Türkiye’nin, Macaristan’la birlikte aylardır icazetli bir oyalama ile “kapıda beklettiği” İsveç’in NATO üyeliği meselesi Türkiye bakımından nihayet açıklığa kavuştu. Geçtiğimiz günlerde İsveç’in NATO üyeliği “Millet” Meclisinde onaylandı. Erdoğan ve şürekasının tantanalar kopardığı, “teröre destek” sözleriyle asla kabul etmeyeceği üyelik bir anda, “Cumhur”un tam desteğiyle onaylandı. Çok milliyetçi, çok keskin, çok güçlü olduklarını kabadayı ağzıyla millete anlatanlar bu konudaki tüm sözlerini yuttular. Bir kez daha “yüce” devletin emperyalist efendilerinin çizdiği çerçeve dışına çıkmadığını, onların hizasında hareket ettiğini görmüş olduk. İsveç’in NATO üyeliğinin elzem olmadığından, eninde sonunda Türkiye’nin bunu kabul etmek zorunda kalacağından söz etmiştik. Çünkü, üyelik meselesi emperyalist devletlerce onaylanmış, geriye Türkiye ve Macaristan’ın “onayı” kalmıştı. Türkiye de, “onaylama” yetkisinden hareketle AB üyeliğinde İsveç’e rağmen bir ilerleme olmayacağı anlaşılıp F-35’ler için de kapılar kapanmış olduğundan “en çok istediği” F-16’lara göz diker duruma gelmişti.
F-35’TEN F-16’YA RAZILIK
İsveç’in NATO üyeliğinin gündeme geldiği ilk günlerde İsveç’in ve Finlandiya’nın da “teröre sağladığı destek” ileri sürülmüş, Finlandiya’nın üyeliği, “düğüm” çözülüp onaylandıktan sonra İsveç’in üyeliği daha tartışmalı hale getirilip “bekletme” modu iyice hissettirilmeye başlanmıştı. İlk zamanlarda “onaylama yetkisi” karşılığında gündeme AB üyeliği getirildi. Bu, günümüz Türkiye şartları bakımından mümkün olmadığından, pazarlıkta bir ilerleme sağlanamadı. Türkiye bu kez başka bir pazarlık masası kurdu. Bu sefer F-16’lar gündeme getirildi. Üyeliği kabul etmekten başka çaresi olmadığı baştan belli Türkiye, en azından bir şeyler kazanmış görünmek istiyordu. Önceden de görüşüldü bilinen F-16’lar bu bakımdan idealdi: reddedilme olasılığı pek yoktu! F-35 programından kovulan Türkiye, F-16’ları alarak “kolay yutulur lokma” imajını yırtmış olacaktı. Oysa Yunanistan’a F-35 paketi sunulmuşken Türkiye’ye F-16 verilmekteydi. Geçmişte F-35’lere 11 milyar dolar yatırdığı halde, programdan çıkarılıp bu paraları da geri alamayan Türkiye’nin F-16 pazarlığına girişmesi zevahiri kurtarma çabasından başka bir şey değil. Bu yolla en azından halkın belli bir kesiminin gözünü boyayabiliriz diye düşünülmüş olmalı. Geçmişte 100 adete ulaşması umulan F-35’ler için, projeye katılım aşamasında 1,25 milyar dolar ödenmişti. İlk etapta 2 adet F-35 alınacaktı. Şimdi ise 40 adet F-16’ya 23 milyar dolar ödenecek. Yani Türkiye elinde kalan son kozu ancak bu F-16’lar için kullanabilir noktaya geldi. F-35’leri alamayan, Rusya’dan satın alınan ama kullanım kılavuzu Rusya’da olan S-400’leri depoda tutan Türkiye yalvar yakar F-16’lara mecbur kaldı.
Bu durumdan kimlerin çıkar elde ettiği ise açık. ABD Türkiye’yi kendisine daha da bağlarken bir yandan da NATO yayılmacılığı sürdürdü. İsveç’in de NATO savaş örgütüne üye olmasıyla bu bölge özgülündeki “tarafsızlık” imajı da ortadan kalkmış oldu, Dünya biraz daha tehlikeli bir görünüm kazandı, kamplaşma giderek arttı. Orta Doğu’da giderek artan gerilimin ana kaynağı ABD bir yandan Rusya ve Çin’e karşı mücadele ediyor, bir yandan da Orta Doğu’da birçok devletin saldırılarına hedef oluyor.
“YERLİ” VE “MİLLİ”
Rusya-Ukrayna savaşının da konusu olan NATO yayılmacılığında öne çıkan temel mesele nokta Rusya’nın kuşatılmasıydı. Türkiye’nin NATO içinde NATO stratejisine kârı hareket etmesi elbette beklenmiyordu. İki üyeliğe karşı çıkması açıktı ki hiçbir zaman stratejik olamazdı ve olmadı da. “Teröre destek” gibi devletler hukuku bakımından aslında pek stratejik bir tutumu gerektiren iddianın gerisinde Türkiye’nin bazı temel ihtiyaçlarını karşılama amacı vardı. Bunlar bir nebze karşılandığında zaten sorun çıkarılmayacaktı. Bunlar bir nebzenin de altında karşılandığında da sorun çıkmadı! Yoksa İsveç’in üyeliğine onay konusunda Türkiye’nin esaslı itiraz tavrı olmadı, olması da düşünülemezdi. Türkiye’nin “NATO’ya can feda” bir devlet imajına sahip olduğunu kim inkâr eder! Nihayet o kendisine düşen rolü eksiksiz bir şekilde yerine getirdi ve karşılığında da ödülünü aldı. Ödül ise savaş kışkırtıcısı ABD’den gelen savaş uçağı F-16’ydı. Böylece Türkiye “milli” çıkarlarını savunacak, halkın üzerine kan kusturacaktı.
Üyelik meselesinde “milli” olmanın da çokça konu edildiğinden bahsetmek gerekir. Türkiye’nin “bağımsız” bir ülke olduğu vurgusu İsveç’in NATO üyeliğine karşı kullanılan argümanlarda karşımıza sıklıkla çıktı. Örneğin Bahçeli, “NATO’ya da mahkûm olmadığımız herkesçe bilinmelidir. İsveç’in NATO üyeliğine şu şartlar altında MHP’nin olumlu bakması ise eşyanın tabiatına bütünüyle aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti tam bağımsızdır. Cumhuriyet’in yeni yüzyılında iç ve dış kaynaklı tüm kamburlardan kurtulmak milli gayemizdir. Kimseyi uşak görmeyiz, hiç kimsenin de Türkiye’yi uşak mertebesine çekmesine müsaade etmeyiz” ifadelerini kullanmıştı. Ardından yapılan oylamada MHP İsveç’in NATO üyeliğine evet oyu verecekti. Erdoğan’ın da ağzından “yerli” ve “milli” lafızları düşmüyordu. Gelinen noktada Amerikan F-16’larıyla “millilik” pekiştirildi! ABD’nin onayı olmadan da bu uçakların kullanılamayacağını da bu arada bir bilgi olarak ekleyelim. “Milli” duruşun taçlanması böyledir Türkiye’de. Örneğin birçok haber sitesinde “F-16’lara Yunan adaları şartı” gibi haberler çıktı. Aynı haberlerde ABD’nin, söz konusu F-16’ların Yunan adaları üzerinde değil, yalnızca NATO ittifakı amaçları doğrultusunda kullanılabileceği” şartı getirdiği ifade edildi. Bunun “milli” çıkarlarla nasıl uyuştuğu sorgulanabilir. Bu sorguya yön vermek bakımından “milli” kavramının TV tarafından çok uzun zamandır NATO ölçeğinde değerlendirilmekte olduğunu hatırlatalım!
Türkiye’nin ne derecede “milli” olduğu herkesin malumu. ABD’nin isteğiyle üyeliği onaylamak zorunda kalmış, çokça bahsedilen “terör destekçiliği” askıya alınmıştı. Sormak gerekir: “Yerli” ve “milli” çıkarlarını savunan Türkiye nasıl olur da “terör destekçiliği” yapan bir ülkenin üyeliğini onaylayabilir? Görüldüğü onların “yerli” ve “milliliği” emperyalizme hizmette kusur etmemektir. Onların isteklerini yerine getirmek, söylenenleri eksiksiz yapmaktır.
Özetle, söylenen tüm laflar yutulmuş, pazarlık masasından en azından bir şeyler elde ederek kalkılmıştır. Türkiye bir kez daha emperyalizmin tasmasına razı olduğunu, emperyalizme bağlılığını kanıtlamıştır. “Terör” sözleriyle kitlelere şovenizm enjekte edilmiştir. Kürt ulusunun haklı mücadelesi kitleler nezdinde kriminalize edilmeye çalışılmıştır. Ancak gelinen süreçte egemen sınıflar da kendi dediklerini “unutmuş”, “terör” söylemlerini askıya almıştır. İsveç de zamanında Türkiye’yi memnun edebilmek için “terörle mücadele” kanunları çıkarmış, üyeliğinin daha hızlı onaylanmasını istemiştir.
HALKIN ÇIKARLARINI KAVRAYALIM
Anlaşılan o ki devletler kendi çıkarları etrafında birleşmiş, halkların çıkarları çiğnenmiştir.
Geciktirilen üyelik süreciyle beraber kitlelerin gündemi değiştirilmek istenmiştir. İsveç’in “terör” destekçiliği yaptığı öne sürülmüş, bununla birlikte kitleler de bu gündem etrafında şekillendirilmiştir. Ülke içerisinde yoğun bir şoven propaganda yürütülmüştür. Egemenler her zamanki taktiklerini kullanıp ikiyüzlülükte sınır tanımamışlardır. Bir gün önce söylediklerini ertesi gün göz ardı etmişlerdir.
Tüm gerçekler böyleyken egemenlerin ikiyüzlü politikalarına aldanmamalı, NATO gibi bir savaş örgütünün destekçiliği yapılmamalıdır. NATO denen örgüt halkları katleden, kendi yayılmacı çıkarları için dünya halklarını karşısına alan ve savaş destekçiliği yapan bir örgüttür. Ne İsveç’in NATO üyeliği ne de egemenlerin şoven politikaları halkın çıkarlarına uygundur.
Bize düşen görev ise halkın çıkarlarını kavramak ve ona uygun hareket etmektir. Tüm dünya krizin içinde debelenip dört bir yanda savaş kışkırtıcılığı yapılırken halkları kendi çıkarları için örgütlemeli ve onları kendi savaşlarına hazırlamalıyız.