Yerel seçimler gündeminin ağır bastığı ülkede, politik atmosferin ekonomiye ve halkın yoksulluğuna dair gündemler de öne çıkmaktadır. Muhalefetteki düzen partisi CHP, seçim çalışmasının öne çıkan argümanını bu sorunlara ve mevcut hükümetin bu konudaki sorumluluğuna ayırarak geniş kitleleri manipüle etmeye çalışıyor. Hükümet tarafında ise tanzim satış merkezleri gibi popülist adımlarla birtakım çalışmalar yapılıyor. Asıl seçim argümanı ise “terör” ve kendileri dışındaki tüm partilerin “terör örgütleriyle ilişkisi” üzerine kurulu. Diğer yandan AKP’nin kendi tabanı nezdinde dahi ‘hükümetin artık tıkandığı, çözüm üretemeyeceği’ görüşünün gelişmeye başladığı görülüyor. Düzen dışı güçler bakımından ekonomik sorunlar ve yoksulluk genel bir propaganda konusu olarak ortaya çıksa da emek ya da halk hareketlerine dair orta ve uzun vadeli bir tartışma ortaya çıkmış değil.
Ekonomide, sanayi üretimindeki çöküş, işsizlik ve tüketimde azalma öne çıkıyor. Dövizin ciddi bir yükselişin ardından belli bir seviyede tutulabilmesi kimse için bir güven oluşturmuyor. Dövizin belli bir seviyede tutulabilmesi yabancı sermaye girişlerinin gerilemesi, üretimin ve tüketimin küçülmesi ve ekonominin yoksullaştırılarak dış borçların ödenmesine bağlı olarak gerçekleşiyor ve aslında bir yanılsamadan ibaret. Bu anlamda ekonomistlerden halk kitlelerine kadar seçimlerin ardından ekonomide fırtınalar kopacağına dair düşünce yersiz değil. TÜSİAD adına yapılan açıklamalarda “derin finansal kriz” uyarısı ve “yapısal önlemler alınmadan yapılan uygulamalar, bir sonraki dönemde sorunun daha da ağırlaşarak geri dönmesine yol açar” tespitleri egemenlerin ekonomideki korkularının da özeti durumundadır.
Bu gerçeklik karşısında işçi sınıfı ve halkın durumu asıl odaklanılması gereken noktayı oluşturuyor. Asgari ücretteki sahte artış işçi sınıfının durumunu daha da ağırlaştırırken kıdem tazminatında yaşanan gasplar, artan zam ve vergilerle işçi sınıfı ve halk ciddi düzeyde yoksullaştırılmış durumda. Denebilir ki işçi sınıfı ve halk üzerinden hakim sınıfların tasarruf ve gelir elde edebilme imkanları son sınırlarına kadar daralmış durumdadır. Krizin yükü her zaman olduğu gibi işçi sınıfı ve halkın üzerine yıkılmaya çalışılıyor ve bu noktada halen arayışlar mevcut. Fakat bunun ekonomiye katkısının artık bir sınırı var ve işçi sınıfı ve halka yüklenmenin hakim sınıflar açısından riskleri de artmış durumda.
Ekonomideki krizin, yerel seçimlerin ardından düzen siyaseti nezdinde de sarsıntılara ve hatta ‘93 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi ciddi siyasi değişimlere yol açabileceğine dair yorumlar nesnel bir zeminden beslense de kendi içinde bir kendiliğindencilik taşıyor. Bu beklentinin CHP gibi partilerdeki yansıması ekonomik-sosyal sorunları öne çıkararak ve belli başlı büyükşehirlerde belediyeleri kazanarak AKP’nin geriletilmesi şeklinde tezahür ediyor. CHP’nin işçi sınıfı ve halkın ekonomik sorunlarına duyarlılığının sahteliğini ise eski DİSK Başkanı, CHP milletvekili Kani Beko’nun grev karşıtı açıklaması yeterince ortaya koymaya yetti. HDP özgülünde “Batı’da AKP’ye kaybettireceğiz” söylemi salt AKP karşıtlığına dayanan siyasetin CHP ile uzlaşma noktasını oluşturuyor. Oysa AKP’de cisimleşen sorun ve aynı zamanda ekonomik kriz, sistemin bir sorunudur ve ancak sisteme karşı mücadele yürütülebildiği oranda AKP’ye karşı mücadelede anlam kazanabilir. Aksi durumda tarihte de çok kere yaşandığı gibi sistemin kendini yenilemesinin, yeni aktörlerle aynı baskı ve sömürü düzenini devam ettirmesinin önüne geçilemez. A. Gül ve A. Davutoğlu’nun dahil olduğu yeni parti tartışmaları bu yönde bir hazırlık olarak dahi değerlendirilebilir. Ne sonuç doğurur şimdiden kestirmek güç ancak temel gündemimizin işçi sınıfı ve halk kitleleri olması gerektiği ortadadır.
Olası siyasi gelişmelerin işçi sınıfı ve halk kitleleri ile egemenler arasındaki sınıf mücadelesi dışında tartışılması bir anlam taşımamaktadır. Ekonomik krizin, seçimlerin, AKP’deki veya düzen partilerindeki olası gelişmelerin tümü sınıf mücadelesinin gelişimine ve bunun için izlenmesi gereken politikaya odaklanmalıdır. Çünkü ciddi değişimlerin hiçbiri işçi sınıfı ve geniş kitlelerin mücadelesi olmadan gerçekleşmez. Mevcut hükümetin seçimler sonrasında ekonomide ve siyasette yeni bir süreç başlatıp başlatmayacağı da AKP dışındaki alternatiflerin nasıl bir biçim kazanacağı da tümüyle işçi sınıfı ve halk kitlelerinin tutumuyla netlik kazanacaktır. Bu durumda ilk dikkate alınması gereken konu, işçi sınıfı ve halkın çelişki ve tepkilerinin sistemin farklı güçleri arasında bir mücadelenin ve onları ayakta tutacak bir sürecin yedeği haline getirilmesine izin vermemektir.
Bugün devrimci politik güçler nezdinde sınıf mücadelesinin olası seyri ve ne yapmak gerektiği üzerine önemli bir ufuk darlığı yaşanıyor. Sınıfsal çelişkilerin ve hakim klikler arasındaki mücadelenin ortaya çıkaracağı toplumsal sonuçlara odaklanmak, ona hazırlanmak yerine reformizme hizmet eden ya da günübirlik dar grup çıkarlarını esas alan politik yaklaşımlar öne çıkıyor. Geçmiş seçimlerin yarattığı “bir şey değişmeyecek” algısı, bu seçimler özgülünde de halkta aynı yaklaşımı geliştirmiş durumda. Seçimlerle ciddi bir değişim olmayacağının anlaşılması bakımından bu düşünce bir yanıyla olumluyken diğer yandan halktaki “umutsuzluğun” da göstergesi niteliğindedir. Bu umutsuzluğun ortaya çıkmasında, daha önceki seçimlerde düzen partileri ve reformist güçlerin gerçekleştirdiği “umut tacirliğinin” de önemli bir rolü vardır. Bu koşullarda artık kitleler ülke ekonomisinin dibe vurmasını bekler hale gelmiş, “ne olacaksa olsun” tepkisi öne çıkmıştır. Bu kendiliğinden düşünce, devrimci-demokratik güçleri ve henüz kendisini özne olarak görmese de kitlelerdeki bir birikimin de göstergesi niteliğindedir.
Ancak olumsuz olan kitlelerdeki “çaresizlik hissi”nin öz itibariyle devrimci-demokratik güçlerde de yaşanmasıdır. Stratejisizlik, sınıf siyaseti ve devrimci siyasetten uzaklaşma, legalizm, genel burjuva siyasi şekillenişlerden etkilenme ve beslenme, algı siyaseti yapma ve kendini idameyle sınırlı yaklaşımlar öne çıkıyor ve ideolojik bir probleme işaret ediyor. Komünistler, bu problem ve halkta yarattığı yanlış etkilerle sürekli olarak mücadele etmek zorundadır. İşçi sınıfı ve halk kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyine bakıldığında tablo olumsuz gibi görünse de sınıfsal çelişkiler keskinleşmiş durumdadır. Denebilir ki “umutsuzluk” kendi içerisinde umudu daha güçlü bir biçimde biriktirmektedir. Sömürü ve baskının her türlü artışı karşısında kitleler ancak bir noktaya kontrol edilebilecektir. Devrimci ve komünistler işçi sınıfı ve halk kitleleriyle bağlarını canlı tutmaya ve güçlendirmeye odaklanarak kitlelerin haklı ve meşru tepkisini örgütlemekle yükümlüdürler.