Sınıf mücadelesinin bazı kesitlerinde sömürücü egemen sınıfların saldırılarını yoğunlaştırmalarına paralel yaşanan “zor” dönemlerin, “tipik” özelliklerinden biri de saldırıların hedefi konumundaki ezilen ve sömürüler sınıfların ve onların öncüsü güçleri arasında egemenlerce umutsuzluğun ve karamsarlığın yayılmaya çalışılmasıdır. Ve maalesef ezilen sınıflar cephesinde burjuva ideolojisinin etkisi ile ve küçük burjuva unsurların fazlalığı, egemenelerin yaymak için “can attığı” bu duyguların yayılmasına güçlü bir maddi zemin de oluşturur. Ve bir kere bu duygu yayılmaya başlayıp da politik öznelerce buna karşı mücadele edilmedi mi umutsuzluk duygusunun devrimci politik öznelere sirayet etmesi kaçınılmaz olur. Tabi bazen diyalektiğin tersten işlediği, politik öznelerden halka doğru bu tip duyguların yayıldığı da olmuştur. Devrimci politik öznelerce, özellikle de komünistlerce bu iki durumla mücadele etmek zorunludur aksi halde umutsuzluk hızlıca yayılır. Unutulmamalı ki umutsuzluk da umut gibi bulaşıcıdır. Örneğin, ülkemizde 70’lerdeki cesaret ve umut dolu politik atmosferin 80 darbesi ile birlikte, hızlıca umutsuzluk ve korkuya dönüşmesi gibi… Özcesi, ağır saldırı ve baskı koşullarını yaşadığımız bugünlerde egemenlerin niyetleri göz önüne alındığında umutsuzluğa karşı güçlü bir mücadeleyi ihmal etmek, komünistler açısından ideolojik, siyasi, örgütsel vb. her anlamda yıkmın önünü açar.
Dediğimiz üzere tarihsel deneyimlerimiz bize bunu öğretmiştir. Türkiye Devrimci Hareketi’nin yaşamış olduğu önemli süreçlerde “umutsuzluk”ta devrimci çevrelerde görünür olabilmiştir. Bunun başında 12 Eylül AFC’si sonrası yaşanan süreç gelir. AFC’nin işbaşı yapması ile birlikte toplum bir bütün faşist saldırganlığın hedefi olmuştur. Bir dizi yapı merkezden tabanına kadar ele geçirilmiş, bazısı ciddi darbeler almış, merkezi yapısını kaybetmiştir. Toplumda bu yaşananlara paralel olarak bir korku havası hakim olmuş, toplum birbirinden korkar hale gelmiştir. Günümüzde de farklı bir şekilde yaşandığı gibi… Bunda halkın umut bağladığı, devrimcilerin 12 Eylül ile birlikte adeta görünmez olmasının payı büyüktür. AFC’ye karşı ciddi bir kadro düzeyinde direniş yaratılamadığı gibi halkın faşist cuntaya tepkisi de örgütlenememiştir. Yani diyalektik burada da işlemiş, halk ve içinden çıkan devrimciler birbirinin umutsuz ve yılgın halini karşılıklı beslemişlerdir. Nihayetinde bu süreçlerde devrimciler de politik mülteciliğin yani yurtdışına çıkmanın ulaştığı kitlesel boyut, var olan umutsuz ve yılgın havaya ilişkin bize bir fikir verecektir.
Ama asla unutmamız gereken şey, bu umutsuz ve yılgın havanın herkese sirayet etmediği ve bu ağır süreçte mücadelenin her alanında direnenlerin de olduğudur, ki işte tam da bu cüretli çıkışlar daha sonraki devrimci gelişmenin, dinamiğin üzerinde yükseleceği sağlam bir temel oluşturmuştur. Belki kitlesel olmamıştır bu çıkışlar, belki ağır bedeller ödenmiştir. Sonucunda ama devrimciliği yeniden üreten TDH’ın tüm yetmezliklerine rağmen günümüze kadar varlığını korumasında, ideolojik-politik hattın oluşmasında, bu militan çıkışların, umutsuzluğu yaran direnişlerin payı büyüktür. Yani tarihimiz bize umutsuzluğun nasıl hızlıca yayılabildiğini, aynı hızla yılgınlığın genel bir ruh hali durumuna gelebildiğini göstermişken, bu ruh haline teslim olmayanların azimleri ile umutsuzluk çemberini yarabildiğini de göstermiştir. Kuşkusuz bu çıkışlarını gücü ve kitleselliği arttığı oranda topluma sirayeti de o oranda artacaktır.
İşte tam da 12 Eylül AFC konjonktürünün yaşandığı günümüzde, egemenlerin toplumu her türlü ablukaya alarak umutsuzluğun temel silahlarından biri haline getirmeye çalıştığı ve bu ideolojik, siyasi, askeri kuşatmanın etkisi ile yılgın ve umutsuz ruh halinin devrimci çevrelere sirayet edebileceğini-ettiğini görerek bu ruh haline karşı güçlü bir mücadelenin önemini, yöntemini vurgulamak istiyoruz.
İnsanın umutsuz olması yok oluşunun başlangıcıdır. Ama Camus’un dediği gibi “insanız umutsuzluğa alışması, umutsuzluktan daha beterdir.” İşte tam da bunun için uzun bir süredir sistem, topluma fiziki saldırılarla tamamladığı, çeşitli ideolojik saldırılarla da umutsuzluğa alışmayı, “umutsuz ve yılgın” ruh halini kalıcılaştırmayı dayatmaktadır. Hatta 90’lı yıllarla birlikte sistemin neoliberal-postmodern görünümlü burjuva damgalı ağır ideolojik yöntemlerle devasa bir “umutsuzluk” saldırısının süreklileştirildiğini söyleyebiliriz. Haliyle bu ideolojik ve fiziki saldırılar sonucu devrimcilerin güç kaybetmesi ile birlikte ezilen sınıf ve uluslar bu saldırılara daha açık hale gelmiş, etkilenme boyutları artmıştır. Bu umutsuz ruh hali toplumda korkunun da yayılmasına sebep olmaktadır. Ama en tehlikelisi ezilen halk yığınlarına umut olması gereken devrimcilerin de bu “umutsuzluk” saldırılarında etkilenebilmesidir. Bu etkilenmeler en çokta sistemin, ezilen halk kitlelerinin-devrimcilerin güçsüz, devrimciliğin ise boş bir uğraş olduğu yönlü propagandalarının sonucu olmaktadır. Çünkü ezilenlerin kahredici, yıkıcı gücünden titreyen sistem bu potansiyelin maddi güce dönüşmesini önlemek adına en baştan önüne “umutsuzluk” isimli devasa engeli çıkarmak ister. İnsanların iradesi kırılarak, değişime-dönüşüme, kendi gücüne karşı umutsuzlaştırılır. Ve bu propaganda ile süreklileştirilerek insanlar umutsuzluğa alıştırılmak istenir. Özellikle de 90’larla birlikte “sınıf savaşı bitti”, “tarihin sonu” türü yalanlar çetin mücadele koşullarıyla birleşince bu saldırıların devrimci çevreler üzerinde tesiri olduğunu ve özellikle bugünlerde bu tesirin bir irade kırılması “bekleyelim-görelim” şekline bürünebildiğini söylemeliyiz.
Ayrıca eylemsizlik, karamsarlık, sızlanma, şikayetçilik, yakınmacılık gibi küçük burjuva zaafların da devrim cephesinde umutsuzluğu üreten, sistemin ideolojik saldırılarının etkili olmasına zemin hazırlayan bir durum olduğunu, umutsuzluğu ise devrimciliğin düşmanı olduğunu vurgulamak gerekir. Haliyle tüm bu zaaflara karşı mücadele şarttır.
Devrimci kabarışın olduğu süreçlerde devrimcilik görece daha “kolay”dır. Ama zor süreçlerde, ideolojik ve fiziki saldırılar yoğunken; örneğin günümüzde, devrimci olmakta, kalmakta zordur. Umutsuzluğu kırmak için, en başta ideolojik güç ve devrime inanç gerekir. Bu ideolojik güç ve davaya inanç sınıf mücadelesinin bilimsel olarak kavranması ile mümkündür yani boş bir inanç ve güç değildir, bilimsel temellidir. Baskı ve zulmün neden işçi sınıfına ve emekçilere yöneldiğini, burjuvazinin saldırılarını neden artırdığını anlarsak neden direnmemiz gerektiğini de biliriz.
Unutmayalım ki devrimi gerçekleştirecek olan adanmış ve feda ruhuna sahip devrimcilerdir. Yani olmaz denileni olur eder, başarılamaz denileni başarır. Bu anlamı ile son dönemde ölümsüzleşen yoldaşlarımız böylesi umutsuzluğun, yılgınlığın kol gezdiği “zorlu” bir süreçte, nasıl yaşamamız ve nasıl ölmemiz gerektiğini kendi pratikleri ile bizlere en iyi öğretenlerdir. Onlar ağır koşullara, faşizmin azgın saldırısına karşı yaşamını feda etmeyi göze alarak, devrime umut ve inanç ile bağlı devrimcilerin neleri başarabileceğini göstermekle kalmamış, iradenin ve cüretin varlığını düşmana da ilan ederek, umutsuzluk çemberini yarmışlardır. Umudu kuşanarak devrimci kimliği yaşatmış ve bu kimliğin sınıflar mücadelesi tarihine yazılmasını sağlamışlardır. Bizlerin umudu kof bir umut değildir; kitlelere, devrime ve partiye olan inancımızın, sınıf mücadelesinin yasalarına ve MLM’ye olan bağlılığımızın bir sonucudur. O zaman ideolojik-siyasi olarak gelişen bir devrimci, doğalında umudunu, şartlar ne olursa olsun muhafaza etmeyi öğrenecek ve bu şekilde yapılan pratiklerle kitlelere tesir ederek, egemenlerin yaymaya çalıştığı korku ve umutsuzluk atmosferi dağıtılabilecektir.
Sonuç olarak her zaman sınıf mücadelesinde yenilgiler, geri çekilmeler olmuştur, olacaktır. Tarihte hiçbir şey düz bir gelişim çizgisi içerisinde ilerlemez. Onun için bu durumların geçici olduğunu unutmayalım, kitlelerin gücüne güvenelim. Umudun bayrağını yükseltmek, geleceğe güvenmek önce komünistlerin görevidir. Bu görevde pusulamız yine ölümsüzleşenlerimizin pratiğidir. O halde umudun bayrağını daha da yükseltelim!