[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Yazıyı dinle “]
Emperyalist kapitalizmin düşük kâr oranları, tedarik zincirinin pandeminin etkisiyle aksamasının yarattığı enflasyon ve resesyonlar, pazar alanlarının daralması, Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı yeni ekonomik tablo onun inişli-çıkışlı durumunun devam etmesi anlamına geliyor. Mevcut krizden çıkışın bir adresi olarak görülen yarı feodal ve yarı sömürge ülkeler ucuz üretimle ve pazar alanı olarak mevcut krizin belli halkalarına “can suyu” olurken krizin fırtınaya dönüştüğü ülkeler olma özelliğini de taşıyor. Bağımlı sosyal-ekonomik yapının “dikiş tutmayışı” aynı döngüde debelenmeyi sürdüren bir Türk hâkim sınıfları gerçekliğini de gözler önüne seriyor.
Türkiye de sosyoekonomik yapının bir sonucu olarak mevcut krizin fırtına etkisi yaptığı ülkelerden. Kriz her ne kadar emperyalist sermayeyi “yeni” arayışlara yöneltse de bu politikalar aynı üretim tarzının hâkim olduğu bir düzende uygulanıyor. Bu “aynılık” bizdeki üretim ilişkileri bağlamında değişmeyen sonuçlar olarak karşılık buluyor: zamlar, işsizlik, yüksek enflasyon, ağır vergiler!
MIZRAK ÇUVALA SIĞMIYOR
Seçimlere giderken yaşanan depremler ağır krizin yaşandığı ekonomiyi daha da güçsüz kılmış, AKP-MHP faşist bloku aleyhine bir tablo yaratmıştı. Bu tablo içerisinde halkın gözünü boyamaya dönük kimi uygulamalarla krizin daha az hissedilir olmasına dönük bir ekonomi politikası izlenmişti. Nitekim seçimlerle şekillenen ekonomi politikası gerçekliğini M. Şimşek de TÜSİAD ve Bankalar Birliği yönetim kurulu üyeleriyle yaptığı toplantıda kabul etmiştir. Şimşek, atılacak adımlar için seçimleri işaret ederek sabır istemiş, “keşke yerel seçimler yarın olup bitseydi” sözleriyle de bu gerçekliği bir kez daha itiraf etmiştir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi, Kur Korumalı Mevduat (KKM) ile döviz dalgalanması baskılandı, bu, bütçe açığını büyüttü. Kurlar üzerinde baskı oluşturularak faizler düşük tutuldu, para basımına yüklenildi, kamu varlıklarının satışına gidildi. Tüm bu politikalarla ekonomide kısa süreli bir denge yakalanmaya çalışılırken kriz kaynaklı uygulanması gereken zam politikası da seçim boyunca uygulanmadı. Seçim sonrası “rasyonel zemine dönüş” ve M. Şimşek’li ekonomi politikası halka kesilen acı fatura ve zamlar demekti.
Bir seçim taktiği olarak yapılmayan zamlar yeni bir seçim sürecine girilirken peş peşe yapıldı. Kuşkusuz yerel seçim öncesi yapılan bu zamlar mevcut sıkışmışlığın ve mızrağın çuvala sığmadığının bir göstergesi.
AKP-MHP faşist bloku, Kurumlar Vergisi’nin yüzde 25’e çıkartılması sonrasında vergi artırmak için ikinci önlem paketini açıkladı. Resmî Gazete’de yayımlanan karar ile Katma Değer Vergisi oranları yeniden belirlendi. R. Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Resmî Gazete’de yayımlanan kararlara göre; KDV, yüzde 18 olan ürünlerde yüzde 20’ye, yüzde 8 olan ürünlerde ise yüzde 10’a çıkarıldı. Yurt dışından getirilen telefon harçları 20 bin liraya çıkarken, pasaport harçları yüzde 50 zamlandı. Karar, 10 Temmuz Pazartesi günü yürürlüğe girdi.
VERGİNİN EKONOMİDEKİ YERİ
Üretimin sınırlı oluşu ve dışa bağımlı bir ekonomik sistem gerçekliğinde vergiler devlet açısından can simidi anlamına geliyor. Kuşkusuz ekonomide verginin bu denli önemli yer edinmesinin bir arka planı var. Neoliberalizmin yarı feodal yarı sömürge ülkelerde düşük ücretli emek, işçi sınıfının kazanılmış haklarının tırpanlanması, sermaye akışına engel olacak tüm prosedür ve uygulamaların kaldırılması, pazar alanını genişletecek uygulamaların hayata geçirilmesi, ülke kaynaklarının emperyalizme daha fazla ve dizginsiz peşkeş edilmesi politikası Türkiye için de geçerlidir. Bu politikaların tümü emperyalist kapitalist sistemin ve onun yerli iş birlikçilerinin çıkarları doğrultusunda bir bir uygulanırken vergi sistemi de buna göre düzenlendi. TC bütçesinin gelirler alanının tamamına yakınını oluşturan vergiler hâkim sınıflar lehine hafifletilirken yükü ise halka bindirildi. Bu gerçeklik, vergilerin “tüm toplum için geçerli olduğu” söyleminin egemenler lehine bir safsata olduğunun da göstergesidir. Zenginlerden alınan vergilerin bütçedeki payları yıllar içerisinde giderek azalırken ücretlerden ve tüketimden alınan vergilerin payı ise artırıldı. Bu süreçte kamu harcamalarının borçlanarak yüksek faizlerle yapılması yine bu faizlerin de vergi olarak halka yansıması anlamına geliyordu. Devlet bu süreçte egemenlere halktan vergi alarak para taşıma görevini dolaysız olarak hayata geçirmiş oldu. Bu sistem ile kriz olsun ya da olmasın vergi yükü esas olarak halkın sırtına yükleniyor, bir avuç sömürücü düşük rakamlı vergiler ödüyor. Bu düşük oranlı vergileri ödemeyenler de her 5 yılda bir getirilen aflarla aklanıyor.
Yıllar içerisinde üretimin azalmasının gelire yansıdığını vergilere yapılan zamlardan görüyoruz. Zamlar üretimin olmayışıyla doğrudan ilgilidir. Bu aynı zamanda vergi yükünü de artıran bir durumdur. Üretim oranındaki nitelik, kuşkusuz ürün sayısı değil üründen elde edilen gelirle açıklanabilir. Tarımsal üretimdeki gerileme bu noktada örnek olarak gösterilebilir. Türkiye ekonomisinde önemli bir üretim oranına sahip tarımın yıllar içerisindeki tasfiyesi üretimin azalması anlamına gelmektedir. Bu, üretimdeki gelirin yıllar içerisinde azalması, dövizin bu azalmadaki etkisi gelir kalemindeki azalmanın vergilerle tamamlanması ihtiyacını açığa çıkarıyor. Bu ihtiyaç ise halkın sırtına yüklenen bir vergi sistemini kaçınılmaz kılıyor. Her bakımdan eşitsizliğin hâkim olduğu toplum gerçekliği yalın bir biçimde vergilerde de karşımıza çıkıyor.
Emekçi halkın sırtına yüklenen vergilerdeki yüksek zam oranı maaş ücretleri için geçerli değil. Ürünlere yapılan zam oranlarıyla ücretlerde yapılan artış oranları arasındaki uçurum halkın daha fazla yoksullaşması anlamına geliyor. Vergi zamları hemen her gün bir ürüne yapılan zam olarak halkın sofrasına yansıyor. Alım gücü alabildiğine düşüyor. Asgari ücrete yapılan zam üçüncü ayına girmeden vergi zamlarıyla kuşa çevriliyor!
Uzun yıllardır yüksek enflasyon, zamlar ve işsizlikle boğuşan emekçi halkın yeni zamlara dönük öfkesi eyleme, isyana ve sokağa meyleden bir harekete dönüşmüyor. Seçimlerin yarattığı eylemsizlik ve umutsuzluk hali AKP-MHP faşist blokunun baskı ve sindirme politikalarıyla birleşerek halkı zamlar karşısında şimdilik “sessiz” kılıyor. Halkın derinden akan sessiz öfkesi devrimci hareketin zayıflığı ve komünist öncünün yetersizliğiyle örgütsüzlüğü ortaya çıkarıyor. Halkın öfkesi bu duruma bağlı olarak şimdilik harekete meyletmese de düzeni alaşağı edecek kudrette bir potansiyeli barındırmaktadır. Görevimiz bu potansiyeli örgütlemek, öfkeyi eyleme dökmek olmalıdır. Kitlelerin bu yön arayışında komünist öncü olmaksızın kurtuluşun mümkün olmayacağı bilinciyle kitlelere gidelim, sessiz öfkeyi isyana dönüştürelim!