[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Kadının topluma hizmet etmeye adanmış, mutfağa, yemek odasına, yatak odasına hapsedilmiş, sessiz, sade, fedakâr, emekçi yaşamın içerisinden çıkıp; insanlığın kurtuluşuna adanmış tutkulu bir siyasal yaşama yönelemeyeceği düşüncesi toplumsal bir saplantı olarak karşımıza çıkabilmektedir. Ağız ucuyla kabul edilen siyaset içindeki kadın konumlanışı, her koşulda bu toplumsal saplantılı, cinsiyetçi düşünceden kendini arındıramıyor gibi durmaktadır. Bu cinsiyetçi yaklaşım Clara Zetkin’in tanımlamasıyla kadın faaliyetlerini küçümseyen “şöyle ya da böyle” kadını “siyasal ve sendikal hizmetçi” olarak gören burjuva, erkek egemen anlayıştan kopamamanın göstergesidir. Clara Zetkin yoldaş şöyle demektedir: “Henüz şu gerçek yeterince kavranmamıştır: Kadınlar, devrimci mücadelelere bilinçle, hedef şaşmaz biçimde emin adımlarla, fedakarca katılmadıkları sürece ne proletarya iç savaşta egemenliği kazanabilir ne de kendi diktatörlüğünü kurduktan sonra komünist toplumun inşasına başlayabilir” (Kadın Sorunu, 2003, sf:84) Burada proletaryanın egemenliği kazanmasında ve komünist toplumunun inşasında devrimci mücadeleye bilinçle katılmak kriterine dikkat çekmek gerekiyor. Kadınlar ve erkekler, yaşamın ve mücadelenin her alanında belli bir toplumsal bilinçle vardır. Bu var olma biçimini incelemek toplumsal kurtuluş hareketlerinin her zaman özel konusu olmuştur. Biz de içinden geçtiğimiz süreçte bu özel konuyu incelemeye ihtiyaç duyuyoruz. Kadınların yaşamda ve özel olarak siyasetteki yerini incelerken bir yöntem benimsemeliyiz. Bu yöntem MLM yöntem olacağına göre insanın bilincini oluşturan olgulara yoğunlaşmamız gerekecektir. Bu yoğunlaşmayı önemsemeliyiz; çünkü bilincin toplumsal yaşamdan bağımsız olduğu düşüncesine dayanan idealist yaklaşım dört bir koldan kadın ve erkek kimliğini yaratan şeyin, gerçek toplumsal yaşam olmadığını ve buna dair açıklamalar sunar. Tüm devrimci hareketler de ideolojik düzlemde bu tanımlama ve açıklamalardan etkileniyor, kadın sorunun toplumsal kökleri konusunda büyük kafa karışıklıkları yaşıyor. Bu kafa karışıklıklarını gidermek devrimci görevlerimiz içindedir.
“Marksistler, toplumdaki üretim faaliyetinin basamak basamak yükselerek geliştiği; doğa üzerinde olsun, toplum üzerine olsun, insan bilgisinin de buna uygun olarak gitgide yükseldiği; yüzeyden derine, tek yanlılıktan çok yanlılığa eriştiği düşüncesindedir.” (Mao Zedung, Teori ve Pratik, 1992, sf:11) Öncelikle bilgi, bilincin gelişmesinin temelidir. “Bilgi (ise) pratik ile başlar.” (Mao Zedung, a.g.e.) Pratiğin temelinde ise insanın üretim faaliyeti gelir. Elbette, insanın tek pratiği üretim faaliyeti değildir. Diğer tüm pratikleri de insan bilgisinin gelişme hareketini etkilemektedir, doğal olarak bilincinin gelişmesine etki etmektedir. İnsan bilgisinin tek tek insandan topluma doğru mal olma hareketinde insan bilincinin toplumsallaşmasının gelişme süreci incelenebilir. Bu doğrularımızı kadının yaşamda ve siyasetteki durumuna uyarlarsak karşımıza kadının siyasetteki yerini anlamak için üretim ilişkileri içindeki durumunu inceleme zorunluluğu çıkar. Kadının üretimden koparılarak aile içine hapsolması, aile kölesi olarak görülmesi, bağımsız bir birey olarak kabul edilmemesi vb. tamamı kadının üretim ilişkileri içindeki konumundan çıkarılan sonuçlar olmuştur. Bu bağlamda özel mülkiyete dayalı toplumlarda kadınların ikinci cins olarak görülmesi sonuç, üretim ilişkileri içindeki yeri nedendir. Üretim ilişkileri içindeki yerin, toplumsal konumu belirlemesinin nedeni ise sınıflı toplum gerçekliğidir. Kadının biyolojik olarak erkekten farklı olan yanları kadının toplumsal statüsünden uzaklaştırılmasına gerekçe yapılmıştı. Bu süreç kadının toplum içinde gerilemesinin dönemeçlerinden biridir. Bu kadının üretim başta olmak üzere bilim, siyaset, kültür, sanat vb. tüm alanlarda söz hakkının olmadığı biçiminde erkek egemen bir düşünce geliştirmiş, insana dair olan bütün özelliklerin erkeğe ait olması gibi bir yaklaşımı doğurmuştur. Erkek egemen bilgiye dayalı, burjuva-feodal toplumsal bilinç adım adım böyle gelişmiştir. Buradan bakıldığında insana dair olan tüm özelliklerin, kendini gerçekleştirme olgularının kadında değil erkekte olduğu düşüncesi en açık şekilde siyaset alanında kendini gösterir. Bu yaklaşımda başta düşünmek eylemi olmak üzere yönetmek, üretmek, savaşmak, öğrenmek, teorik olarak gelişmek vb. işler erkeğin edimleri olarak görülmektedir.
Siyaset, toplumsal yaşamı örgütleme, düzenleme ve değiştirme eylemini hem düşünsel hem de pratik düzlemde gerçekleştirmeyi içerir. Bu doğrultu belirleyicidir ve nihayetinde bu doğrultu bir sınıfın damgasını taşımaktadır. Toplumsal yaşamı örgütleme, düzenleme ve değiştirme eylemlerinin tamamında politika vardır. Bu politikayı düşünen ve belirleyen, nasıl uygulanacağını düzenleyen ve denetleyen hâkim olandır. Eğer hâkim olan anlayış, erkeğin ayrıcalıklarını tanıyorsa doğrultusu erkek egemendir. Bu kadına toplumsal yaşamda ev işlerini yapmak, çocuk doğurmak ve bakmak, yaşlılarla ilgilenmek, eşini memnun etmek, yemek pişirmek vd. işlerin dışında hiçbir görev verilmediği anlamına mı gelmektedir? Elbette hayır, aslında siyasette dahil kadına toplumsal yaşamın her alanında görevler verilmiştir. Ancak verilen bu görevler kadının yukarıda sıraladığımız toplumsal sorumluluğuna bağlı bir biçimde tanımlanmıştır. Siyasetteki, üretimdeki yeri de bu sorumlulukları ile ilişkisi içinde belirlenmiştir.
1789 yılında yazılan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde bahsi geçen “insan”ın erkek olduğu bilinmektedir. Kadınlar bunu fark etmiş buna karşı mücadele etmişlerdir. Bu mücadelede 1793 yılında “Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne karşı “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni kaleme alan Olympe De Gouges’in giyotine mahkûm edilmesi ve bu mahkûmiyetin gerekçesi olarak yapılan açıklama kadının siyasetteki yerine dair erkek egemen, burjuva yaklaşımı ortaya koymak bakımından çarpıcıdır. Mahkeme şöyle demektedir: “Kendi cinsine yaraşmayacak şekilde politikayla ilgilendiği için ve ölümü diğer kadınlara ibret olsun diye…” Burjuva-feodal toplumun kadının siyasetteki yerini tarif ettiği her yaklaşımda bu gerekçenin etkin ve çeşitli biçimlerde üretildiği görülecektir. Toplumların gelişmesine bağlı olarak kadının siyaset alanında varlık göstermesi bu yaklaşımla büyük savaşlar verme ile gelişmiştir. Bu yaklaşıma en ağır darbeyi komünistler indirmiştir. Komünistler insanın insan üzerindeki her türlü ayrıcalığını reddeden yaklaşımlarıyla bütün alanlarda erkek egemenliğine karşı çıkmışlardır. Ancak, bu mücadele de sınıflı toplum gerçekliğinden tamamen arındırılmış bir nitelikte değildir, olamaz. Komünist saflarda da varlığını bir biçimde koruyan burjuva yaklaşım yer yer kendini erkek egemen siyaset biçimi olarak göstermektedir. Clara’nın “henüz yeterince kavranmamış gerçek” dediği “gerçek” budur. Gazetemizin çeşitli sayılarında kadının toplumsal konumuna, kadınların güncel taleplerine, bunun yarı feodal toplumlardaki özgünlüğüne dair çeşitli yazılar yazıldı. Bahsettiğimiz tüm durumlarda kadının politikleşmesi, işçi ve köylü kadınlara siyasal bilincin çok yönlü taşınması zorunluluğunu tartışıyoruz. Çünkü işçi ve köylü kadınların politikaya katılmasını devrimimizin temel görevlerinden biri olarak görüyoruz. Lenin, siyasete kimin katılması gerektiği konusunda şöyle diyor: “Bolşevizmde ve Rus Ekim Devriminde başta gelen, temel olan şey, tam da kapitalizm koşullarında en çok ezilmiş olanların politikaya katılmasıdır.” Kadınların politikaya katılmaları çok önemli bir sorundur. Üretim ilişkileri içinde yedek iş gücü olarak görülen, aile ekonomisine bağımlı yaşamak zorunda bırakılan, kendi hesabına çalışma hakkını tam olarak kullanamayan yani üretim alanından dışlanan kadınların politik alandan da dışlandığı bu alanın kadınlara kapatıldığı ya da açıldığı oranda erkek egemen anlayış ölçüsünde sınırlandırıldığı bir gerçeklikte biz kadınların nasıl politikada etkin rol alabileceğinin yollarını aramak ve bulmak zorundayız.
Bu bağlamda açığa çıkmış olan çeşitli anlayışlara da değinmekte fayda var. Siyasetin, tarih boyunca erkeğin işi olarak görüldüğünü söylemiştik. Bu burjuvazi egemenliği döneminde de sürmüştür. Bu bağlamda erkeklerin hâkim oldukları alanlara kadınların katılımının ise “cesur” bir davranış olduğu düşüncesi hâkimdir. Komünist, devrimci saflarda açığa çıkan yaklaşım ise erkek egemen bu anlayışın çeşitli biçimlerde yansımasıdır. Bu yaklaşım iki yönlü eleştiriye tabi tutulmalıdır. Öncelikle toplumda her ne kadar siyaset “erkek işi” olarak görülse de bu değiştirilmesi zorunlu olan bir gerçektir. Bu gerçeğe dayanarak siyasetin erkeğin işi olduğu fikrini yeniden ve yeniden üreten yaklaşımlara karşı uyanık olunmalıdır. Bu fikir günümüz toplumlarında şöyle yaşam bulmaktadır: Kadınlar siyasete katılsın ama kadınlara ilişkin üretilen politikaları kadınlara götürsün, kadınlar siyasette yer alsın ama erkeğin ayrıcalıklı konumuna dokunmasın, erkeğin ayrıcalıklarını korumak için siyasette yer alsın. Burjuva feodal toplumlarda kadınların siyasetteki yeri bu biçimde tanımlanmaktadır. Oysa kadınlar yaşamın her alanında, toplumsal her olguya dair siyasetin içinde olmalıdır. O halde “Kadınların erkek egemen siyaset çizgisine düşmeden politikada yer alması nasıl olacaktır?” sorusunun yanıtı aranmalıdır. Kadınların siyaset alanındaki var olma durumları bu bağlamda incelenmelidir. Bu duruma şöyle bir baktığımızda siyasette kadınların kendilerini “kadın olarak gerçekleştirmesi” gerektiği düşüncesinin hâkim olduğu görülecektir. Yani kadın ve erkeğin “doğası” olarak tanımlanan yapının özellikleri korunarak siyasete katılımın cinsiyet eşitsizliği temelinde sürdürülmesi beklenmektedir. Kadınların siyaset içindeki varlığı genel olarak nicel ölçütlerle tespit edilmeye çalışılmıştır. Kadının siyasetteki yerini anlamada “yüzde hesabı” yapmak yüzeysel ve yanıltıcı bir ölçüttür. Oysaki kadınların siyasetteki varlığını komünistler öncelikle niteliksel olarak ölçmek zorundadır. Bu, meselenin özünü incelemektedir. Siyasette kadınların kendini kadın olarak gerçekleştirmeleri kadına atfedilmiş olan özelliklerin yani toplumsal cinsiyet rollerinin siyaset alanında sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Kadına atfedilen edimleri hatırlayalım, barışçıl, uzlaşmacı, duygusal olmak, nahiflik, kırılganlık, şefkat vd. kadına özgü özelliklerin, dil ve üslubun siyasete hâkim kılınmasıyla toplumsal barış ve huzurun gelişeceği fikri her zaman kullanılan burjuva-feodal bir argümandır. Tam da bu argümanın arkasında kadını siyasetin dekoru görme yaklaşımı vardır. Kadınlar erkek egemen anlayışla belirlenen tüm bu kriter ve ölçütlere devrimci bir yaklaşımla karşı koyabilirler. Devrimci yaklaşım ise bir bilinç konusudur. Düzenle çok büyük çelişkileri olan sınıf ve sınıf katmanları içinde yığınlar halinde bulunan kadınlar çok büyük bir dinamik barındırmaktadır. Bu dinamik akacak kanallar aramaktadır. Bu dinamiğin devrimci mücadelemize örgütlenmesi, işçi ve köylü kadınlar içinde siyasal bilinci geliştirmek, kadınları politikaya katmak ile mümkün olacaktır. Kadının politikleşmesi beraberinde özneleşmesini de sağlayacaktır. O halde kadınların siyasal bilinci devrimci tarzda geliştirilmelidir.