[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Bu yıl 12’ncisi düzenlenen Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali geçtiğimiz günlerde sona erdi. Bir hafta boyunca kısa ve uzun metrajlı filmlerin izleyiciyle buluştuğu festival, “suç” ve “ceza” kavramlarını derinleştirip içselleştirerek, kavramların somutlaşmasını ve göz ardı edilen gerçekleri önümüze serme noktasında ufuk açıcı bir rol oynuyor. Festival, sanatın ve bilimin ışığında çarpıcı bir dil ile insan hakları ve “özgürlükleri” bağlamıyla adalet konusunda toplumsal bir yankı yaratmayı amaçlıyor. Sistemin kurduğu düzenle yaşam içinde farkındalık yaratmaya çalışan bu festival tematik bir bağlamda işleniyor.
Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali ilk kez 2011 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin öncülüğünde başlamış. Adalet konulu filmleri dünya sinemasından örneklerle seyirci ile buluşturan festival; sinema, hukuk, sosyoloji, siyaset bilimlerinin temsilcilerini bir araya getirerek geniş ve bilimsel bir tartışma platformu oluşturmuştur.
Dünya genelinde festivali destekleyen ve “adalet” arayışında olanlarla birlikte oluşturulan festival film gösterimleri, yarışmalar ve tartışma programlarıyla zenginleşiyor. Bilimsel bir platformda sinema dünyasını bir araya getiren film festivali tematik özelliğini yitirmeden her yıl İstanbul’da düzenleniyor. Akademisyenlerin, sinema yönetmenlerinin, yapımcıların ve oyuncuların katılımıyla izleyicilerin adalet konusunda düşünmesini, tartışmasını, mücadele etmesini hedefliyor. Gösterilen filmlerle cesaret örneği oluşturmayı amaçlayan festivalin 12 yıldır değişmeyen teması “Herkes İçin Adalet.”
HİLAL, FEZA VE DİĞER GEZEGENLER…
Film, teknik açıdan Türkiye’nin telefon kamerasıyla çekilmiş ilk uzun metrajlı film olma özelliğini taşıyor. 8 Şubat 1997 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararla “irtica”ya karşı başlatılan bir süreci anlatan film, bir dönemin ve kesimin yaşadığı sorunları tekrar gözler önüne seriyor. Filmin bazı kısımlarında kullanılan gerçek arşiv görüntüleriyle 28 Şubat muhtırasından sonraki süreçte Hilal ve Feza karakterleri üzerinde yoğunlaşıyor ve bir yansıma yaratılarak yaşananlar perdeye yansıyor.
KESİŞİMLER
Film, ormanın derinliğine uzanan yolda, zifiri karanlık içinde araba farına yansıyan yarı çıplak suretlerin görüntüleriyle başlıyor. Bir korku filmi edasıyla başlayan görüntülerin ardından hızla geçmişe geri sarıyor.
Toplumun dayattığı “düzende” kadına sunulan bir yaşam var. Kadın doğar, genç kadın olur, okula gitmese de olur, evlenir, bir evi kocası olur; yeri yurdu belli olur. Ardından, zamanı gelmiştir çocuğu olur, eve ekmek getiren biri vardır ya çalışmasa da olur. Yediği önünde yemediği ardındadır. Evine, eşine sadık, şükür dolu olur… Kadının ideal yaşamı budur! Tam istendiği gibi “kutsal aile” profiline mükemmel uyum sağlayan bir “varlık” olur. Filmde de böyle başlıyor işte hikâye. Ankara yakınlarında bir kasabada yaşayan Hilal, ona sunulan “varlığını” reddederek arkadaşı Fatma ile tıp okumak için İstanbul’a geliyor. O güne kadar gerçek dünyadan bihaber olan hayatı üniversiteye kayıt işlemleri için gittikleri okulda Fatma’nın başörtüsü taktığı için kaydının engellenmesiyle kendini gösteriyor. Hilal ise buna tepki olarak başörtüsü takıp okula girmeye karar veriyor. Kurulan “ikna odaları”nda başörtüsünü çıkartması için “naif ve tat dille” ikna edici üslupla baskı yapılıyor. Hilal bunu reddederek okuldaki diğer arkadaşlarıyla ve bireysel yöntemlerle durumu protesto etmeye başlıyor.
Tüm bunlar olup biterken hikâyeye paralel giden görüntüler yansıyor perdeye. Bir köyde, hikayesini ilerleyen sahnelerde öğreneceğimiz bir kesit çıkıyor. Köyde mecbur kaldığı için bir kadınla evlenen fakat kendini “erkek” gibi hissetmediği için toplum tarafından şiddete maruz kalan bir karakter… Feza…
Feza her şeyi geride bırakıp kaçarak İstanbul’a geliyor. Burada Hilal ve Fatma’nın kaldığı apartmanda trans kadınların yanına yerleşiyor. Feza artık hissettiği gibi yaşamaya karar vererek adım atıyor. Devletin çizdiği “ideal vatandaş” profiline uymayan karakterlerin yolu bir peruk dükkanında kesişiyor. Kesişen bu yolda 3 kadın yaşadıkları tüm saldırılara, şiddete, hak ihlallerine karşı mücadele etmenin yollarını arıyor.
Bir gün apartmana yapılan baskınla tüm LGBTİ+lar işkence ile gözaltına alınıyor. Feza uğradığı şiddet sonucu hastaneye yatmak zorunda kalıyor. Ancak cinsel yöneliminden kaynaklı pembe ya da mavi nüfus cüzdanına “uygun” olmadığı için hastanenin kazan dairesinde, orada staj yapan Hilal tarafından tedavi ediliyor. Feza, var olmaya çalıştığı düzen içinde cinsiyet değiştirmeye karar verse de karşısına çıkan pek çok sorun, engelleme ve baskıyla mücadele etmeye çalışıyor.
Karakterlerin var olmaya karşı verdikleri mücadele yolları, yaşadıkları sorunlar ve baskılar farklı görünse de temelde sebep olan “şeyler” birbiri ile kesişiyor.
Birlikte mücadele etmenin kaçınılmaz olduğu dönemde hayata karşı duruşlarıyla, tutunma azmiyle farklı yaşam biçimleri içinde bir araya gelen insanlar birbirlerine tutunarak direniş örneği sergiliyor. Feza, cinsel yönelim ve kimliğinden kaynaklı polisler tarafından cinsel tacize, şiddet ve işkenceye maruz kalıyor, toplum tarafından aşağılanıyor, yadırganıyor, ötekileştiriliyor. Hilal ve Fatma da başörtüsü taktığı ve “modern kadın” profiline uymadığı için okulda istenmiyor, eğitim hakkı engellenmeye çalışıyor. Devamında ise protestolar, eylemler ve beraberinde polisin işkence ve şiddeti sahneye çıkıyor. Ve sonra… Filmin sonuna doğru en başa sarıyor görüntüler. Kapkaranlık bir ormanın derinliklerine doğru biçimsiz bir yolun sonunda Hilal Feza’yı yarı baygın bir halde buluyor. Birlikte bir sahil kenarında soğuk ve soluk renkler içinde ufka bakıyorlar. Kesişen hayatların keskinleşen uzantısıyla “yok aslında birbirimizden farkımız” deniliyor.
DÜNDEN BUGÜNE
‘90’lı yıllarda gündem sınıfsal taleplerin dışında kültürel taleplerdi. İnsanlar kendilerini Kürt, Türk İslamcı, laik, kentli gibi çeşitli kimliklerle açıkça nitelendirmeye başlamıştı. Bu kimliklere yapılan vurgunun nedeni olarak da daha önce ezilen, sömürülen ve dışlanan kesimlerin dönemin aydınları, medyası ve “kolektif olma” bilincinin aşılanmasıyla artarak etki yaratmasıydı. Güçlenen bu kavramların yanı sıra gelişen ve yayılan teknolojinin de getirdiği bazı olanaklar ve hareketlilik bir paradoks oluştursa da yerelde de bireysel kimliklere, kökenlere sahip çıkılmasına ve görünmez olanların görünür olmalarına etki etmişti. Fakat ‘90’lı yılların sonuna doğru kriz ortamı oluşmaya başlamıştı. Ankara’daki “şeriat isteriz” yürüyüşü, dönemin Başbakanı Erbakan’ın, Başbakanlık Konutunda tarikat liderlerine ve şeyhlerine iftar yemeği vermesi, Fatih Camii öğle namazı sonrasında bir grubun yeşil bayraklarla “Şeriat İsteriz, Halife İsteriz” sloganlarıyla yürümesi gibi olaylar ülkeyi askeri darbenin eşiğine getirmişti. Değişen talepler doğrultusunda bunlara cevap veremeyen devlet, toplumsal krizlere yol açarak farklı gruplar arasındaki çatışmaların artması, kopuşların meydana gelmesini güçlendirmişti.
Bugün geri dönüp baktığımızda faşizmin yöntemlerinin, biçimde değişse de aslında hep aynı kaldığını görüyoruz. Başörtü mevzuu günümüzde büyük oranda normalleşse de bloklar arası çatışmada ısıtılıp ısıtılıp yeniden masaya konuyor. Keza LGBTİ+lara karşı başlatılan nefret söylemleri “kutsal aile” planına bütünüyle “ters” olduğu için belli bir kesimin hedefi haline gelmiş durumda.
Egemenlerin kendi aralarındaki iktidara yerleşme dalaşı ve kavgasının yansıması genele yansıyarak bir saldırganlık hali oluşturuyor. Devletin CHP’ye, HDP’ye ağzı köpürerek saldırması ise genelde halka yönelik saldırının kapılarını açıyor. Faşizmin ve daha dar anlamda iktidarın kendini var etme koşulu saldırganlık üzerine kurulmuş biçimde şekilleniyor. Devlet ve iktidara yerleşmeyi planlayan düzen partilerinin aralarındaki dalaşta tüm kesime verilmek istenen mesajlar yer alıyor. Kendine benzemeyen, benzemek istemeyen, ona karşı çıkan, düzenine ters düşen kısacası ondan olmayanı her koşulda reddeden devlet, tüm gücüyle saldırıları artırıyor. Ona karşı ses çıkaranların, “huzur kaçıranlar”ın üzerine çullanıyor. Taksim’de yaşanan patlama sonrası devlet, önlem adı altında yasaklamalara başvuruyor. Yapılmak istenen her türlü eylem ve etkinlikler engellenmek isteniyor. Kişi başına düşen polis sayısı gün geçtikçe artıyor. 25 Kasım sürecinde Taksim’de yürüyüş yapılmasına izin vermek bir yana bildiri dağıtılmasına dahi karşı çıkılarak düzine düzine polis meydanlara yığılıyor. Hayvan severlere, kadınlara, tutsak yakınlarına, TC’nin açtığı işgal saldırısına karşı çıkanlara azgınca saldırılıyor. “Güvenliğiniz için” deniliyor, “güvenliğiniz için yasakladık!” Oysa ki topyekûn saldırı altında işkence ve şiddet en hiddetlisinden halka uygulanıyor.
Şöyle ki faşizm sadece kılık değiştiriyor. Her gelen üzerindekileri değiştiriyor, üstünü kapatıyor. Tüm baskı ve işkencelere karşı kenara çekilmek yerine sokakta sesimizi duyurmaya devam etmeliyiz. Birleşen sesler karşısında kurdukları sistem çökmeye ve değişmeye mahkûmdur.