Türkiye’de Kadınların Çalışma Hakkı Üzerine

Üretim araçlarının gelişmesiyle birlikte toplumsal üretim ilişkilerinde yaşanan gelişmeler çok yönlü tartışılmakta, toplumsal cinsiyet eşitsizliği de bu tartışmalarda konu edilmektedir. MLM de toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin nedenlerini ve biçimlerini üretim ilişkileri içinde bulacağımızı öğretmektedir. Üretim ilişkileri içerisinde kadının konumu ve bu konuma bağlı olarak kadın hakları bu kapsamda ele alınmaktadır. Türkiye’deki kadınların çalışma hakkı konusundaki duruma da üretim ilişkilerinde kadınların konumu bakımından incelemek gerekir. Böyle yaparak üretici güçler ile üretim araçları arasındaki çelişkide kadınların konumuna Türkiye özgülünde değinmiş olacağız.

Bu konu bakımından ilk argümanımız günümüz toplumlarında çalışma hakkının yaşama hakkıyla doğrudan ilişkili özelliğidir. Emperyalist- kapitalist sistemde çalışma hakkı işçi ve emekçilerin bir sonraki gün yeniden çalışabilmesi için, yani yaşamak için bir zorunluluk olarak vardır. Bu durum ücretli kölelik tanımının açık karşılığıdır. İşçi sınıfı kapitalistlerin kâr etmesi için çalıştırılırken, o kendisinin ve ailesinin yaşayabilmesi için çalışmaktadır. Bu düzende çalışma hakkı yaşama hakkının diyeti olarak bir zorunluluktur. İşçinin ertesi gün yeniden üretebilmek için çalışmak zorunda olmasından doğan çalışma hakkı tüm işçi sınıfının ortadan kaldırmak zorunda olduğu tarihsel ve toplumsal bir dayatmadır. Çalışma hakkı kapitalizmin şafağında topraklarından kovulmuş köylülerin kitleler halinde üretime sürülmesiyle açığa çıkmış, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine bağlı olarak işçi sınıfının da mücadelesi biçimlenmiş ve ilerlemiştir. Feodal toplumun küçük aile üretimine dayanan yapısı bu yeni ilişkiler içerisinde çözülürken üretim araçlarının gelişmesine bağlı olarak üretici güçler de gelişmiştir. Bu üretici güçler içerisinde kadınlar özellikle başlangıçta esas olarak yedek iş gücü olarak şekillenmiştir. Kadın ve çocuk emeği kapitalistler açısından sömürünün en katmerlisinin yaşandığı ucuz iş gücü olarak vardır. 

Kadınların çalışma hakkına yoğunlaşacağımız bu yazıda bu genel bilgi özellikle önemli ve gereklidir. Bu kısa girişle birlikte Türkiye’de kadınların çalışma hakkı kapsamında, kadın emeğinin sömürülme biçimlerine bakabiliriz.

TÜRKİYE’DE KADINLARIN ÇALIŞMA HAKKI

Türkiye’nin yarı feodal, yarı sömürge yapısı karmaşık sömürü ilişkilerinin temel nedenidir. Bu yapı kapitalist üretim ilişkileri ile feodal üretim ilişkilerinin emek sömürüsünün biçimleri bakımından da parçalı ve çarpık bir iç içeliğe işaret etmektedir. Bir yanda küçük üretim içerisinde angarya çalışma biçimleri çok yönlü halde sürerken diğer yanda ücretli işçilik biçimi de gelişmiştir. Aynı bağlamda kadın emeğinin de çok yönlü sömürüldüğünü rahatlıkla ifade edebiliriz. Kadın emeği sömürüsü hem aile ekonomisi içinde hem de diğer üretim alanlarında yoğun ve çok çeşitli biçimlerde gerçekleşmektedir. 

Çalışma hakkı TC Anayasasının 49. Maddesinde tanımlanmıştır. Türkiye’de kadınlar için çalışma hakkı ilk defa 1936 yılında yasal olarak tanımlanmıştır. Burjuva-feodal toplumlarda hemen her yasal hak her zaman göstermelik bir özellik barındırır. Yasalarda bulunan neredeyse hiçbir hak gerçek anlamda bir hak özelliği taşımaz. Yasaların sonuç olarak gerçeklikle sınırlanması bu konudaki temel problemdir. Türkiye’de kadınların çalışma hakkı da ancak bu kapsamda değerlendirilebilir ve anlaşılabilir. Feodal toplumlarda kadınlar çalışma yaşamında, üretimde, üretim alanlarında tanımlanmamışlardır. Kadın böyle toplumlarda aile ekonomisi içinde yasal olarak görünmezdir ve pratik bakımdan da arkaya itilmiştir. Bu görünmezlik ve itilmişlik içinde kadın en yoğun biçimde çalıştırılır… Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel üretimin geniş ölçeklere yayılmasıyla kadın emeği sömürü sistemi için erişilmesi mutlak bir emek olmuştur. Buna uygun olarak kadınların aile ekonomisine bağımlılıklarının ortadan kalkması ve üretimde kendi hesaplarına çalışmaları yani ekonomik olarak bağımsızlaşmaları, emeklerini özgürce kime ve nasıl satacaklarına karar vermeleri bu süreçte gelişen bir özellik olagelmiştir. Buna karşın kapitalist üretim ilişkilerinin geri seviyelerde olduğu koşullarda, bizimki gibi ülkelerde bütün bunların tamamı ailenin, dolayısıyla feodal üretim ilişkilerinin belirlediği toplumsal kurallar içinde bir ölçüde gerçekleşebilmektedir; esas olarak ise gerçekleşmemektedir. 

Dolayısıyla kadınların çalışma hakkı bizimki gibi ülkelerde öncelikle bu hakkın özgürce kullanılamadığı gerçekliği içinde incelenebilmektedir. Türkiye’de kadınlar çalışma hakkı bakımından esas olarak özgür değildirler, bu hak özgürce kullanılamamaktadır. Bunun temel nedeni feodal toplum ilişkilerinin bir bütün olarak tasfiye edilememiş olmasıdır. Kadın emeği çoğunlukla zorunlu hallerde, aile gerek duyduğunda piyasaya sürülmekte ve bu alandaki durumu da aile ilişkilerine bağımlılığına bağlı olarak şekil almaktadır. Çokça karşılaştığımız gibi baba, koca, ağabey izin vermediği için kadınların önemli bir kesimi ya bu hakkı kullanamamakta ya da bu hak ailenin (kocanın, babanın, ağabeyin) “hakkı” olarak gasp edilmektedir. Kuşkusuz gelişmiş ve evrensel değer haline gelmiş burjuva değerlerin genel kabulü nedeniyle bazı ailelerde kadınlar bu hakka sahiptir. Fakat mevzu “hak” ise bunun kolayca ve toplumsal meşruiyet içinde gasp edilebilirliği gerçek bir haktan bahsedilemeyeceğini gösterir. Bu nedenle yasal olsa da bir haktan bahsedilebilmesinin önkoşulu onun özellikle toplumsal gelişmişlik bakımından özgürce kullanılabilir olmasıdır. Kadın emeğinin yedek iş gücü olarak görülmesi buna bağlı olarak ancak aile ekonomisinin gerek gördüğü durumlarda üretime katılabilmesi “kadının çalışma hakkının” en somut hallerinden biridir. Yine çalışan ya da çalışacak kadınlar için alan seçimi de aynı karar alma süreçlerine tabidir. İşler “kadın işi” ve “erkek işi” olarak ayrılmakta, belli iş kollarında ve mesleklerde kadınların çalışmasına olumlu yaklaşılmamaktadır. Kadınlar için seçilen iş kolları ve meslekler feodal toplumun yargılarına ve kurallarına uygunluk bakımından seçilmekte veya kabul görmektedir. Kadınlar öğretmenlik, hemşirelik, çeşitli hizmet kolları, ev eksenli işler, tekstil gibi alanlarda tercih edilmekte ya da bu alanlara zorlanmaktadırlar. Burada belirleyen kıstas kadının aile içindeki konumudur. Bu konuma uygun olan alanlar kadınların çalışma alanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınları toplumsal değer yargılarına uygun olmayan alanlarda çalışmaları hoş karşılanmamaktadır. Bunun sınırları kadının toplumsal rolleriyle belirlenmektedir. Her ne kadar kadının yaşam ve çalışma alanlarındaki konumu örf, adet, töre, namus kavramlarıyla açıklanmaya çalışılsa da bu kavramların varlığı, içeriği, niteliği toplumsal üretim ilişkilerine, sınıfların durumuna bağlıdır. Kadınların ikinci sınıf konumu, feodal kültürün kadınların çalışma ve yaşam koşullarını belirliyor olması ülkemizde feodalizmin tasfiyesinin gerçekleşmemiş olmasının en net somut göstergelerinden biri olarak anlaşılmalıdır. Bu nedenledir ki kadınların çalışması ataerkil toplumun kurum ve kişilerin izinlerine tabi tutulmakta, bu nedenledir ki kadınların çalışacağı iş kolları toplumsal cinsiyet rollerine göre belirlenmekte, bu nedenledir ki kadınların çalışma yaşamında karşılaştığı sorunlar feodal toplumun en gerici yaklaşımlarını barındırmaktadır.

TÜRKİYE’DE ÜRETİM İÇERİSİNDE KADININ KONUMU

Türkiye’de kadınların çok büyük çoğunluğu çalışmamaktadır ya da pratik olarak çalışma hakkından mahrumdur. İstihdam dışı kalmalarının yanı sıra üretim içindeki durumları da vahim bir tablo vermektedir. Kadınların geçici, kayıt dışı, sigortasız, güvencesiz, düşük ücretli, enformal, kısmi zamanlı, ev eksenli ve esnek çalışma alanlarında çalıştığı da bilinen başka bir gerçektir. 2012 yılı rakamlarına göre çalışabilir durumda olan kadınların sadece yüzde 27’si üretim içerisindedir, yüzde 27’nin ağırlıklı çoğunluğunu tarım ve hizmet iş kolu alanı oluşturmaktadır. Bu oran erkeklerde yüzde 66,8’dir, erkeklerin çalışma alanının ağırlığını ise sanayi oluşturmaktadır. Yıllara göre kadın ve erkek istihdam artışlarındaki rakamlar da üretime katılımda cinsiyet eşitsizliğini göstermektedir. Kadınların üretime katılım hızı çok düşüktür. Türkiye’de her üç kadından ikisi işsizdir. İş gücü dışında kalan yirmi milyon kadının yüzde 55’i yani 11 milyonu aile kölesi olarak yaşamlarını sürdürmekte, yaşam hakkının diyetini aile içerisindeki ev işlerini yerine getirerek ödemektedir. 10 yaş üzeri kişiler üzerinde yapılan “zaman kullanım anketine” göre kadınlar günlük 4 saat 35 dakikalarını ev işlerine ayırmaktadır. Bu oran erkeklerde çok düşüktür. Bu anketin 10 yaşı alt sınır olarak almasının altındaki neden de kadınların ev işlerine ayırdıkları zamanı düşük gösterme çabasıdır. Bu yaş sınırı 15-55 yaş arası kadınları kapsasa da ev işleri, yaşlı ve çocuk bakımına kadınların ayırdığı zamanın çok daha büyük olduğu görülecektir. Ev işlerine ayrılan zaman üretim içerisindeki kadınlar için değişmemektedir. Çalışan kadınlar da günlük ortalama 3 saat 31 dakikalarını ev işlerine ayırmaktadırlar. Kadınların çalışma haklarını kullanmalarının önündeki en büyük engellerden biri toplumsal cinsiyet rolleridir. Çalışan kadının toplumsal kadınlık rolünü aksatmaması temel kıstaslardan biri ve en önemlisidir. Ev işleri sorumluluğu, annelik, kadına özel yükler yükleyen eş sorumluluğu kadın çalışsa da aynen sürdürülmek zorundadır…   

Kadınlar çalışma yaşamında da çok yönlü saldırılara maruz kalmaktadırlar. Kadınların çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunların başında eşit işe eşit ücret sorunu gelmektedir. Bunun yanı sıra, kreş hakkı, ebeveyn izni, doğum ve emzirme haklarının gasp edilmesi, mobbing, cinsel saldırı vb. olgular kadınların üretim içerisinde karşılaştıkları en temel sorunlardır.

Özetle çalışma hakkı kadınlar için de yasal olmasına karşın yaşam içerisinde yarı feodal toplumsal yapının ihtiyaçlarına göre kullanılan/kullandırılan bir hak niteliğindedir. Kadınlar bu hakkı ancak büyük mücadelelerle kullanabilmekte, bunun için bazen büyük bedeller ödemekteler ve kullanmaya karar verdiklerinde çok yönlü yeni saldırıları göze almaktadırlar. Dolayısıyla yeni saldırılara karşı yeni bir mücadele süreci başlamakta ve kadınlar en temel hakları uğruna bazen ölümüne çatışmaya zorlanmaktalar.

Bunun yanı sıra kadınların çalışma haklarına yaklaşımlarını ortaya koymakta toplumsal bilincin büyük bir önemi olduğunu vurgulamalıyız. Bizimki gibi toplumlarda kadınlar, çalışmanın kendileri için bir hak olduğunun bilincinden esas olarak yoksundurlar. Yaşama hakkına eşdeğer olduğu halde bu bilincin çok zayıf olması kadınlara yönelik saldırıların boyutunu anlamak bakımında özellikle dikkate değerdir. Üretimde olmanın, ekonomik bağımsızlığın kadınlar için bir gereklilik olmadığı düşüncesini içeren feodal bilinçle şekillenmiş kadın ve erkek bilinçleri kadına yönelik şiddetin önemli bir kaynağıdır. Bu bilinç “eve ekmeğin erkek tarafından getirilmesi” gerektiği toplumsal kuralından ileri gelmekte bu bilinç bizimki gibi toplumlarda hatırı sayılır bir nitelik taşımaktadır. Bu kapsamda kadınların çalışma yaşamına katılımları belli zamanlara göre şekillenmiş de olmaktadır. Aile ekonomisine katılım bakımından “evleninceye kadar çalışma” anlayışı yaygındır ya da evli kadınlarda “çocuk doğuruncaya kadar çalışma” eğilimi bir kural gibi işlemektedir. Bu sebeplerle boşanmış ya da eşi ölmüş kadınların üretim sürecine katılım oranları diğer kadınlara oranla pek yüksektir. 

Tüm bu olgular bize Türkiye’de kadınların üretim içindeki konumuna, dolayısıyla çalışma hakkına ve çalışma hakkının kullanımına dair net bilgiler sunmaktadır. Bunlar özel mülkiyete dayalı bu düzende kadınların mülkiyet ilişkilerindeki yerine de açıklık getirmektedir. Kadınlar yaşamın her alanında üretken olsalar da haklarının sınırlarını bu yer belirlemekte ve erkek egemen burjuva-feodal sınırlar onu kendinde sürekli ama sürekli olarak boğmaktadır. Bu bağlamda kadınlar dünya işlerinin yarısından fazlasını yapıyor olmalarına rağmen dünyadaki gelirlerin ancak yaklaşık yüzde 10’u kadarını alabilmektedirler. Bu yüzde 10’luk gelirin büyük bir kısmı ise yine bir avuç burjuva kadın/hanım ağa arasında bölüşülmektedir. Kadınlar tüm dünyadaki mal varlığının yani özel mülkiyetin sadece yüzde 1’lik kısmına sahipler. Yani kadınlar özel mülkiyete dayalı dünya düzeninde mülkiyet ilişkileri bakımından gene ikincil pozisyondadır!

Sonuç olarak kadınların çalışma hakkının yasal olarak tanınması ya da kadınların çalışma yaşamında tüm saldırılara rağmen var olması gerçekliği evrensel olgulardan koparılmamalıdır. Bununla birlikte Türkiye özgülünde yaşanan sorunlar mücadele içinde somutlaştırılmak zorundadır. Çünkü bizimki gibi yarı feodal ve yarı sömürge ülkelerde kadınların yaşadıkları çalışma hakkı sorunları ile kapitalist- emperyalist ülkelerdeki kadınların sorunları birebir aynı içerikte değildir, olamaz da zaten. Mücadele bu gerçekliği gören bir sınıf bakış açısıyla örgütlenmelidir. Kadının ekonomik özgürlüğü çalışma hakkının özgürce kullanılması mücadelesiyle iç içedir. Bu iç içelik çeşitli özgürlük hikayeleriyle karartılmaya çalışılmakta kadınların özgürce hareket edebileceği gibi bir yanılsama oluşturulmaktadır. Ancak gerçek böyle değildir. Kadınlar ülkemizde çalışma haklarını özgürce kullanamama gerçekliğiyle karşı karşıyalar. Bu gerçekliğe uygun mücadele yol ve yöntemleri geliştirmek Demokratik Halk Devrimimizin kadın kitleleri içinde örgütlenmesinin temel ayağı olacaktır.