[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
“Türkiye Yüzyılı” masalının yeni perdesi Körfez ülkelerine gerçekleştirilen ziyaretlerle aralandı. Haziran ayı başında Hazine ve Maliye bakanı Mehmet Şimşek ile Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın ziyaretlerinin ardından, yapılacak görüşmeler için “umutluyum” diyerek “nokta”yı koymak üzere Erdoğan yola çıktı.
Erdoğan Litvanya dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken Körfez ziyareti için “umutluyum” demişti. Bu söz bir anlamda Türkiye ekonomisinin yapısal karakterini anlatmaktadır. Çünkü muhtaçlar! Çünkü Erdoğan’ın umudu ihtiyacı olan parayı “bir şekilde” bulacağıdır. Bu iş birlikçilerin ekonomisinde krizden çıkmak için değil; ama soluklanmak için uluslararası sermayenin desteğine ihtiyacı var. Bir anlamda simbiyotik bir ilişki söz konusu ve bu ilişkinin başat tarafı uluslararası sermaye. Erdoğan da bugün “başkan” olarak ülke ekonomisinin ayakta kalabilmesi için ülkeyi uluslararası sermayenin yağmasına açması, kendini onun insafına bırakması gerekiyor.
Dikkat çekmekte fayda var; bu durum salt Erdoğan ya da onun yönetimindeki Türkiye ile ilgili de değil. Hatırlanacaktır, muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu da Londra’da temaslarda bulunmuş ve seçim çalışmalarında ülkeye “300 milyar dolar temiz para getireceğim” diye açıklamalar yapmıştı. Yani hepsi aynı dertten mustarip. Hep bir kaynak arayışındalar! Emperyalizm hem Türkiye kapitalizminin gelişimini köstekliyor hem de kamburunu büyütüyor.
Konumuza dönecek olursak en yalın ifadeyle Türkiye ekonomisi bağımlı bir ekonomidir. Dış kaynağa mecburdur. Bu bağımlılık ilişkisi artık değerin emperyalistler tarafından soğrulması ile doğrudan alakalıdır. Uluslararası sermaye Türkiye ekonomisinin bu mecbur/muhtaç karakteri üzerinden hem değerlenme sürecini sürdürüyor hem de bağımlılık ilişkisini derinleştiriyor. Bu ilişkinin diğer bir yönü de ekonomik krizin süreğen bir niteliğe sahip olmasıdır. Türkiye ekonomisinin bu açmazı onun karakteridir. Diğer bir ifadeyle bu açmaz Türk hâkim sınıflarının “kaderi”dir.
Erdoğan’ın Körfez ziyaretine değinmeden önce ekonomiye ilişkin bazı hatırlatmalar yapmak yararlı olacaktır. Kuşkusuz Türkiye ekonomisine ilişkin yapacağımız bu hatırlatmalar “yeni” şeyler olmayacak! Fakat Erdoğan’ın doldurması için eline tutuşturulan dilenci torbasının hikâyesini anlamak bu “yeni” olmayan şeyin altını ısrarla çizmekten geçiyor.
İçinde bulunduğumuz dönemin başka bir özelliği dış kaynak maliyetinin artmasıdır. Borçlanmak hem eskisi gibi kolay değil hem de eskiden olduğundan maliyetli. Ucuz ve kolay erişilebilir kredi döneminde olmadığımız herkesin malumu. Sermaye, değerlenmek için harekete geçer; ona sermaye vasfını kazandıran da bu eğilimidir. Erdoğan’ın Körfez gezisi için formüle ettiği “kazan kazan” sermayenin çıkarları korunduğu oranda sermaye için bir anlam ifade eder. Uluslararası sermaye kazanırken Erdoğan en fazla soluklanabilir; tabii sözcüsü olduğu sermaye kesimleri de palazlanır. Ama esas kazanan mevcut ilişki temelinde uluslararası sermayedir ki Türk hâkim sınıfları da esasta onların çıkarlarını korumakla yükümlüdürler.
Mevcut ekonomik tablonun sürdürülemezliğine dair yorumlar sıklıkla dile getiriliyor. Herkesin ortaklaştığı nokta paraya ihtiyaç olduğu. Çaresi de yollara düşmek! Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine “evet” demesi karşılığında IMF’den kredi sözü aldığı iddiası kamuoyuna yansıdı. Kuşkusuz Erdoğan İsveç’in NATO üyeliğini tüccar mantığı ile ele alıp fırsat olarak görmüştür. Erdoğan IMF’nin kapısını şimdilik aşındırmasa da “IMF bizden borç para istedi” sözleri vasat bir espri olarak hafızalara kazınmıştır. Yerel seçimlerden sonra Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek’i IMF’nin kapısında görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Siyasi iktidar ekonomik tablo karşısında devletin haraççı karakterini devreye sokup yüksek oranlarda vergi zamları yaptı. Gerisi dudak uçuklatan fiyat artışlarıyla kendiliğinden geldi. IMF’siz IMF reçetesi uygulandı. Devletin gelirleri vergi zamlarıyla artırılmaya çalışıldı. Yani uluslararası sermayenin beklentileri yönünde adımlar atıldı. Başka bir ifadeyle IMF hayaleti ortada dolaşıyor. Diğer taraftan seçim döneminde yıl sonuna kadar enflasyonda tek haneli rakamların görüleceğinden bahseden Erdoğan, Merkez Bankasının yıl sonu tahminini yüzde 58’e çıkarmasıyla bir kez daha ne menem bir ekonomist olduğunu gösterdi!
İşte böylesi bir dönemde Erdoğan âlây-ı vala ile dilenciliğe soyunup Körfez ülkelerinin kapılarını aşındırmak için yollara düştü. Tabii ki ardından atılan manşetler Erdoğan’ın “oyun kurucu”- luğuna dikkat çekip Türkiye Yüzyılı masalını yutturmanın telaşını ele veriyordu. Para dilenmek için düzenlenen gezi gazete manşetlerinde Türkiye için “yeni fırsat penceresi” olarak pazarlandı. Siyasal iktidarın propaganda aygıtı basın, medya organları yapılan ziyareti Türkiye’nin Körfez ile Batı arasında köprü işlevi görecek stratejik hamlesi olarak pazarlayıp Türkiye Yüzyılı masalına ara başlık attılar. Hamaset, dilenciliği gölgelemenin aparatı olarak sözcükleri bir kez daha kirletti!
Siyasal iktidarın emperyalist güçler arası çelişkilerden faydalanarak idare etme üzerine kurulu bir dış politika uyguladığı biliniyor. Çelişkilerden faydalanma üzerine kurulu bu siyaset aslında yeni değil. Türk hâkim sınıfları bu politikayı geçmişte de uyguladı. ABD hegemonyasının zafiyete uğradığı yeni bloklaşmalara gebe günümüz koşullarında mevcut çelişkiler TC’ye kısmi hareket serbestisi tanıdı. Körfez ziyareti de Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini onarmaya çalıştığı yeni sürece denk düştü. Litvanya’daki NATO toplantısında Türkiye, emperyalist güçlerin beklentilerini karşılayan adımı atarak alkışları kapmıştı. Körfez ziyareti de bu sürecin devamı olarak okunabilir. Siyasal iktidar bu ziyaret ile hem elde kalanları pazarlayıp ihtiyacı olan sermayeyi ülkeyi çekip soluklanma arayışı ile hem de Batı’dan icazet alıp bölgesel gelişmelere emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda müdahil olma hevesiyle hareket etmektedir.
Cemal Kaşıkçı cinayetinden Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman sorumlu tutulup cinayetin üstünün örtülemeyeceği defalarca tekrarlanmıştı oysa. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında ise Birleşik Arap Emirlikleri’nin olduğu söylenip durdu. Yani katiller de darbeciler de belliydi. Türkiye’nin acil para bulmaktan başka çaresinin olmadığı koşullarda Erdoğan “neyi satacağımızı biliriz” diyerek elde kalanları nakde çevirmenin derdine düştü. Nihayetinde katiller de darbe finansörleri de unutuldu. Bir kez daha tükürülenler yalanıp yutuldu. Türkiye’nin bağımlı karakteri siyasal iktidarlar için “adamlarda ne mide varmış” dedirtiyor insana!
Alsancak Limanı ve BOTAŞ’ın satılacaklar listesinde olduğu yazılıp çizildi. Kimsenin hayrına para vermeyeceği, Körfez sermayesinin de sermayenin karakterinden bağımsız düşün(e)meyeceği/hareket etmeyeceği hepimizin malumu olduğuna göre bu tantana da neyin nesi. Cumhur İttifakı seçimleri kazanmış olmasına rağmen süreci yönetmekte zorlanıyor. Ekonomik tablo bunun en açık göstergesi. Yerel seçimler güçlü lider, güçlü ülke imajını zorunlu kılıyor. Gürültü tam da burada kopuyor.
Körfez ziyareti sonrası başarı diye anlatılan hikâye belki bazılarının aklını çelebilir fakat Körfez sermayesi atılan imzaların ardından bir anda ülkeye sökün etmeyecektir. Atılan imzalar ya da 51 milyar dolarlık anlaşmaları birer niyet beyanı olarak tanımlamak daha isabetli olacaktır. Sermayenin değerlenmesine güvence verecekleri ölçüde anlaşmalar somutlaşabilecektir. Siyasal iktidarın para arayışı dahi uzun vadeli bir çözüm programı içermiyor. Seçim sürecine kadar soluklanabilecek adımlar atabilmenin peşinde oldukları aşikâr. Diğer taraftan uluslararası sermayenin beklentileri doğrultusunda ekonomi yönetimi oluşturulması, Batı ile yaşanan sorunları gidermeye dönük adımlar, Litvanya dönüşü Erdoğan’ın ABD güzellemeleri bağımlılık ilişkisinde kararlılık olarak okunmalıdır. Türk hâkim sınıflarının bağımsızlıktan anladığı büyük pastadan aldıkları küçük payın güvende olmasıdır.
Uluslararası sermayenin yatırımları, sıcak para girişleri ya da kredileri faşist Türk devletinin yarı sömürge karakterinden bağımsız ele alındığında absürt bir sonuçla karşılaşırız. Yukarıda da dikkat çekmiştik: sermaye değerlenmek için hareket eder. Körfez sermayesi 51 milyar dolarlık yatırım/ kredi ya da sıcak para girişi ile harekete geçtiği andan itibaren yalnızca bir eğilimi vardır: değerlenmek! Artık değeri emmeden çıkmaz.
Sonuç olarak Erdoğan’ın Körfez turu 51 milyar dolarlık anlaşmalar diye lanse edilen ama esasta birer niyet beyanı olan mutabakatla sonuçlanmıştır. Bu beyanların ne kadarının hayata geçeceği birçok değişkene bağlıdır. Bununla birlikte bahsi geçen anlaşmaların tamamı hayata geçirilse, yani 51 milyar dolar bir anda ülkeye sökün etse dahi krize kalıcı çözüm üretmesi mümkün değildir. Bağımlılık ilişkisi yani krizlere gebe ekonominin yapısal karakteri kalıcı çözümü dışlar. Sadece AKP döneminde ülkeye yüz milyarlarca dolar girdiğini hatırlatmak yeterli olacaktır. Sonuç değersizleşmiş, yerlerde sürünen Türk lirası; sürekli yeni zirveleri gören döviz kuru; çift rakamlı enflasyon/ hayat pahalılığı; alım gücünün her geçen gün düşmesi; fahiş zamlar; yüksek oranda vergi artışları… yani kapı kapı dolaşıp para dilenmeye devam; hem de dün hakaretler yağdırdıklarının kapısını aşındırmakta bir sakınca görmeyecek kadar yüzsüzce! İşte Türkiye Yüzyılı!