Elazığ’da gerçekleşen depremle yeniden tartışma konusu olan deprem paraları, iktidardaki AKP ve yandaşlarının Kızılay’ı, Başkentgaz’ı, çocuk tecavüzcüsü Ensar Vakfı’nı, işçi katili Torunlar İnşaat’ı ve ÖSO çetesini içeren ticari ilişki ağını da deşifre ederek devam ediyor. Dün Suriye cephesinden pek ses gelmez ve Libya gündemi ağır basarken Rusya destekli Suriye’nin İdlib’e yönelmesiyle birlikte dış gündemin odağına tekrar Suriye oturdu. ‘Dış’ ya da ‘iç’ gündemlerin birbirileriyle ilişkisi, bölgedeki savaş ve çatışmaların ne kadar ‘dış’ ne kadar ‘iç’ gündem olduğuna da ışık tutuyor. İçeride faşist baskı ve zorbalığı esas alan iktidar dışarıda da çatışma, savaş ve gerginliği esas alıyor. Başta bölgede olmak üzere tüm dünyada en gerici, faşist unsurlarla ilişki ve yardımlaşmasını artırarak kendisine etki alanı yaratmak isteyen devlet içeride de yeni faşist uygulamalarını normalleştirmenin çabasını harcıyor.
İdlib’de çatışmalar şiddetlenirken TC’nin Suriye’de dizdiği taşlar bir bir yıkılmaya devam ediyor. “Astana süreci” diye adlandırılan görüşmelerde Suriye’de kendine bağlı çetelerle ilgili verdiği taahhüdü yerine getiremeyen TC’nin, Suriye ordusunun, Rusya’nın yeşil ışığıyla İdlib’e yönelmesi karşısında Rusya, ABD ve cihatcı çeteler üçgeninde manevra yeteneği de azalmaya başladı. Suriye ordusunun saldırısı sonucu 8 Türk askerinin ölmesi, birçok askerin yaralanması üzerine bölgeye askeri kuvvet göndererek kendine bağlı çeteleri güçlendirmeye çalışan TC’nin bu girişiminin başarıya ulaşacağı gibi bir ihtimal pek görünmüyor. TC Savunma Bakanlığı, “Astana ve Soçi mutabakatları kapsamında görev yapan gözlem noktalarımızı tehlikeye atacak her türlü girişime en sert şekilde karşılık verilecektir” derken “Astana süreci diye bir şey de kalmadı. (…) Şu an itibarıyla Rusya, Astana’ya da Soçi’ye de sadık değil” diyerek saldırıların durmaması hâlinde gereğinin yapılacağını söyledi. Ancak Türkiye’nin zaman kazanmak, kendisine bağlı çeteleri tahkim etmek ve en önemlisi ABD’den medet ummak dışında net bir politikası bulunmuyor.
Heyet Tahrir El Şam (HTŞ) ve El Kaide çizgisindeki gruplar İdlib’in büyük bölümünü kontrol altında tutmaktadır ve HTŞ, Birleşmiş Milletler tarafından da terör örgütü kabul edilmektedir. BM kararı gereği ABD ve TC nezdinde de resmi olarak terör örgütü kabul ediliyor olmasına karşın pratikte durum böyle değil. TC ve ABD, Suriye devletinin ilerlemesine karşı HTŞ’yi desteklemeye ve ona göz yummaya devam ediyorlar. ABD’nin özel temsilcisi James Jeffrey HTŞ’nin Esad’la savaşa odaklandığına dikkat çekerek “Henüz biz bu iddiaları kabul etmedik ama kendileri, terörist değil vatansever muhalif savaşçılar olduklarını iddia ediyorlar. Bir süredir uluslararası bir tehdit oluşturduklarını görmedik” diyerek tutumunu açık ederken “(Erdoğan) bizim ortağımız ve NATO müttefikimiz, onun yanındayız. Kendisine Suriye’de Putin’e güvenemeyeceğini açıkça söylemiştik. Şimdi sonuçlarını görüyor.” diyerek de TC’ye ikili bir mesaj verdi. Tam bu süreçte ABD’de sürmekte olan Halk Bankası davasında üst mahkeme, federal mahkemeye müdahale ederek yargılamayı durdurmasını istedi.
Aslında Suriye ordusunun İdlib’deki ilerleyişi tümden sürpriz bir gelişme değildi. Astana’da TC’ye verilen (TC, HTŞ gibi “terör örgütü” kabul edilen cihatçı gruplarla kendi kontrolündeki grupları ayırmayı, bunları ağır silahlardan arındırmayı ve M5 otoyollarını trafiğe açmayı taahhüt etmişti) sürenin dolması hem da yakın zamanda Rusya, Suriye ve TC arasında en üst düzeyde gerçekleşen görüşmeler bunun kanıtıydı. Dışişleri ve savunma bakanları düzeyindeki temaslar, Tayyip Erdoğan’ın 8 Ocak’ta Putin’le görüşmesi ve 13 Ocak’ta MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Suriye Ulusal Güvenlik Bürosu Başkanı Ali Memluk’le Moskova’da buluşması Türkiye’nin İdlib’le ilgili belli bir taviz verdiğini ve bu sebeple cihatçı çetelerden de tepki gördüğü açıktır. Ancak her zaman olduğu gibi masa başında konuşulanlar ile sahada gerçekleşenler farklılaşıyor, her güç, zaman kazanarak, fırsat kollayarak, rakibinin hamlelerine karşı başka hamleler gerçekleştirerek süreci ilerletmeye çalışıyor. Uzun zamandır bu konuda Rusya’nın daha başarılı olduğu ve belli bir plan dahlinde Suriye’nin devlet egemenliğini güçlendirdiği söylenebilir. Sıkışan cihatçı çeteler ise bir yandan Türkiye’den aktif destek beklerken diğer yandan TC’nin planları dışında hareket etmeye de yöneliyor. Bu üç farklı denklem (ABD, Rusya-Suriye, cihatçı çeteler) içerisinde varlık göstermeye çalışırken TC’nin Cenevre’deki anayasa sürecinin sonucuna kadar pazarlık gücünü korumaya çalıştığı yorumları da yapılmaktadır. Çünkü Suriye TC için sadece söz konusu denklemden değil her zaman esas gündemini oluşturan Kürtlerin statüsü bakımından yaşamsal önemdedir. TC, Esad’ı ve Suriye devletini “lanetlemeye” devam etse de onunla resmi görüşmeleri de başlatmış durumdadır.
TC, Suriye konusunda hem ABD hem de Rusya’yla kurduğu ilişkide Kürtlerin statü kazanmasını engellemek ve var olan kazanımlarını tasfiye etme dürtüsüyle hareket etmektedir. Ancak taşlar sürekli yer değiştirirken bu konuda da TC’yi sınırlayan etkenler olduğu açıktır. Rusya, “Suriye’nin toprak bütünlüğü”, ABD ise Suriye’de kaos ve çatışmanın devam etmesi temelinde bölgedeki varlıklarını ve çıkarlarını ortaya koyarken Kürtler nezdinde de TC’nin istek ve beklentileriyle örtüşmeyen adımlar atabilmektedirler. Mısır’da ABD destekli fakat Erdoğan’ın kabul etmek istemediği hükümete bölge politikasında inisiyatif kazandırılmaya çalışılıyor. YPG komutanı Mazlum Kobani’nin “Suriye’nin kuzeyinde demografik değişim hedefleyen Türk saldırısına karşı Suriye’nin toprak bütünlüğünden ve Suriye halkından yana olduğu için” Mısır’a teşekkür etmesi dikkat çekmişti. Kobani’nin bununla da sınırlı kalmayıp zaman ve koşullar elverdiğinde kaybedilen bölgelerin geri alınacağına, bunun çok uzun zaman almayacağına dair beyanları ve TC’ye yönelik “görüşmeye hazırız, biz barış istiyoruz” mesajı Suriye’de arka planda kimi gelişmelerin de olduğunu göstermektedir. Emperyalistler ve onların Mısır gibi bölgedeki kuklalarının destek ve demeçlerine güven olmayacağı kesin. Ancak Suriye konusunda TC’nin iki büyük emperyalist güç karşısında her geçen gün daha da hizaya gireceği ortadadır.
Erdoğan “1 milyon insan sınırımıza doğru geliyor” diyerek halka ve aklınca Avrupalı devletlere gözdağı vererek kendisine destek bulmaya çalışıyor. CHP ise içi boş cümlelerle iktidara öneriler sunmaktan geri kalmıyor. Görünen o ki ‘iç’ ve ‘dış’ gündemler, iktidarın elinde bir silah olmanın ötesinde artık faşist devleti ve hâkim sınıfları sarsabilecek bir gerçekliğe kavuşmuş durumdadır. Buradan bakınca devletin en ufak bir kıpırdanma ve aykırı söz karşısında polisi ve yargısı eliyle terör estirmesi, her alanda baskıyı koyulaştırması daha da anlaşılır hale geliyor. Öyleyse görevimiz açıktır. Hâkim sınıfların zulüm saltanatının bu zayıf niteliğini bilerek halkta oluşturdukları korku ve karanlığı parçalamalıyız. Güçler eşitsiz, koşullar elverişsiz olabilir. Ancak unutmayalım ki faşizmin korku ve yalan perdesinde açacağımız her gedik büyüyecek, halkın mücadelesine öncülük edecektir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 6 Şubat 2020 tarihli 54. sayısından alınmıştır.