Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan hasta tutsak İsmail Yılmaz’ın gazetemiz için, aynı hapishanede bulunan tutsak yazarlar Yüksel Yiğitdoğan ve Mehmet Çelik ile yaptığı röportajı paylaşıyoruz.
-Bize kendini tanıtır mısın? Ne zamandan beri tutsaksın, hangi hapishanelerde kaldın, sürgün yaşadın mı, ne zaman çıkacaksın?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN– 1968 Sivas doğumluyum. 21 yıldır içerideyim. Ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsüyüm. Müddetdanamede “ölene kadar yatar” yazıyor. Sırasıyla Bayrampaşa, Ümraniye, Gebze (19 Aralık operasyon sonrası Bolu F Tipi’ne sürgün) edildim. Şu an Kandıra 1 Nolu F Tipi’nde kalıyorum. Komün Dergi okuru ve taraftarıyım.
-Yazmaya içeride mi başladın?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Evet, içeride.
-Biraz açar mısın?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Yazmamda mektupların büyük bir rolü var. Mektuplara sadece bir iletişim aracı olarak bakmadım. Yazıp gönderdiğim mektupların bir kısmını kendime yazdığımı fark ettim. O andan itibaren o mektuplardan birer nüsha çıkardım. Bir nevi ajandaları mektuplaşma notlarıyla doldurdum diyebilirim. Belirli aralıklarla dönük baktıkça yazdıklarımın denemelere dönüştüğünü gördüm. İçerideki her mahpusun mektuplarla bu tarz ilişkilenişi söz konusu. Yazma çabası, isteği mektuplarla kurduğun ilişki sayesinde gelişti, gelişti.
-İçeride olmanın üretilen eserler üzerinde etkileri var mıdır, varsa nelerdir?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Olmaması düşünülemez, özellikle içeride yazmaya başlamışsan… Çoğumuz pratikten geliyoruz, pratikteki düşüncemiz daha çok yaşayıp geçme halidir; bu anlayış alışkanlığa dönüşmüştür. Bu nedenle de ayrıntıları kaçırıyoruz, oysa ne varsa o ayrıntılarda var. Bir başka deyişle pratiğimiz bizle kalıyor, dışarıya taşmıyor, açıkçası fark edilmediğindendir ki sürekli kendimizi tekrar ediyoruz. Yazarken düşünmeye başlıyoruz. Tebessüm ediyorum acı ama gerçek bu! Kuşkusuz yazmadan da düşünür insan ama yazarken düşünmek olmazsa olmaz. Bir eser, bir ürün veya teorik, ideolojik, siyasi bir makaleyi kaleme alırken neyi nasıl anlatacağını, neyi nasıl betimleyeceğini ya da soyutlayacağının derdine düşersin. Konumuz roman olduğu içindir ki beni en çok etkileyen, zorlayan şey mekanlar ve yerlerdir. Gidip geldiğim şehirler, ilçeler, mahalleler, sokaklar… Oturup-kalktığımı mekanların geçmişte kalışını sorun ediyorum; bugünkü bakışımla bir kez daha göremeyecek oluşumuzdan da kaynaklanıyor bu, kaldı ki ardımızda bıraktığımız gibi bulamayacağımızı bildiğimizden dolayıdır ki o izlerin peşine düşeriz. En küçük bir ayrıntının bizlere bir şeyler hatırlatması duyumsamamıza, kavramamıza yol açıyor. Uzun soluklu mahpusluğun böylesi dezavantajları var her ne kadar geçmiş geçmişte kalsa da biz içeridekiler için bu geçerli değil, en azından bendeki izlenim bu. Elbette her şey yenileniyor, değişiyor, buna insanlar ve cümle mahlukat da dahil. Soruna tekrar dönersek aslında biz hep içeriye girdiğimiz yaşın insanıyız. Kendimizi hep öyle görüyoruz. Hissediyoruz dersek daha doğru olur. Velhasıl zindan içinde zindan. Mekanları, şehirleri ve nice şeyleri ardımızda bıraksak da yeri geliyor bir fotoğraf, bir anlatım, bir görüntü sayesinde yeniden ilişkileniyoruz. Daha doğrusu görme, dokunma, hissetme isteği her şeyin önüne geçiyor. Bir de bugünkü bakışımla bakayım diyorum. Her bir yeni çalışmada bu karşıma çıkıyor. Zaman zaman sohbetlerimizin de konusu oluyor. Seni de sıkıştırıyorum değil mi? Tecridin tecridinden yazıyoruz. Yazdıkça öğreniyoruz, öğrendikçe yazıyoruz.
-İçeride üretilen eserler hapishane edebiyatı olarak değerlendirildiği için gerekli ilgiyi görmüyor, bu konuda ne düşünüyorsun?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Öteden beri bu türden bir yaklaşımın olduğu yazılıp çiziliyor. Kendimi edebiyatçı görmediğim içindir ki pek önemsemiyorum. Fakat burada bir görmezden gelme, küçümseme söz konusu. Sanırım kimlerin yazacağına, kimlerin yazamayacağına bir ayar verme durumu var. Neye tekabül ettiği meselesi ayrı bir tartışma konusudur. Tartışma olsun diye dile getirmiyorum. Niyetleri ne olursa olsun, yazmanın önüne geçiştir. Bu sadece edebiyat çevresiyle de sınırlı değildir, her alanda benzer bir yaklaşım var ama açık ama ‘örtülü’. Açıkçası niteliğin öne çıkarılması bu gerçeği değiştirmiyor. Yazmanın, yazıyor olmanın ayrıcalığı eskisi gibi özel bir alan açmıyor ama hâlâ böylesi bir eğilimin varlığı değişik biçimlerde de sürdürülüyor oluşu da nasıl bir anlayışa sahip olduklarını gösteriyor. Hapishane edebiyatı bir yana kendi mahallesinden, çevresinden çıkanlara nasıl bakıldığı aşikârken sanıldığı gibi gibi bu alandaki kendinden menkullüğü hiç de yabancı değiliz. Hatırlatmakta yarar var. Mahpushaneden çıkmış nice önemli eseri nereye koyacağız? Şiirler, öyküler, romanlar vb. Dün olduğu gibi bugün de içeride yazılacaktır. Bu bir mirastır. Bizim gibi ülkelerin ‘mahpushane edebiyatı’ yakıştırması eskisi kadar sorun edildiğini düşünmüyorum. Ülke öyle bir hâle geldi ki yazmak için içeride olmak gerekiyor. Gerçeği yazmak istiyorsan tabi…
-İroni yapıyorsun değil mi?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Hem evet hem hayır! İkili bir gerçeklik söz konusu. Dışarıdakilerin bir kısmı zaten suya sabuna dokunmuyor, böylesi bir dertleri yok. Yazanlar ise artık evlerinde mahpus durumdalar. Bir kısmı bunu kabullenmiş bir kısmı farkında bile değil. Buna toplumun büyük bir bölümünün de hapsedildiğini düşünürsek; artık herkes kendi hücresinden kendi hikayesini yaşıyor, yazıyor ya da başkalarının hikayesini karalıyor anlatıyor. Hâl böyle olunca ‘hapishane edebiyatı’ yakıştırması anlamsızlaşıyor. Açıkçası içeride yazan, çizenin umurunda değildir, öyle de olmalıdır. Yazmakla kendisini yeniden yeniden gerçekleştiriyor. Yanlış anlaşılmasın, yalnızca yazıyla olmaz, yazmaya kalkışanların hangi evrelerden geçtiği konusu bir yerde yalnızca kendini yazması, kendine yazması olarak okunmamalı. Elbette yazdıklarının okunmasını ister. İlgi gösterilmesini bekler, bu da doğaldır; tabi ki abartmamak kaydıyla… O yüzden içeriden yazanın önü sanıldığı gibi kapalı değil, açık…
-Toplumdan izole edilmiş bir tutsak olarak toplumla ilgili eserler üretiyorsun, nasıl yapıyorsun?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN– Mahpushanede bulunma nedenimiz ne ise yazma nedenimiz de odur. Devrimcilik demek toplumsallık demektir, ilişkilenme sebebimiz… Tam anlamıyla hakkını verebiliyor muyuz? Sorusu elbette mücadelemizin de temel sorusu, sorunudur. Yazı üzerimden dahi baksak illaki pratiğimize başvururuz. Hem yazıda, düşüncede hem dar pratiğin içinde sıkışıp kaldığımız anlar, süreçler bazen birbirine o kadar çok benziyor ki bir arada bir derede kalışın handikaplarıyla boğuşuyoruz. İlişkilenme biçimimizi doğru kuramadığımız müddetçe aynı yollardan geçiyoruz. Bu bir maharet değil, güçlükleri yeniyor olmanın bize kazandırdığı şey elbette önemli. Kararlılık, ısrar… ama iş bununla bitmiyor ki… Ortada arizi bir durum, mevcut deneyim ve birikimler bir pratiğin sonucu, o bir yerde geçmişin ürünü bir yerde geçmişi temsil ediyor, öyle değil mi? Arkamızda bıraktığımız, pratiğin arkasına yaslanamayız, hareket tarzımızı, düşünüşümüzü ve konuşurken yazarken yeniden kurmak zorundayız. İçinde yer aldığımız koşulların güçlükleri, sınırlılıkları bizim mazeretimiz olamaz. Sınıfsal ve toplumsal güçlerin reflekslerine yakın bir tutum aldığımızda bu anlayışı derinleştirmekte veya üretmekte zorlanmayız. Nasıl mı? Hikaye etmek düşünmektir. Bir fabrikadaki grevin örgütlenişi, bir üniversitedeki eylemi, boykotu, protestoyu veya bir semti, bir mahalleyi örgütlemektir. Anti faşist mücadelenin içinde kendini buluvermektir. Bundan güçlü bir ilişkilenme, bağ var mı? İçeride yazma halimizin dışarıdaki tezahürü ise pratiğimizdir artık her neyle meşgulsek… Bir hatırlatma daha yapayım her açıdan kendimizi tekrar edip durduğumuzdan yakınıyoruz. Karşılaştığımız olaylar, eylemlere yaklaşımımızı pozisyonlarımızı belirliyor. Benzeşmek, öykünmek demektir. Kolayımıza geldiği içindir ki ötesini zorlamıyoruz. Çünkü hareketlilik bunu gerektiriyor. Buraya kadar bazı şeylerin anlaşılır olmasını doğal karşılıyoruz çünkü. Oysa her eylemini olayın, hareketin başlangıç anlarıyla gelişim ve sonuçları bize yine şeyler söyler. Belirlemeler, çıkarsamalar yaptırır, dersler çıkartırken kimi sonuçlara ulaşırız. O bütün sürecin bir örgüsü var mıdır, var, estetiği var mı, var, bundan âlâ edebiyat mı olur?… Bizzati kuruyor, yapıyor, yaşıyorsun. Bunu ne kadar bilince çıkardığımız sorusu toplumsallığımızla ilgilidir, sadece onunla da sınırlı değildir. Kolektifin de kolektif bireyin de toplumsallaşmasıyla alakalıdır. Üretici, yaratıcılığımızın gelişmesi buna bağlıdır. Sınıfla, emekçi kitlelerle kurduğun ilişkiye bakıyor. Buna erişmişsen ilişkilenmekte zorlanmazsın. Bu tarz bir anlayışın pratiği, düşünsel duyarlılığını arttırır, yöneltir seni. İster içeride ol, ister dışarıda, isterse de ülke dışında ol fark etmez. Çünkü sadece kendi gerçeğinle değil, toplumsal gerçeklikle de hemhâlsındır. Eğer bugün yakınlık, uzaklıktan bahsediliyorsa araya giren mesafelere bir de bu gözle bakmakta yarar var. Mahpusluk üzerinden dile getirdiğimiz şeyler bunlar, devrimci yaklaşımın neticesi bir başka noktadan yaklaşırsak öyle edebiyatçılar var ki devrimcilik bir yana demokratlığı bile tartışılırken sınıfsal ve toplumsal gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuşlarına şapka çıkarttığımız olmuştur. Onların birer kurgu ustası olduğu kadar eserlerindeki gerçekliği yansıtışını not edelim. Sanırım bu konuyu biraz uzattım son bir şey söyleyeyim: Örgütçü kendi romanını yazarken devrimci rolünü (karakterleştirdiği gibi) toplumsallaştırdığı oranda hikayesiz kalmaz.
-Dışarıyla nasıl ilişkileniyorsun?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Aslında bir önceki soruda buna kısmen değindim. Amiyane tabirle bir gözümüz hep dışarıya bakıyor. Senin de bildiğin gibi koşullarımız ağır, her konuda sınırlandırıldığımızdan dolayı ne bir sohbet hakkı ne de herhangi bir etkinliğe çıkabiliyoruz. Bütün hayatımızı hücreye sığdırıyoruz. Üç kişilik voltalara ayarlı. Birinci derecede yakınlarımız ve vasimiz dışında görüş yapamıyoruz. Son bir yıldır sosyalist gazete ve dergilere, kitaplara getirilen kısıtlamalar nedeniyle ulaşamıyoruz. Yine de kendi gerçeğimizi örgütlüyoruz; günlük gazetelerden edindiğimiz bir haber, bir fotoğraf karesi, televizyonda izlediğimiz haber görüntüleri bile bizi haddinden fazla etkiliyor. Bazen hassaslaşıyoruz, öyle değil mi? Karşılıklı sohbetlerimizin bir konusu da bu oluyor. Israrla üzerinde duruşumuz güncel sorunları, gelişmelerle verdiğimiz önemden kaynaklanıyor. Belki dışarıda olsak bu kadar yakından takip etmez, edemezdik.
-Romanda politik dil kullanılmasına nasıl bakıyorsun?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Her eser kendi dilini oluşturur. Hikayen politikse kaçınılmaz olarak o dilde konuşur, konuşturursun. Bundan kaçamazsın, mümkün değil zaten hatta eserle arana kalın duvarlar örmeye kalksak bile kendini muaf tutamazsın. Doğrudan veya dolaylı bir biçimde seni içine çeker, imgelerin ya da karakterlerin, tiplerin arkasına saklasan bile hikayen o dili kullanır.
-Romanda anlam işlevini yitirdi diyen, romanı roman yapan bir hikaye olarak ortadan kalktı, eski tadını, eşsiz betimlemesini göremiyoruz, görüşünü savunan ‘yeni nesil romancılığında’ Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlatımını göremiyoruz diyenler var, bu konuda ne düşünüyorsun?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Anlatım işlevini yitirmez, değişime uğrayabilir. Yitirmiştir dersek, bu romanın doğasına aykırıdır. Tersten söyleyecek olursak, anlatmadan gösteremezsin sıkça gösterme işi üzerinden durulurken, yine de romanı zenginleştiren, çoğaltan o anlatımdaki işlevselliktir. ‘Yitirdi’ yargısına şuradan varılıyorsa, insanlar uzun anlatımlardan sıkılıyor, ilgi duymuyor, haliyle de okumuyorlar vs. Bu bir yere kadar anlaşılır bir şey; açıkçası bu sadece roman tarihine has bir durum değildir. İnsan (ürünün) elinin değdiği dokunduğu her şey için geçerlidir. Hele de içinde bulunduğumuz dönemin -çağın- böylesi biz özelliği var belki de bu süreç daha da derinleşecek. Biz bu açılardan bakarken eski ve yeni kıyaslamasından çok geleceği yakalayan eserlere, ürünlere dikkat kesilmek zorundayız. Bizim göremediğimiz, fark edemediğimiz şeyler olabilir. Kendi beğeni ve ölçülerimiz sınıfsal ve toplumsal gelişmelerle etkileşin içinde olduğu gibi olamama halini de göz önünde bulundurmalıyız ki yeniye açık olalım. Bilhassa yani genç kuşağın ilgi alanı, yönelimleri bu hikayelerin içinde kendine yer bulsun, yer açsın; geleneğin gelecekle ilişkisini bugünden kuracak olan da bu türden çalışmalardır; önyargılardan, ezberlere, belirli kalıplara saplanıp kalmadan yeni gelişmelere açık olmamızı sağlar. Yerinde ve zamanındaki müdahilliğimizin büyük bir önemi vardır. Röportaj boyunca romancılığı bir örgütçülüğe benzetişimi zaman zaman sohbetlerimizde de dile getirmiştir. Bir kez daha yenilemiş oldum.
-Son bir şey söylemek ister misin?
YÜKSEL YİĞİTDOĞAN- Yeni Demokrasi Gazetesi’nin emekçilerinin yeni yılını en içten duygularımla kutluyor, mücadelelerinde başarılar diliyorum.
Yayınlanmış Kitapları
- Dere (Şiir) (2004)
- Mektuplar Mevsimlere Benzer 1 (Şiir) (2008)
- Mühlet (Şiir) (2010)
- Bazen (Roman) (2014)
- Esma (Roman) (2018)
-Bize kendinden bahsedebilir misin? Hangi davadan yargılandın, kaç yıldır içeridesin, ne zaman çıkacaksın? Kaç sürgün yaşadın?
MEHMET ÇELİK- Adım Mehmet Çelik. 1975 yılında Diyarbakır’da dünyaya geldim. 1994 yılında PKK davasından yargılandım ve müebbet hapis cezası aldım. 26 yıldır cezaevinde tutuluyorum. Eğer bir aksilik olmazsa 4 yıl sonra tahliye olacağım. Bu cezaevinde kaldığım sürece şu ana kadar 7 defa sürgün edildim. En son iki ay önce pandemiye rağmen Kandıra 1 Nolu F Tipi’ne sürgün edildim.
-Yazmaya dışarıda mı başladın?
ÇELİK- Aslına bakarsanız yazmaya başlamadan önce bir anlatıcı oldum. Çocukluğumda her gece annem veya babam bizlere uyumadan önce öyküler anlatır, ben de bu öykülerdeki kahramanlardan biri olarak uykuya dalardım. Sabah kalktığımda ilk iş olarak dinlediğim bu öyküleri arkadaşlarıma anlatırdım.
Okula gidip de okuma yazmayı öğrendikten sonra hayatımda yeni bir sayfa açıldı. Uzunca bir süre ne yapacağımı bilemedim. Ama bir gün Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sini okuyunca her şey değişti. O çocuk yaşta ailemden dinlediklerimi kendimce yazmaya başladım. Ama sistemi olarak yazmaya cezaevinde başladım.
-İçeride üretilen eserler hapishane edebiyatı olarak değerlendirildiği için gerekli ilgiyi görmüyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
MEHMET ÇELİK- Öncelikle şunu düzeltmekte yarar var. Cezaevi edebiyatı, dışarı edebiyatı, köy, şehir vb. diye bir tanımlama yapmak sakıncalı olur kanısındayım. Ben edebiyatı edebiyat olarak değerlendirmekten yanayım. Bana göre bu anlamda yazınsal çalışmaları kategorize etmek başlı başına eksik ve sakıncalı bir durum. Eğer kaliteli bir ürün-yazınsal çalışma yapılırsa bugün olmasa bile yarın hak ettiği yere gelecektir. Nihayetinde bunun bir çok örneği var.
-İçeride olmanın üretilen eserler üzerinde etkileri var mıdır? Etkileri nelerdir?
MEHMET ÇELİK- İbni Haldun “coğrafya insanın kaderidir” diyor. Bu bir bakıma doğru bir tanımlama. Yine şu an ismini hatırlayamadığım bir düşünür diyor ki “dünyamın sınırları, dilimin sınırlarıdır.” Bu tanımlama da doğru. Ama biz edebiyatla ilgilenenler hangi doğruyu esas alacağız? Sanırım işimiz kelimeler ve dil olduğundan ikinci tanımlama bizim için daha geçerli. Önümüzde sınırsızlık ve sonsuzluk var. Ama yok içerisinde yaşadığımız ve bunun kısır döngüsünü kabul edeceksek o zaman sorduğunuz soru ve İbni Haldun’un haklılığı kaçınılmaz olur. Tutsak olma psikolojisi üretilen eserlere siner ki o sözünü ettiğiniz sakıncalı durum ortaya çıkar
Öncelikle fiziki olarak bir izolasyon yaşadığımız doğru. Ancak düşüncede bunu yaşadığımız söylenemez. Zaten düşünce ve ruh dünyasında böyle olmuş olsaydı bu eserler ortaya çıkmazdı. Günümüz teknoloji iletişim ve bilgi çağı olarak tanımlanıyor. İçeride de olsak, imkanlar çok sınırlı da olsa halkın yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Bazen bir fotoğraf karesi, bazen haberlerde izlediğimiz bir olay bazen de farklı bir şey. Bu üretimimizin temel noktasını oluşturuyor.
Mesela İ.Ö. 6. yüzyılı ele alalım. O günkü iletişim ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var. Buna rağmen Yunanistan’da Thales ve diğer kimi filozoflar Mezopotamya’da Zerdüşt peygamber, Uzak Doğu’da Konfüçyüs gibi düşünürler çıkmış, birbirlerinden on binlerce kilometre uzakta, hiç birbirlerinden haberleri yok belki de. Ama dönemin yaşanan sorunlarına getirdikleri çözümler az çok aynı. Hatta toplumu gözlemleme noktasında içeride olmak eğer iyi algılanırsa bir avantaj da olabilir. Ne de olsa pek az insan içerisinde yüzdüğü, su parçasının göl mü, deniz mi, okyanus mu olduğunun ayırdına varabiliyor.
-Dışarıyla nasıl ilişkileniyorsun? Zorlukları nasıl aşıyorsun?
MEHMET ÇELİK- İçeride yaşadığımız başlıca sorun bu. Zira burada yazdığımız öykü, şiir, deneme, roman kısacası her şey denetimden -mektup okuma komisyonlarından- geçiyor. Bir de ben Kürtçe yazdığım için dışarıya taşırma noktasında iki kat fazla zaman alıyor. Ama yapacak başka bir şey yok. Yazmazsak olmaz. Şu ana kadar bir şiir kitabım yok (Xeyalên Eşê Evinê) ve Richard Bach’ın Jonathan Livingston Seagull eserini İngilizceden Kürtçeye çevirdim. Kimi edebiyat sitelerinde Kürtçe öykülerim Mem Farqini adına yayımlandı. Bazen bir kelimenin doğru yazımı için aylarca bekledim. Bir günlük iş burada bir yıla sarkabiliyor. Sabır en büyük erdem içeride yazanlar için.
-Romanda politik dil kullanılmasına nasıl bakıyorsun?
MEHMET ÇELİK- Ben de şunu sorayım. Politikanın girmediği bir yer kaldı mı ki? Ama kim nasıl isterse öyle yazsın. Ben şu dil kullanılsın veya şu kullanılmasına diyemem, demem. Buna en iyi cevabı okuyucu verecektir, üretilen eser kitlelere ne kadar ulaşır, ne kadar halka mâl olur bu bizim yapacağımız tercihin bir sonucu olacak.
-Edebi eserlerde hikayenin veriliş biçimi onun ideolojisi ile ilgili olur. Yazar hangi sınıfın ideolojisine aitse onun hikayesi de ait olduğu sınıfa hizmet eder, görüşü hakkında ne düşünüyorsun?
MEHMET ÇELİK- Bence de her insan sahip olduğu dünya görüşünü bir biçimde eserlerinde işliyor, onu veriyor. Burada küçük bir fark var. Kimileri bu ideolojilerini göstere göstere gözümüze sokarken, kimileri de bunu daha örtülü bir biçimde yapıyor, zira her ürün bir kitleye hizmet ediyor.
-Son olarak şunu sormak istiyorum. Romanda anlatım işlevini yitirdi diyen romanı roman yapan bir hikaye olarak ortadan kalktı, eski tadını, eşsiz betimlemelerini göremiyoruz görüşünü savunan, yeni nesil romancılığında Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlatımını göremiyoruz diyenler var. Bu konuda düşüncen nedir?
MEHMET ÇELİK- Değişim, dönüşüm, yenilenme her şeyin başı. Nasıl yaşam hızla akmakta, kendini yenilemekte ve her gün toplumda bu dinamiğin bir parçasıysa elbette bu değişim dönüşüm kendini yazınsal anlamda da gösteriyor. Bunun böyle olması çok doğal zaten olmaması anormal olurdu.
Şimdi şöyle bir durum da var. Eğer salt eski ile yetineceksek o zaman Ehmedê Xani, Shakespeare, Mevlana, Dante, bunların hepsi döneminde zirvede olan sanatçılar, yazarlar, hepsi de yazınsal çalışmalarında halkın sorunlarını dile getirmiş, bir kalıba koymamış. Bu
Son olarak bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkürlerimi iletiyor, Yeni Demokrasi Gazetesi ve çalışanlarına başarılar diliyorum.