinin bize öğrettiği bir şey var; bugün Bangladeş’te çalışan tekstil işçisi ile Bursa’da çalışan metal işçisinin kaygıları ortak düzeye geldi. İşçi sınıfının, sermayeye karşı tutumu bu dönemde berraklaştı.
Ortak, merkezi 1 Mayıs talebimizden, sokaktan vazgeçmediğimizi belirtelim. Bu süreç konfederasyonların birlikte hareket etmesi gereken bir süreç. Tüm işçilerin mücadele günleri olan 1 Mayıs’ını kutluyorum. Bütün işyerlerinde, çalışmakta olanların üretimi durdurmaları için haykıracağız. Gelecekle ilgili kaygılarımızı gidereceğimiz taleplerimizi vurgulayacağız. Yaşasın işçi sınıfının örgütlü gücü. Buradan başta tekstil işçileri olmak üzere tüm emekçi ve işçilere, ‘Biz birlikteyken güçlüyüz’ diyoruz.
ÖZKANLI: Bizim bu 1 Mayıs’ta önümüze koyduğumuz iki unsur var; ya genel grev ya ücretli izin. Bütün sendikalara çağrımız da bu yönde. Söyleşi için teşekkürler.
YD- Katılım sağladığınız için biz teşekkür ederiz.