Faşizmin dönemsel temsilcisi olarak AKP-MHP faşist bloku tarafından “Hayvanları Koruma Kanunu” adıyla düzenlenen ve görünen amacı “millet için ve millet adına” hayvan katliamı olan yasanın mecliste kabul edilmesine karşı toplumsal tepki yükselmeye devam ediyor. Koruma adı altında katliamın zeminini oluşturan bu tür yasaların yabancısı değiliz. Faşist devletin yasama tarihi bu türden oksimoron kanunlarla doludur. Koruma adı altında katletme yasalaştırıldı…
Bugün Erdoğan’ın “milletimizin sesine kulak verdik” çıkışı, son birkaç senedir özellikle haberleştirilen, tekrardan palazlandırılmak üzere sönen “hayvan saldırıları” söylemlerine dayanmaktadır. Hayvan saldırılarını sokak köpeklerinin katliamına gerekçe yapmak sömürü mekanizmasından ve sömürücü ve asalak zorbaların yönetme hırsından ayrı değerlendirilemez.
Bu yasanın hedefi olan hayvanlar ve insanlar arasındaki ilişkiyi tarihselliği içerisinde, diyalektik bir kavrayış ile ele almak gerekir. Dolayısıyla bugün faşizmin saldırı odağındaki sokak hayvanlarının yaşam hakkı ile insanın özgürlük mücadelesi arasındaki ilişkiyi kavrayışımız, bu mücadele içerisindeki görevlerimizi ortaya koyacaktır.
İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinde hayvanların toplumsal yaşam içinde insanın koruma ve korunma içgüdülerini harekete geçiren ve karşılayan bir yeri varken hayvanların evcilleştirilmeleriyle birlikte somut ihtiyacı giderme formu kazanmıştır. Kapitalist ve feodal üretim ilişkileri içerisinde sermaye tarafından geniş bir rant kapısı olarak görülen hayvanların maruz bırakıldıkları tahakküm ve sömürünün şiddeti her geçen gün artmaktadır. Bu üretim ilişkileri içerisinde insanın değersizleştirilmesiyle, alt türü olarak nitelendirilen ve insanlar ile niceliksel olarak her alana yayılmış olan ilişkiler geliştiren hayvanların değersizleştirilmesi benzerlik gösterir. Bu anlamda egemen sınıfların tahakkümü altında kurulan insan ile hayvanın özgürlük mücadelesinin birbiri ile ilişki içerisinde olduğunu ifade etmek gerekir.
Kapitalist üretim ilişkileri içinde doğa ve hayvanlar, egemen sınıflar tarafından bedava, hediye olarak kullanılabilen üretim araçları olduğundan, doğaya karşı da farklı konumlara sahiptir. Sonuç olarak, insanın doğayla ya da öncelikle özel mülk olarak muamele gören hayvanlarla ilişkisi bu biçimde şekillenmiştir. Açıkça ifade edebiliriz ki, kapitalist toplumsal ilişkiler altında, hayvanlarla olan ilişkiyi egemen sınıflar belirler. Komünizm, insanın kendinden uzaklaşması olarak özel mülkiyetin aşılması ve tam da bu nedenle insan özünün insan tarafından ve insan için gerçek temellüküdür; komünizm bu nedenle insanın toplumsal bir varlık olarak kendine/doğaya tam dönüşüdür. Bilinçli olarak gerçekleştirilen ve gelişimin tüm zenginliğini kucaklayan bu dönüş, insan ile doğa ve doğa ile insan arasındaki çatışmanın esas çözümüdür. Marx’ın komünist toplum anlayışı, artık değer yasasının vesayeti altında olmayan özgür ve eşit bireyler aracılığıyla demokratik olarak işleyen etik bir topluluktur.
Marks, bu yeni dünyayı yaratmak için gerekli bilince ulaşmak amacıyla, insanlığın kitlesel ölçekte değiştirilmesi gerektiğini iddia etti. Devrimden söz ettiğinde bu, insanlığın ‘tüm çağların pisliğinden’ kurtulduğu ve ‘toplumu yeniden kurmaya uygun’ hale geldiği sosyal bir devrim olduğu kadar etik bir devrimdir. Hayvanlarla ilişkilerimizde merhamet ve adalet, bu devrimin gerekli bir parçasıdır. İçinde bulunduğumuz sömürü ve tahakküm düzeninin değişmesi için hayvanlarla olan toplumsal ilişkiler aşağıdan bir sınıf mücadelesi nesnesi haline gelmelidir.
HAYVANLAR ACIYI HİSSEDER Mİ?
Toplumsal yapıda azımsanmayacak denli güçlü bir inanış hayvanların duygulardan yoksun olduğundan ve muhakeme yeteneğinin insana özgü olduğundan bahseder. Bu inanca dayanan sırtıyla kimileri öldürmeyi hak görür, vicdanını rahatlatır. Peki bize düşen nedir? Elbette gerici ve gerçek dışı olan bu inancı yıkmak. Marks ve Engels’in düşüncelerinde oldukça değerli gördükleri Darwin’in, İnsanın Türeyişi eserindeki saptaması ile başlayalım. Darwin, “İnsanın ve yukarı hayvanların zihinleri arasındaki fark nitel değil, kesinlikle nicel bir farktır. İnsanın övündüğü çeşitli yetilerin, duygu ve sezgilerin, daha aşağı hayvanlarda, başlangıç halinde ve bazen iyi gelişmiş olarak bile bulunabildiğini gördük.” saptaması Engels’in hayvanlar üzerine geliştirdikleri görüşleriyle desteklenmiştir.
Engels, Doğanın Diyalektiği yapıtında hayvanların zihinsel kapasiteleri üzerine tartışırken kendi köpeği Dido’ya da atıfta bulunarak “bütün zihinsel etkinliğimiz hayvanlarla ortaktır: tümevarım, tümdengelim ve dolayısıyla soyutlama, bilinmeyen nesnelerin tahlili, sentez ve her ikisinin birleştirilmesi olan deney” çıkarımında bulunmuştur. Engels, tüm bu işlem biçimlerinin özsel olarak insanlarda ve gelişmiş hayvanlarda aynı olduğunu savunur. Ancak derece olarak farklı olduğunu da ekler. Yani, yine onun deyimiyle, “yöntemin temel özellikleri aynıdır, insanda ve hayvanda, her ikisi de yalnızca bu ilkel yöntemlerle çalıştıkları ve yetindikleri sürece, aynı sonuca götürürler.”
Dolayısıyla şöyle bir çıkarım yapmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz; hayvanlar acıyı hisseder ancak insan, kendi kapasitesini yüceltmekle o denli meşguldür ve bunun sarhoşluğunu yaşamaktadır ki kendisi dışındaki herhangi bir türün hissedebildiğine inanamamaktadır.
Tüm bu gerçekliği ortaya koymakla birlikte bu durumda diyalektik, insanlar ve diğer tüm türler arasındaki farkın, ortak bir sosyo-doğal birlik içindeki tarihsel praksisin sosyo-doğal bir farkı olduğu anlamına gelmektedir. Darwin’in de çeşitli yazılarında belirttiği gibi her insani özelliğin ilgili biçimlerini diğer türlerde bulmak mümkündür; bunlar arasında belki de siyasi açıdan en önemlilerinden biri acı çekme becerisidir. Ancak tüm bunların yanı sıra, insanlar da doğal yaratıklar olmalarına ve türsel bir yaşam sürmelerine rağmen, sosyal emeklerini türe özgü bir şekilde organize etmiş ve bu da diğer türlerin belirli gelişim yollarından farklı olarak nispeten bağımsız bir insani gelişim yolu açmıştır. Bu süreçte insanlar birey ve kolektif olarak çeşitli kapasiteler geliştirmiş ve bu da insani gelişimin daha da genişlemesine ve yoğunlaşmasına yol açmıştır. Bu durumda diğer hayvan türlerini anlamak istiyorsak onları, göreceli sosyo-doğal özgüllüklerine ve tarihsel gelişim yollarına göre anlamalı ve kavramlaştırmalıyız. Bu, insan standartlarını kullanarak ve insan özelliklerinin yokluğunu eksiklik olarak sınıflandırarak yapılamaz.
HAYVAN KATLİAMI FAŞİZMİN TARİHİDİR
Katliam yasasının TBMM’de kabul edilmesiyle birlikte katliamı iktidar blokuna sınırlandıran anlayış, faşist Türk devletinin kanlı geçmişini göz ardı etmeyi sürdürüyor. Öyle ki birçok yerde faşist Kemalist diktatörlüğün “hayvansever” kimliği ile öne çıkarıldığına şaşkınlıkla şahitlik ediyoruz. 1932’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün iktidar sürecinde Sağlık Bakanlığı tarafından resmî gazetede “Köpeklere karşı ittihaz edilecek tedbirler hakkında” başlığıyla yayımlanan kararlara göz atalım;
“Sahipsiz olan bütün köpekler itlâf edilecek, şehir ve kasabalar dahilinde beslenen sahipli köpekler; hiçbir suretle başı boş olarak mahalle aralarında, çarşı ve pazarda dolaştırılmayacak, sahipli olduğu hâlde maskesiz dolaştığı görülen köpekler itlâf edilecek, köylerde bulunan sahipli köpekler gündüzleri bir mahalde bağlı olarak bulundurulacak ve ancak geceleri bekçilik işini görebilmeleri için serbest bırakılacaklardır. Köpeklerin öldürülmesinde ise zehir kullanılmış ve kullanılacak zehir masrafı, şehir ve kasabalar belediyelerinin sorumluluğuna verilmiştir.”
Oldukça tanıdık gelen maddeler, kılıf değiştiren iktidar kliklerinin ortaklaştıkları özü ayyuka çıkarmaktadır. Dolayısıyla karşımızda duran katliam yasası yenilik barındırmamakla birlikte faşizmin tarihsel pratiğidir. Bunu somutlamak gerekirse, önümüzde 80 bini aşkın köpeğin katledildiği “Hayırsızada Soykırımı” durmaktadır. Soykırımın uygulayıcısı dönemin belediye başkanı Suphi Bey ve sonrasında yerine gelen Cemil Topuzlu soykırımı gizleme gereksinimi bile duymadılar. Topuzlu şöyle diyordu, “İlanı meşrutiyetten sonra İstanbul’daki köpeklerin büyük bir kısmı toplatılarak Marmara’daki Hayırsız Adaya gönderilmişti. Bununla beraber Şehreminliğe tayinim sıralarında otuz bine yakın köpek buldum. Bunları yavaş yavaş imha ettirdim.” Suphi Bey ve Cemil Topuzlu’nun türevleri ise varlığını sürdürdü elbette. Sonrasında faşist Bedrettin Dalan köpek katliamına dair projeleriyle göz önüne çıktı. Ve sonrasında başka başka faşist temsiller…
RANT KAPISININ ARKASINDAN KAN KOKUSU GELİYOR
İktidar cephesi tarafından “sokak köpekleri” olarak sorunsallaştırılan ve çözüm olarak ötanaziyi getiren yasayla birlikte kullanılacak zehrin de Newbridge isimli şirket tarafından getirileceği öğrenildi. Newbridge şirketinin ortakları ise hiç de yabancı değil. Eski bakan Vahit Kirişçi ve CEO’su eski bakan Ali Rıza Alaboyun. Yönetim kadrosunda da AKP’li eski vekiller Nevzat Pakdil ve Mehmet Erdoğan yer alıyor.
Faşist klikler her katliamı rant kapısına dönüştürme gayretindedir. Türkiye gibi yarı sömürge, yarı feodal ekonomik-siyasi yapılarda ise bu rant kapısı gelişmiş emperyalist sömürü çarklarıyla değil tefeci, rantiye ve asalak sermaye üzerinden gelişir. Dolayısıyla hayvan katliamından kâr gütme ancak bir asalağın pratiği olabilir. Üretim ilişkileri zayıflamış, tükenmiş, toplumlardaki egemenler leş kargaları misali çer çöp ile yetinecek, bu yetinmeyi bastırmak için ise yaptıklarıyla böbürleneceklerdir.
Ötanazi en uzak çözüm iken bunda ısrar etmek leş kargalarının ranttan doyum sağlama arzusudur. Nitekim iktidar blokunun Avrupa örnekleriyle süslediği katliam yasasına karşı Avrupa’da 1850’lerden 1990’lara kadar bu çözüm denendi. Yani faşist blokun süslemelerindeki Avrupa olsa olsa 1990’lardaki Avrupa olabilir. Bu vazgeçişi somutlaştırmak için Romanya örneğini verebiliriz. Romanya Bükreş’te 2001 yılında, bugün Türkiye’deki katliam yasalarını andıran yasa yürürlüğe sokuldu. Bunun sonucunda Bükreş’teki tüm hayvanlar toplatıldı ve öldürüldü. Bu sayı 70 bin civarıydı. Ancak 2011 yılına gelindiğinde sokakta yaşayan köpek sayısı tekrar 50 bine yükseldi. Bunun karşısında yine 2001 yılında Romanya’nın Oredea kentinde 4 bin civarı sokakta yaşayan köpek kısırlaştırıldı ve bu sayı 2011 yılında 350’ye geriledi. Karşımızda duran ve anlamlı bir sonuç veren bu somut örnek, egemenler için herhangi bir anlam barındırmamaktadır. Çünkü bu onların rantı için gerekli koşulları sağlamamaktadır.
EGEMENLERİN YASA SOFRASINDA ÖRGÜTSÜZ HALKIN AÇLIĞI
Yasa tartışmalarını uzaktan izledik, bazen de kesilen yayınlar gözlerimizi kör etti. Gördüğümüz kadarıyla öyleydi ki güzelce giyinmiş onlarca kişi başrolü kapmak için kıyasıya bir mücadele verdi. En çok bağıranın en “devrimci” olduğu yasa tartışmalarında mücadele meclis salonlarına sıkıştırıldı, halkın öfkesinden kaçırıldı. Popülist siyasi imgeler göğsümüzü “kabarttı”.
Toplumsal mücadelenin tahakküm altında tutulduğu ve faşizmin sopasını sallayarak sokaklarda gezdiği son süreçte, düzenin içinde muhalif postu giyinmişlerin mücadelenin sokak ayağını baltaladığını bir kez daha gördük. Toplumsal öfkenin dizginlenmesi yalnızca faşist iktidarın korku iklimiyle değil, uzlaşmacı pratiklerle de örüldü ve örülmeye devam ediliyor. Egemenlerin ve düzen siyasetinin vasıfsızlığına bir kez daha şahitlik ettik. Bugün, yanılgılardan öğrenme ve kendi pratiklerimizi güçlendirmenin, mücadelenin sokak ayağını örmenin zorunluluğunu kavradık. Örgütsüzlüğün neden olduğu sözsüzlük, faşizme güven halka umutsuzluk veriyor. Faşist iktidar bloku güç sarhoşluğuyla aklına esen her şeyi yapabilme yanılgısının girdabında, halkın örgütlü mücadelesini görmezden gelme gafletine kapılıyor. Onu, en güçlü zamanlarını geçirdiğini düşündüğü otokrasi düzenini alaşağı etmek örgütlü mücadeleye güç kazandırmakla koşulludur.
YASANIN HÜKMÜ SOKAKTA YOKTUR
Katliam yasasının meclisteki gösterişli tartışmasını arkamızda bıraktık. Şimdi önümüzde yalnızca sokak, sokaktaki örgütlenmeler duruyor. Ezilen sınıf dayanışmasını yükselterek sokaktaki dostlarımızı kollama, mücadeleyi büyütme sorumluluğunu taşıyoruz. Biliyoruz ki halkın örgütlü mücadelesi karşısında egemenlerin yasalarının sokakta hiçbir hükmü yoktur.
Dolayısıyla yetersiz kalan liberal ve postmodernist hayvan yanlısı teorilerin zayıflıkları karşısında, hayvanların ve daha geniş anlamı ile doğanın sömürü ve tahakküm altındaki mevcut sefaletini analiz edebilecek yeterli bir sosyal teori geliştirme ve sömürüsüz ve herkes için adil bir toplum için, mücadeleye öncülük etmek için kendimizi bu teorik engellerden kurtarmalıyız. Marks’ın erken dönem yazılarından birinde Thomas Müntzer’den alıntılayarak söylediği gibi: “Tüm yaratıklar mülk haline getirilmiştir, sudaki balıklar, havadaki kuşlar, yeryüzündeki bitkiler – tüm yaratıklara özgürlük!”