HABER MERKEZİ – TKP/ML’nin (Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist) “Birleşik Uluslararası Maoist Konferans”a dair eleştirilerinin ve uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimlerinden yola çıkarak günümüzde proletaryanın enternasyonal hareketinin hangi ideolojik-politik ve örgütsel zemin üzerinde tanımlanması gerektiği üzerine yaptığı değerlendirmeyi okurlarımızla paylaşıyoruz. ikk-online10.net sitesinde yer alan değerlendirme şu şekilde:
“İçerisinde yaşadığımız emperyalist kapitalist sistem yirminci yüzyılın başlarında en temel karakteristik özellikleriyle kendisini belirgin hala getirdiğinde, Lenin tarafından “ayakları kilden bir heykel” ve “çürüyen” bir sistem olarak tanımlanmıştı. Lenin’in niteliğine ilişkin en net tanımlamasını yaptığı emperyalist kapitalist sistem günümüze kadar çeşitli aşamalardan geçerek hakim iktisadi, siyasi ve idari sistem olarak varlığını devam ettirebildi.
Kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkileri, geçmişteki üretici güçlerden-üretim ilişkilerinden daha hegemonik ve daha bütünü kendisine tabi kılan bir niteliğe sahip olmasıyla belirgin bir farklılık içerir. Yayılarak genişleme ve sürekli yeni hakimiyet alanları oluşturmak bu sistemin işleyebilmesi açısından mutlaktır. Kendi içine kapanıp varlığını devam ettiremez. Yayılmak, etki alanını sürekli genişletmek, rakiplerini ya da rakip olabilme potansiyeli taşıyanları etkisizleştirmek zorundadır.
Diğer taraftan, kapitalist sistemin var olabilmesinin zorunlu bir parçası olan yayılmacılık, giderek, daha fazla merkezileşmeyle birlikte, bu çarkın bir parçası olmayı zorunluluk olarak dayatır. Kesintisiz yayılmacılık ve bütünü kendisine tabi etmeksizin kapitalizm var olamaz. Bu anlamıyla, geçmişteki iktisadi, siyasi, toplumsal sistemlerden daha karmaşık, daha fazla çelişkiyi içerisinde barındıran, daha fazla gücü karşı karşıya getiren bir sömürü sistemidir.
Dünya üzerindeki tüm sistemleri kendisine bağlamak zorunda olan kapitalizm, aynı zamanda, tek tek bireylere kadar inen varlık-yokluk ve “rakibini yok ederek kendini var etme” gerçekliğini zorunlu kılan bir çatışma ortamı yaratır. Tek tek üreticilere kadar inen ölümcül rekabet nedeniyledir ki, gerek kendi aralarında gerekse de kendileriyle işçi sınıfı ve emekçiler arasında çelişkiler fazlasıyla şiddetli ve aynı zamanda daha fazla yıkıcıdır. Kapitalizm öncesi sömürü sistemlerinde, esasta parçalarda hakimiyet ve parçaları baz alarak, ama diğer parçaları kendisine tabi kılarak gerçekleştirilmeye çalışılan egemenlik biçimleri, kapitalizmle birlikte, sömürünün esasını oluşturan dünya genelini ortak bir pazar haline getirmeyi zorunlu kılmıştır.
Kapitalizme özgü bu zorunlu işleyiş nedeniyle, kapitalistler, bir taraftan acımasız rekabet içeren pazar kapma savaşlarıyla birbirlerini yok etmeye çalışırlarken (diğer taraftan birbirini dıştalar gibi görünse de), aynı zamanda, sistemi koruma pahasına “birbirini korumak” zorunda kalırlar. Kendi içlerindeki acımasız rekabete rağmen bu böyle olmak zorundadır. Kesintisiz ve zorunlu rekabet ne kadar kapitalist sisteme ait zorunlu bir özellikse, verili sistemi “mezar kazıyıcısı”na karşı “birleşerek” korumak “mezarın kazılmaması” açısından başka bir zorunluluktur. Bu durum bir çelişki gibi görünse de kendi içinde acımasızca çatışan ve bu çatışmayı ürettiği her ürün düzeyinde yaşayan kapitalistler, ortaklıklarını en ileri düzeyde gerçekleştirmek, birlikte bu sistemi korumak gibi mutlak bir bağla birbirlerine bağlıdırlar. Bu durum, kapitalistler ve diğer egemen sömürücü sınıfları kendilerini var ettikleri ve var olmalarını sağlayan işçi sınıfı ve diğer üreten kesimlere yönelik zorunlu bir birliğe yöneltir. Üretimin uluslararası karakteri dayanışmanın da enternasyonal karakterini kapitalistler açısından zorunlu kılar. Sistemin bir bütün olarak işleyişine kabaca baktığımızda dahi aralarındaki ölümcül rekabete rağmen kapitalistler arasında tek tek tekellerden tutalım da devletler düzeyinde ekonomik-politik-askeri çerçevede sayısız ortak hareket mekanizmalarının oluşturulduğunu görürüz: IMF, DB, APEC, OPEC, NAFTA, AB, NATO…sadece çok bilinen bazı örneklerdir.
Giderek boyutları ve derinliği artan rekabet ve kesintisiz bir biçimde devam eden krizlere rağmen “emperyalistler arası savaş” gibi doğrudan bir tehlikeden somut olarak bahsetmek için henüz erkendir. Bu açıdan hala süreç “savaş akımı” değil “devrim akımıdır”. Verili nesnel durum, emperyalistler arası çelişkilerin ve rekabetin boyutu, bu güçler arasında bir “savaş akımı” niteliğine ulaşmamıştır. Ancak, bu gerçeklik, emperyalistler arası rekabetin, sürekli ve istikrarlı şekilde keskinleştiğini ortadan kaldırmıyor. Emperyalistler arası rekabetin silahlı biçimleri doğrudan kendi aralarında değil, “uzantıları” vasıtasıyla, lokal düzeyde, dolaylı savaşlar-çatışmalar biçimine bürünerek gerçekleşmektedir. ABD ve Rus emperyalizmi tarafından, Irak, Suriye, Afganistan vb. ülkelerde gerçekleşen işgaller, bu ülkelerin esasta kendilerine has özellikleri üzerinden olmaktadır. Emperyalist bir ittifakın (NATO) ya da bir ya da birden fazla emperyalist gücün işgal ettiği ülkelerde ise, diğer emperyalist ya da emperyalistler doğrudan karşı karşıya gelmek yerine işbirlikçi-uşak güçleri harekete geçirerek dolaylı savaşın bir parçası olmaktadırlar. Dolayısıyla ekonomik savaş doğrudan ve açıktan sürerken paylaşımın silahlı boyutu bahsettiğimiz biçimlerde gerçekleşmektedir. Giderek derinliği ve boyutları artan bu çelişkilerin, emperyalistler tarafından doğrudan karşı karşıya gelme biçiminde bir sürece evrilmesi her zaman bir gerçeklik olarak önümüzde dursa da yaşanacak yıkımın savaş sanayiinin geldiği evre düşünüldüğünde birinci ve ikinci emperyalist savaşların kat be kat ötesinde yıkımlara neden olacağı gerçekliği, çatışmaların emperyalistler arası doğrudan bir savaşı mümkün olduğunca ötelemesini getirmektedir. Bu “öteleme” işini ne zamana kadar yapacaklarını ise gelişmelerin seyri belirleyecektir. Demek istediğimiz, emperyalist kapitalist sistem henüz kendi içindeki rekabet ve çatışmaları taşıyabilecek ve bu çelişkileri dolaylı savaşlar örneğinde olduğu gibi farklı biçimlerde kendilerinden uzaklaştırarak absorbe edebilmektedir.
Tüm elverişsiz koşullara rağmen emperyalist kapitalist sistem yaşadığı tıkanıklıkları aşarak hakimiyetini devam ettirmeyi becerebilmiştir. Bunun en önemli nedeni, komünist ve devrimci güçlerin sistemi tehdit etmekten uzak nesnel durumudur. Bu durum emperyalistler ve uşaklarının daha rahat olmasını sağlamaktadır. Bu “nesnel rahatlık” emperyalist kapitalist sistemin “bütünlüklü bekası” açısından sistemi “çatışarak koruma” çizgisinde sürdürmeye olanak sağlamaktadır. Komünist öznenin eksikliği/yetersizliği emperyalist kapitalist sistemin varlığını devam ettirmesinde esas belirleyici noktadır. Emperyalistler ve uşaklarında “tedirginlik içerisinde rahatlık sağlayan” durumun oluşmasında, sınıf mücadelesinin proletarya açısından inişler-çıkışlar, kazanımlar-kayıplar biçiminde devam eden sürecin, arada alınan başarılı sonuçlara rağmen, uzun bir tarihsel dönem boyunca esasta burjuvazi lehine yürümüş olmasındandır.
Lenin’in “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” olarak hakim sistemi tanımlamasının üzerinden geçen yüzyılı aşkın zaman aralığında, emperyalist kapitalist sistemi temellerinden sarsan, 17 Ekim ve Çin Devrimi gibi büyük tarihsel kopuşlar yaşansa ve dünya nüfusunun üçte birine yaklaşan bir bölümü sosyalist iktidarlar altında varlıklarını devam ettirmiş olsa da Çin’de kapitalist yolcuların iktidarı gasp etmesiyle bir dönemin sonuna gelindi. Sembolik olarak sosyalist sistemle kapitalist sistem arasında bir ayrımı temsil eden “Berlin Duvarı”nın yıkılmasıyla kapitalist sistem zaferini ilan etmiş oldu! MLM’ler olarak bu durumu revizyonizmin ya da sosyal emperyalizmin bir yenilgisi olarak tanımlasak da burjuvazinin propagandistleri ve Marksizm’den çark eden, MLM’e ihanet eden kişi ve örgütlerin de karşı devrimci propagandasıyla geniş halk kitlelerinin sosyalizme olan inançları yaşananlarla birlikte ciddi anlamda zayıfladı. Ayrıca, 1980’ler itibarıyla dünya çapında etkin bir biçimde uygulanan ve 1990’lı yıllarda işçi sınıfı ve emekçi halkın üzerine bir kabus gibi çöken neo-liberal politikalar, komünist ve devrimcilerin etkinliğinin bu alanlarda azalmasına paralel işçi ve emekçilerin ciddi anlamda sendika vb. örgütlenmelerden de uzaklaştırılmasını, örgütsüzleşmesini beraberinde getirmiştir. Komünist ve devrimci güçlerin örgütlenmesinde önemli avantajları beraberinde getiren bu zeminin daralması ve var olanlar içerisinde düzen içi anlayışların hakimiyetinin artması komünist ve devrimcilerin kitleler ile bağlarının daha da azalmasına neden olmuştur.
Aradan geçen zaman zarfında dünyanın birçok bölgesinde büyük kitle gösterilerine, işçi, köylü ve verili sistemden hoşnut olmayan kesimlerin eylemlerine tanıklık etsek de gerçek anlamıyla komünist güçlerin bu hareketlerde etkinlik kuramamasıyla ve etkili güç olamamalarıyla, bu eylemler, toplamda sistemde rahatsızlık yaratan, ama sistemin bütününe yönelik büyük korkular yaratmayan, biriken enerjiyi boşaltan, ama sonuç üretemeyen hareketler olarak kalmışlardır. Günümüzde de dünyanın çeşitli bölgelerinde benzer kitlesel hareketler gerçekleşmekte, fakat alınan sonuçlar, esas itibarıyla aynı olmaktadır. Diğer taraftan bu hareketler, doğru bir önderlik oluşturulduğunda ve sistemden şu veya bu biçimde rahatsızlığı giderek artan bu kitlelerin dinamikleri doğru bir yöne kanalize edildiğinde, kısa sürede devrim cephesi lehine sonuçlar alma olanaklarının mümkün olduğunu da göstermektedir. Dünyanın birçok yerinde yaşanan kitle hareketleri aynı zamanda varolan ve giderek daha fazla biriken sistem karşıtı dinamiği göstermesi anlamında önemlidir. Ezilen kitleler çözüm arayışındadır, fakat komünist öznenin eksikliği derin bir biçimde hissedilmektedir.
İşçi sınıfı ve ezilen emekçilerin verili emperyalist kapitalist sisteme öfke ve tepkileri boyutlu ve zaman zaman sokağa dökülen ciddi kitlesel eylem ve karşı koyuşlara dönüşse de henüz kitlelerin ortaya çıkan enerjisi ile MLM güçler birleşememiştir. İşçi sınıfı ve emekçi hareketi ve mücadelesi önemli oranda revizyonist, reformist ve düzen içi örgütlerin etkinliği ve önderliği altında sistem içine hapsolmaktadır.
Bu nesnel durum, MLM’lerin devrim ve sosyalizm mücadelesini sürdürmelerinin önünde büyük zorlukları beraberinde getirmesine rağmen, dünyanın farklı coğrafyalarında MLM ve çeşitli devrimci güçler varolana teslim olmayıp emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadelelerini sürdürmeye devam ettiler. Özellikle MLM ideolojik ve pratik hatta ısrar eden proleter devrimciler dünyanın çeşitli bölgelerinde Peru, Nepal, Hindistan, Türkiye’de MLM’in bayrağını yükseklerde tutarak mücadelelerini sürdürdüler ve ciddi ilerlemeler de kaydettiler. Hepimizin bildiği gibi, ilk önce Peru’da Başkan Gonzalo önderliğindeki PKP yarattıklarıyla bizleri bir kez daha umutlandırmışken Gonzalo ve PKP’nin önemli önderlerinin yakalanmasıyla yaşanan “yol kazası” ile ciddi olarak gerilemiştir. 1996’da başlayan Nepal Halk Savaşı süreci, bir kez daha umutlarımızın yeşermesine neden olmuştu. Nepal Komünist Partisi Maoist önderliğinin uzlaşmacı çizgisi devrimin kazanımlarını burjuvaziye peşkeş çekerek ciddi bir fırsatın heba olmasına neden oldu. Partimiz TKP/ML ise halk savaşında inişli çıkışlı bir sürece sahiptir. Zaman zaman önderlik düzeyinde kayıplar, zaman zaman süreci doğru yönetememek vb nedenlerle birlikte Halk Savaşı’nda kesintisiz bir ısrara rağmen yeterince etkili olamamıştır. Son yıllarda MLM hatta Halk Savaşı’nı sürdüren HKP(M) ise daha istikrarlı bir gelişim seyri izlemektedir. Bu parti ve örgütlerin dışında, fiili olarak silahlı mücadele yürüten ve ciddi bir silahlı güce ve de etkinliğe sahip olmasına rağmen iktidara yönelme noktasında tutukluğu ve sürekli uzlaşma arayışına yönelten çizgisi nedeniyle FKP’yi sayabiliriz. Kendisini Maoist olarak tanımlasa da ideolojik olarak daha çok üç dünyacı bir çizgiye sahip olan FKP, büyük gücüne rağmen, dünya devrimine ilham vermekten uzaktır. Kendisini MLM ya da Mao Zedung düşüncesi ile tanımlayanların dışındaki silahlı mücadele veren sosyal ve ulusal kurtuluş hareketleri ise esasta “silahlı reformist” hatta demirlemiş, uzlaşmacı-barışçıl çizgide rotasını belirlemiştir. PKK, FARC gibi büyük gerilla güçleri de gelinen aşamada burjuvaziyle uzlaşmayı seçerek elde ettikleri kazanımları korumak bir yana canlarını dahi koruyamamaktadırlar! PKK dört parça Kürdistan’da mücadele yürütmenin avantajına sahip olsa da barış-uzlaşma çizgisi nedeniyle, bugün ciddi düzeyde sendelemekte ve zorluk çekmektedir. Bu hareketlerdeki sorunların, askeri bir yenilgi ya da gerilemeden çok egemen güçler karşısında uzlaşmacı ve barışçıl siyasal çizgilerinin sonucu ortaya çıktığının altını çizmeliyiz.
Bu tablonun diğer cephesindeki gelişmeler ise proletarya ve ezilen -sömürülen halk açısından geleceğe yönelik umutları güçlendirmektedir. Enternasyonal proletaryanın dünya devrimini gerçekleştirme mücadelesinde dünyanın birçok bölgesinde MLM parti ve örgütler inşa edilmektedir. Bu anlamıyla, olumlu bir eğilimden bahsedebiliriz. Bu gelişmeler geleceğe yönelik umutlarımızı artırmakta ve bizlere güç vermektedir. Bu parti ve örgütlerin nesnel koşulların giderek daha fazla olgunlaşmasıyla birlikte ve doğru bir ideolojik-pratik ve örgütsel çizgi ile hareket ettiklerinde gelişeceklerine olan inanç ve umudumuzun güçlü olduğunu ve bu güçleri oldukça önemsediğimizi belirtmeliyiz. İşçi sınıfı ve ezilen emekçi halk kitlelerinin MLM’lere ihtiyacı her geçen gün kendisini daha yakıcı bir ihtiyaç olarak hissettirmektedir. Doğru bir çizgi ve pratik hat üzerinden yürümeyi becerebildiğimiz oranda, sistemle ciddi sorunlar yaşayan, sokaklara dökülen, devlet güçlerinin vahşi saldırılarına maruz kalan halk kitlelerine önderlik edebilmemiz ve onları MLM’in kumandasında iktidar perspektifiyle donatabilmemiz mümkündür. Bunun içinse, yaşadığımız emperyalist kapitalist sistemi, onu oluşturan çelişkileri, sınıf karşıtlıklarını, üzerinden yükseleceğimiz zemini, mücadele biçim ve araçlarımızı, taktik ve stratejik yönelimlerimizi, dostlarımızı, düşmanlarımızı vb. iyi tanımamız gerekmektedir. Bu nedenle, proletaryanın demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm yürüyüşünde dinamik ve varolan güçler içerisinde MLM’in kumandasında sınıf mücadelesine müdahil olan güçlerle daha doğru bir zeminde birliktelikler inşa etme isteğiyle hazırlanan “Taslak”la ilgili görüşlerimizi sunmak ve eleştirilerimizi ortaya koymamız gerekmektedir.
Hazırlanan “Taslak”ta aynı düşünmediğimiz kimi noktalar bulunmakta. Hem bu ayrım noktalarını tanımlamak hem de bu ayrım noktaları üzerinden kendi anlayışımızı ortaya koymayı enternasyonal proletaryanın partimize yüklediği bir sorumluluk olarak ele almaktayız. MLM’ler arasında çeşitli konulara ilişkin ortaya çıkan farklılıkların tartışılmasını birliğimizi güçlendirme amaçlı ele almaktayız. Bu tartışma ve fikir alışverişinin de bu amaca hizmet etmesini umuyoruz.
A) EMPERYALİZM, ÇAĞ TESPİTİ VE TEMEL ÇELİŞKİ ÜZERİNE
Hazırlanan taslakta iki ayrı bölümde dünya üzerindeki temel çelişkilerden bahsedilmektedir: “a) Lenin’in tezinden yola çıkarak, emperyalizmin ekonomik ilişkilerinin bugünkü uluslararası durumun temelini oluşturduğu değerlendirilmiştir. Yirminci yüzyıl boyunca, kapitalizmin bu yeni evresi, üstün ve son aşaması, tamamen tanımlanmış ve dünyanın, ezilmiş ve ezilmekte olan ülkeler arasındaki bölünüşü emperyalizmin ayırt edici bir özelliğidir. Bu nedenle, mevcut durumu anlamak için kapitalizmin temel çelişkisinden başlayamayız, çünkü onun üstün ve son aşamasında, emperyalizmdeyiz.
Günümüz dünyasında üç temel çelişki vardır:
Birinci çelişki: Bir yanda ezilen uluslar, diğer yanda emperyalist süper güçler ve güçler arasındaki çelişki. Bu, şu andaki temel çelişkidir ve aynı zamanda çağın temel çelişkisidir. Dünya, bir yandan, sömürge veya yarı sömürge olan, sonrasında resmi egemenlikle veya bağımsızlıkla emperyalizme ekonomik, politik ve kültürel olarak tabi olan çok sayıdaki ezilen uluslara; öte yandan da her durumda baskıcı uluslar olan, ister süper güç olsun ya da olmasın, bir avuç emperyalist güce bölünmüştür…
İkinci çelişki: Emperyalist ülkelerde proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişki…
Üçüncü çelişki: Ara-emperyalist/Interimperialist. Lenin’in öğrettiği gibi, emperyalizm bir değildir, farklı emperyalist ülkeler vardır. Yani, dünyayı kendi aralarında ekonomik, politik ve askeri güç dengesine göre ayıran emperyalist güçler ve süper güçler vardır; her zaman değişen, gizli anlaşmalarla ve çekişmelerle gelişen bir güç dengesi…”
Aynı biçimde bir başka bölümde; “Dünyayı bu Yeni Çağ’da değerlendirmek için dört temel çelişkinin ifade edildiğini görüyoruz: 1) kapitalizm ve sosyalizm arasındaki çelişki, tüm zamanı kapsayacak ve en son çözülecek şeylerden biri olacak ve hatta iktidarı ele geçirdikten sonra bile dayanacak iki radikal farklı sistem arasındaki çelişki 2) burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişki, iki karşıt sınıf arasındaki çelişkidir ve aynı zamanda iktidarın ele geçirilmesinden sonra, komünizme girdiğimizde de çözülene kadar kendini birçok ideolojik, politik ve ekonomik yolla göstererek devam edecektir; 3) Emperyalistler arası çelişkiler, dünya hegemonyası için emperyalistler arasındaki çelişkilerdir ve bu çelişkiler süper güçler arasında, emperyalist süper güçler ve güçler arasında ve emperyalist güçlerin kendi aralarında cereyan eder, bu çelişki 50 ile 100 yıl içinde çözülecektir; 4) ezilen uluslar ve emperyalizm arasındaki çelişki, yani ezilen ulusların çözümü 50 ila 100 yıl içinde tasarlanan, emperyalizmi ve gericiliği yok etmek için verdikleri kurtuluş mücadelesi, tüm bu süre boyunca tarihsel temel çelişkidir; ancak, bu dört temel çelişkiden herhangi biri, geçici veya belirli ülkelerde sınıf mücadelesinin özel koşullarına göre temel hale gelebilir, ancak tarihsel temel çelişki tamamen çözümlenene kadar bu şekilde ifade edilecektir.” biçiminde sıralanmıştır.
Bu tespitler birçok açıdan değerlendirmeye muhtaçtır. Biz, içinde bulunduğumuz çağı, “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağı” olarak değerlendirmekteyiz. Çağımızda dünya çapında devrimci süreç proleter dünya devrimi sürecidir. Bu sürece damgasını vuran temel çelişki, emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. Proletarya bu çelişkiyi devrimle çözmek tarihi görevini omuzlarında taşımaktadır. Proleter dünya devrimi sürecinin temel çelişmesi olan emek-sermaye çelişkisinden dünya çapında başlıca çelişmeler çıkmaktadır. Bu çelişmeler şunlardır:
-Ezilen halklarla emperyalizm arasındaki çelişki,
-Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme,
-Emperyalist devletler arasındaki çelişme,
Taslakta yer alan “kapitalizm ile sosyalizm” arasındaki çelişkiyi içinde bulunduğumuz koşullar açısından belli başlı çelişmeler arasında görmüyoruz. Sosyalizmden geri dönüşlerin gerçekleştiği, tamamlandığı bir sürecin içinden geçiyoruz. Her ne kadar sosyalizm mücadelesi hala canlı ve dinamik bir mücadele olarak yaşanıyor olsa da kurulu bir sosyalist sistemin olmadığı, proletaryanın iktidarı elinde tuttuğu bir ülke bulunmaması gerçekliği vardır. Bu çelişkinin tanımlanması ve dünyadaki çelişmeler içinde de yerini almaması gerektiği fikrindeyiz. Bu bağlamda belli başlı çelişmeler içinde yer alacak güç, olanak ve etki düzeyinde tanımlamıyoruz. Henüz mücadele ve sürecin ortaya çıkardığı yeni çelişkiler, yani var olan bir sosyalist sistemin yokluğu; süreçte öne çıkan çelişkiler kategorilendirmesinde böylesi bir çelişki tespitine yer vermek için nesnel olmayacaktır. Niyetlerimizle, istemlerimizle çelişkiler belirleyemeyiz. Verili duruma uygun olarak çelişkileri belirlemeli ve mücadele hattını oluşturmalıyız. Bu çelişmeyi belli başlı çelişmeler içinde görmek doğru, bilimsel ve gerçekçi değildir.
Bunun yanında taslakta dört temel çelişme tespiti yapılmaktadır. Birazdan aşağıda da Mao yoldaşın felsefi yaklaşımına dayanarak, çelişkileri ele alma biçimini tartışarak bu yaklaşımın hatalarını ortaya koymaya çalışacağız. Taslakta temel çelişme, baş çelişme ve belli başlı çelişmeler meselesi ve ele alınışı MLM çelişki yasası ile uyumlu değildir. Karmaşık olan bir süreci, sorunu anlamada bilinç bulanıklığı yaratacak bir yaklaşıma sahiptir.
Çağımızın emperyalizm ve proleter devrimleri çağı olduğu gerçeği saptanmadan MLM’nin sahasında kalmanın imkanı yoktur. Emperyalizm ve proleter devrimler çağı, Ekim Devrimi ile gerçeklik halini almış ve o günden bu yana devam eden süreç, emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı, proleter devrimler süreci olarak şekillenmiştir. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan devrimler süreci, dünyanın üçte birinden fazlasında sosyalist iktidarların oluşmasıyla büyük ilerlemeler kaydetti. Bu ilerleyiş ve zaferler süreci, tüm sosyalist ülkelerde ardı ardına yaşanan geriye dönüşlerle sona erdi. Devrimler geriledi. Peki, çağ değişti mi? Hayır, değişmedi. Büyük tarihsel yürüyüşte, proletaryanın yürüdüğü güzergahta geçici gerilemeler, duraklamalardır bunlar. Çağ değişmedi, ancak, çağa damgasını vuran proletarya hareketinde göreli alçalma ve duraksamalar ve aşağılara çekilme görüldü. Bunun daha ne kadar süreceğini, alçalan devrim dalgasının ne zaman yükselişe geçeceğini, yalnızca, sınıf mücadelesinin koşulları ve bu koşulları hızlandırmada katalizör rolünü oynayan unsurlar belirleyecektir.
Bizim açımızdan içinde bulunduğumuz çağ “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağı” olduğu için, bu çağa damgasını vuran temel çelişki tespitimizde, “Taslak”ta yer alan, temel çelişki tespitinden farklıdır. Biz ÇKP 10. Kongre belgelerinde “Lenin’in ölümünden bu yana dünya da çok büyük değişiklikler olmuştur ama çağ değişmemiştir” yaklaşımına sahip çıkıyoruz. Bu anlamda çağımızın hala “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağı” olduğunu savunuyoruz.
Taslakta yer alan “çağ tespiti” yanlıştır. Çağımızı yalnızca “proleter devrimler çağı” olarak ifadelendirmek anlamsızdır, olgunun bütünü değil yalnızca bir parçası ifade edilmektedir. Böyle bir tanımlama yapıldığında, ilk akla gelen soru şudur; olgunun, yani çelişkinin diğer parçası nerededir? Proleter devrimler hangi ekonomik, sosyal, siyasal, yönetsel, kurumsal vb. kapsayan egemenlik sistemine müdahalenin zorunluluğudur? Kapitalizm öncesi proleter devrimlerden bahsetmememizin ve çağımızda proleter devrimlerden bahsetmemizin nedeni nedir? Proleter devrimler hangi sistemin karşıtı olarak alternatifimizdir?… Bu soruları uzattıkça uzatabiliriz.
İkinci olarak, “Taslak”ta görünür olmayan ve çarpık sonuçlara neden olan birinci eksiklik “kapitalizmsiz bir emperyalizmden” yola çıkılmasıdır. Sorunu, üretici güçler ve üretim ilişkilerinden koparan ve emperyalist saldırganlığı bu zemin üzerinden ele almayan bu yaklaşım Marksizm-Leninizm-Maoizm dışıdır.
Üçüncü olarak, yine, dünya genelinde yer alan temel çelişki ve devamında yer alan çelişkiler bölümü de sorunludur ve gerçeği doğru ve bütünlüklü olarak ifade etmemektedir. Taslakta dünya üzerindeki çelişkiler sıralanmış ve temel çelişki olarak “ezilen halklar ve uluslar ile emperyalizm arasındaki çelişki”, “temel çelişki” olarak belirtilmiştir. Bu şekilde bir temel çelişki tespiti MLM’nin evrensel gerçekleri ile uyuşmamaktadır.
Dördüncü olarak, emperyalistler arasında keskin ayrımlar yapılmaktadır (süper güç ve güçler gibi) ve bu “keskin ayrımlar” bizim açımızdan emperyalizm noktasında sorunlu bir anlayışa tekabül etmektedir.
Ana başlıklar halinde sıraladığımız itiraz noktalarımıza ilişkin yaklaşımımız şöyledir:
İçerisinde yaşadığımız çağ ve bu çağın temel özellikleri ve temel çelişkileri noktasında doğru bir anlayış ve sonuca ulaşmak için öncelikle içinde yaşadığımız çağ gerçeğine bakmak gerekir.
“… Bu broşür, en önemli ekonomik sorunun, emperyalizmin ekonomik özünün kavranmasına yardım edecektir; bu incelenmedikçe, modern savaşı ve modern siyaseti anlamak ve değerlendirmek olanaksızdır.” Lenin’in, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı kitabının Nisan 1917 tarihli Rusça baskısına yazdığı Önsöz’de yaptığı bu vurgu önemlidir. Yaşadığımız çağın önemli toplumsal olaylarını, yer yer askeri karaktere bürünen paylaşım savaşlarını, işçi ve emekçi hareketlerinin nedenlerini doğru bir biçimde kavramak, tüm bu gelişme ve çatışmaların temelindeki olguları doğru tahlil edip, meselenin özünü kavramak ve de proletaryanın iktidar mücadelesini doğru zeminlere oturtmak için önemlidir, zorunludur.
Mayıs 1917 tarihli RSDİP programında emperyalizm şu şekilde tanımlanmıştır: “Dünya kapitalizmi, şimdi, yaklaşık olarak 20. yüzyılın başlangıcından beri, emperyalizm aşamasına ulaştı. Emperyalizm ya da mali sermaye çağı, tekelci kapitalist birliklerin-sendikalar-karteller-tröstler tayin edici önem kazandıkları, korkunç derecede yoğunlaşmış banka sermayesinin sanayi sermayesiyle kaynaştığı, yabancı ülkelere sermaye ihracının çok büyük boyutlara ulaştığı, bütün dünya topraklarının en zengin ülkeler arasında paylaşılmış olduğu ve Uluslararası tröstler arasında dünyanın iktisaden paylaşımının başladığı çok gelişmiş kapitalist ekonomidir.”
Emperyalizmin Marksistler (MLM) açısından kabul gören tanımı Lenin yoldaş tarafından yapılmıştır. “Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm” adlı eserinde kapitalist sistemin geldiği en ileri aşama olan emperyalizm süreci temel özellikleriyle şu ana noktalar üzerinden tarif edilmektedir: “1)Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma, öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin bir rol oynayan tekelleri yaratmıştır, 2)Banka sermayesi, sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu, ‘mali sermaye’ temeli üzerinde bir mali oligarşi yaratmıştır; 3) Sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak , özel bir önem kazanmıştır;4) Dünyayı aralarında bölüşen tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; 5) En büyük güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.’’
Stalin yoldaş “Leninizm’in İlkeleri” adıyla Türkçeye çevrilmiş eserinde Leninizm’i ve Leninizm’in ayırdedici özelliklerini tanımlarken aynı zamanda tartıştığımız meseleye ilişkin şunları söylemektedir:
“Lenin emperyalizme “can çekişen kapitalizm” derdi. Neden? Çünkü, emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerinin son sınırına, ötesinde devrimin başladığı noktaya vardırır da ondan. Bu çelişkiler arasında, en önemli sayılması gereken üç çelişki vardır:
Birinci çelişki, emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, sanayi ülkelerinde, tekellerin, tröstlerin, konsorsiyumların, bankaların ve mali oligarşinin tam egemenliği demektir. Bu tam egemenliğe karşı savaşımda, işçi sınıfının-sendikalar, kooperatifler, parlamenter partiler ve parlamenter savaşım gibi- alışılagelen yöntemlerin tamamen yetersiz olduğu görülmüştür. Ya kendini sermayeye teslim et, eskisi gibi sürün, hatta daha da aşağıya düş; ya da yeni bir silaha sarıl; emperyalizmin, proletaryanın sayısız kitleler önüne çıkardığı sorun budur. Emperyalizm işçi sınıfını devrime götürür.
İkinci çelişki, hammadde kaynaklarını, başkalarının topraklarını ele geçirmek için savaşım halinde olan çeşitli mali gruplar ve emperyalist devletler arasındaki çelişki. Emperyalizm hammadde kaynaklarına sermaye ihracıdır, bu kaynakların tekeline sahip çıkmak için amansız savaşımdır: “yaşam alanı” arayan yeni mali sermaye gruplarının ve devletlerin, zorla aldıkları yerlere, kene gibi yapışan eski gruplara ve devletlere karşı yürüttükleri kıyasıya yürüttükleri, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması uğruna savaşımdır…
Üçüncü çelişki, bir avuç egemen “uygar” ulus ile, dünyanın yüzlerce milyonluk sömürülen ve bağımlı halkları arasındaki çelişkidir…
Genellikle, eski “gelişen” kapitalizmi, can çekişen kapitalizm haline getiren belli başlı çelişkiler bunlardır.” (Leninizm’in İlkeleri/ STALİN)
Emperyalizm, bütün dünyanın her bir parçasını emperyalist zincirin bir halkası haline getirirken, kaçınılmaz olarak olağanüstü derinleştirdiği çelişkilerle bu zinciri kırma olanağını da yaratmıştır. Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin devasa toplumsallaşması ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bir avuç mali sermaye grubunda toplanmasıyla daha da keskinleşmiştir. Serbest rekabet dönemi kapanmış; kapitalizm gelişmesinin son aşamasına varmıştır. Kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki en temel karakteri asalaklığı ve çürümesidir.
Lenin yoldaşın emperyalizm tahlili günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Lenin yoldaşın berrak bir biçimde ana hatlarıyla ortaya koyduğu emperyalizm tahlilinin bilim ve teknikte yaşanan devasa gelişmeler, üretim modellerinin çeşitlenmesi, iletişim araçlarının muazzam gelişimi vb. nedenlerden dolayı eskidiği, gelinen aşamayı ifade etmekte yetersiz kaldığını ifade eden görüşlere de rastlamaktayız. Burada bir değişimden değil, gelişimden, derinleşmeden, sermayenin hareketine daha güçlü ivme katmasından söz edebiliriz. Burjuvazinin egemenliğinde ve onların çıkarlarına hizmet eder tarzda gelişen bilimsel ve teknik gelişmeler egemen gücün, yani mali sermayenin, daha da güçlenmesinden, sömürüyü daha da derinleştirmesinden ve etkinliğini dünyanın en ücra köşelerine yaymaktan başka bir işe yaramamıştır. Tekellerin gücü daha artmış, her geçen zaman, güç ve sermayenin daha az sayıda tekelin elinde yoğunlaşmasını getirmiştir. Sermayenin giderek daha az sayıda tekelin elinde yoğunlaşmasını her yıl yayınlanan dünyanın en zenginleri, dünyanın en pahalı şirketleri ya da dünyanın ilk 500 şirketi gibi istatistiklerde de görmekteyiz. Üretim ve sermaye birikimindeki bu yoğunlaşma, aynı zamanda, çelişkileri de derinleştirmekte, sömürüyü tırmandırma ve pazar arayışını boyutlandırmayı getirmektedir. Bunun yanında emperyalist mali sermaye ve üretim krizlerindeki periyotları kısaltmakta, sarsıntıları derinleştirmektedir. Mao yoldaşın belirlediği gibi krizlerin periyodundaki kısalma ve adeta bir süreklileşme hali, kapitalist-emperyalist üretim ilişkilerinin doğal gelişim seyrinin bir ürünüdür. Bu durum, tüm çelişkilerin keskinliğini artırarak emperyalist sistemin mezarının kazılması sürecini kısaltmaktadır.
Lenin yoldaşın mali sermayeyi ve tekelleri işaret etmesinin ne kadar önemli bir tespit olduğunu, mali sermaye ve tekel gruplarının dünyanın birçok ülkesinde ekonomik sömürünün yanı sıra, politik ve pratik olarak sisteme nasıl müdahil olduklarını, ekonomik sömürü politikalarının yaşam bulması için bizzat askeri darbeler tezgahlayacak kadar kapitalist-emperyalist sistemin ana ve belirleyici aktörleri olduğunda da görebiliriz. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz çağın temel özellikleri ve temel çelişkileri değişmemiş, aksine, mali sermaye ve tekellerin etkinliği, kendisini sömürü ve baskı sisteminin tüm gözeneklerinde daha fazla hissedilir hale getirmiştir.
Kapitalist emperyalizme karşı mücadeleyi doğru bir zeminde yapmak ve dünyayı işçi sınıfı ve emekçiler lehine doğru bir biçimde değiştirmek istiyorsak, gerçekliği de doğru tanımlamalıyız. MLM’ler değiştirmek istedikleri olguyu niyetleri üzerinden yaptıkları tanımlamalarla adlandıramazlar. Gerçeğin değişim ve dönüşümü ancak gerçeklerden yola çıkılarak yapılır. Kılavuzumuz MLM olmalıdır. Bu anlamda yönümüzü Mao yoldaşa dönmek zaruridir.
Marksizm’in üçüncü aşaması olarak kabul ettiğimiz MLM’nin temsilcisi Mao yoldaşta berraklaşan ve Mao yoldaşın tüm ideolojik, teorik, politik, ekonomik, askeri ve pratik meseleleri ele alışında özel önem verdiği düşünme ve meseleleri çözüm metodu çelişki yasasıdır.
Proletaryanın sınıf savaşımı ve iktidarı ele geçirip koruma mücadelesinin her aşamasında verili çelişkileri doğru tespit etmek, esas ve tali yönleri tüm netliğiyle ortaya koymak ve bu temelde bir süreç işletmek zorunludur. Proletaryanın büyük Ustası Başkan Mao ve diğer komünist ustaların tüm meselelere ilişkin çözüm yöntemi böyle olmuştur; diğer tüm olgu ve olayları belirleyen, onları biçimlendiren, onların varlığına ve gidişatına yön veren esas halkayı tespit etmek ve esas halkaya yoğunlaşmak. İçinde yaşadığımız çağ Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağı’dır. Bu tespit içeriğinde yaşadığımız dünyanın, insanlık tarihinin gelişim seyrinin, hakim olan üretim biçimi ve sınıf ilişki/karşıtlıklarının somut sonucudur. Gerçek niyetlerimiz üzerinden değil somut olgular üzerinden tarif edilir. Kaldı ki, sınıf mücadelesine önderlik etme, biçim verme ve nihayetinde de proletaryanın iktidarını kurup yaşatma amaç ve iddiasının sahibi MLM’ler açısından gerçeklik tarifini somut koşulların somut tahlili ilkesi üzerinden yapmak zorunluluktur, varlığımız bununla anlamlanır. Bizlerin tespit ve tanımlamaları sınıf mücadelesi arenasında durduğumuz yeri gösterir. Biz sınıf mücadelesine ilişkin tespitlerimizin temeline üretici güçler ile üretim ilişkilerini koymakta, bu gerçeklik üzerinde kendisini somutlayan sınıf karşıtlıkları temelinde bakmaktayız. Marksizm’in ortaya çıkış ve kendisini biçimlendirmesi, diğer teorilerden farklılığı ve gerçeği temsil etmesi, tam da bu esas üzerinden yükselmiştir.
Hazırlanan taslakta çağımız “Proleter Devrimler Çağı” olarak ifade edilmektedir. Bu eksik bir tanımlamadır ve çelişkinin yalnızca bir yanını ifade etmektedir. Proleter devrimler süreci, kapitalizmin emperyalist bir karaktere büründüğü çağın yarattığı çelişkinin çözümü olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalizm, tarihin iki uzlaşmaz sınıfını ortaya çıkarmış ve o zamana kadarki sınıf mücadelelerinden farklı olarak, bu iki sınıfta somutlanan çelişki, tarihte ilk defa, çeşitli biçimlerde sömürü üzerinden şekillenen egemenliklerin sonunu getirecek, nihai kavganın zemini olmuştur. İnsanlığın binlerce yıllık tarihinde, ezilen ve sömürülen kitlelerden, sınıflardan farklı olarak, proletaryanın tarihsel rolünün fark ve önemi de bu zeminden doğmuştur. Proletaryanın burjuvazinin mezar kazıcısı olması gerçekliği bu zemin üzerinden yükselir. Artık, tıpkı, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş süreçlerinde, her değişimde, bir sömürü biçiminin yerini bir başka sömürü biçiminin almasından değil, sömürü sistemlerinin, nihai olarak sona ermesi hedefiyle sonuçlanacak bir sınıf karşıtlığından bahsediyoruz. Dolayısıyla, emperyalizm ve proleter devrimler çağı denilen süreç, kapitalist sistemin emperyalizm aşamasına evrilmesi ve ortaya çıkan çelişkilerin çözümünün ezilen ve sömürülen kitleler açısından, binlerce yıldır ve çeşitli sömürücü egemenlik biçimlerinden nihai olarak kurtuluşu sağlayacak zeminin adıdır. Emperyalizmden bahsetmeden proleter devrimden, aynı biçimde emperyalizmden bahsederken kapitalizmden bahsetmemek, burjuvaziden bahsetmeden proletaryadan bahsetmek gibi abes bir tanımlama olacaktır.
Bu meseleye daha net bir açıklık getirmek için çelişki yasasını en gelişkin biçimde ortaya koyan Mao yoldaşa dönmek yararlı olacaktır:
“Marks ve Engels, şeylerdeki çelişki yasasını toplumsal tarih sürecinin incelenmesine uyguladıkları zaman, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi görmüşlerdir. Sömürücü sınıf ile sömürülen sınıf arasındaki ve ekonomik altyapı ile onun üstyapısı (siyaset ve ideoloji) arasındaki çelişkiyi fark etmişler ve bu çelişkilerin farklı sınıflı toplumlarda, kaçınılmaz olarak, farklı toplumsal devrimlere neden olduğunu anlamışlardır.
Marks bu yasayı, kapitalist toplumun ekonomik yapısının incelenmesine uyguladığı zaman, bu toplumun temel çelişkisinin, üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel niteliği arasında olduğunu görmüştür. Bu durum, özel işletmelerdeki üretimin örgütlü niteliği ile bütünüyle toplumdaki üretimin anarşik niteliği arasındaki çelişkide kendini göstermiştir. Bu çelişkinin sınıfsal görünüşü, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkidir…Kapitalist sistemde, üretimin toplumsallaşması ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki, kapitalizmin var olduğu ve geliştiği her ülkede ortak olan bir şeydir; kapitalizmi ilgilendirdiği kadarıyla bu, çelişkinin evrenselliğini oluşturur. Gene de, kapitalizmdeki bu çelişki, genellikle sınıflı toplumun gelişmesinde belli bir tarihsel aşamaya özgüdür; sınıflı bir toplumda üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki söz konusu olduğunda, bu, çelişkinin özgüllüğünü oluşturur… Özgül evrensele bağlı olduğundan, yalnızca çelişkinin özgüllüğü değil evrenselliği de her şeyin içinde vardır ve dolayısıyla evrensellik de özgünlüğün içerisinde vardır… Böylece bir nesneyi incelerken, bu iki görünüş ve iç bağlantılarını bulmaya, nesnedeki evrenselliği ve özgünlüğü, ikisini de iç bağlantılarıyla ortaya çıkarmaya ve bu nesnenin, diğer nesnelerle bağlantılarını anlamaya çalışmalıyız…”
Nedir temel çelişme? Sürece damgasını vurandır. Baş çelişme nasıl sürecin gelişen içinde bulunulan aşamasına damgasını vuruyorsa, temel çelişme de aşamaların toplamından oluşan tüm bir sürece niteliğini veren çelişme olarak kendini ortaya koyar. Yani temel çelişme bir şeyin gelişme sürecinde var olan, sürecin niteliğini belirleyen, tüm süreçte varlığını sürdüren, çözümü sürecin ve çelişkilerin yoğunlaşarak tamamlanmasını beraberinde getiren çelişkidir. Yani temel çelişme eski güçlerle yeniyi temsil eden güçler arasındaki çelişkidir. Yeni Demokratik Devrim açısından bakıldığında temel çelişme eski güçleri temsil eden üç dağ yani emperyalizm, komprador kapitalizm ve toprak ağaları ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkide temel bulur, karakterini alır ve bu çelişkinin çözümüne odaklanır. Bu temel çelişme Yeni Demokratik Devrime iki yönlü karakter verir; birisi emperyalizmden kaynaklı “milli devrim” diğeri ise feodal çelişkilerden kaynaklı demokratik devrimdir. Bu ülkenin yarı-sömürge, yarı-feodal niteliğinin yani emperyalizmle feodalizmin kurduğu ittifakın yarattığı bir durumdur. Bir dizi karmaşık ve sürece damgasını vuran çelişki içinde temel çelişki tespit edildikten sonra bu sosyal-ekonomik yapının yarattığı belli başlı çelişmeler tespit edilir. Bu bağlamda belli başlı çelişmeler de;
1-Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişki
2- Emperyalizmle halk yığınları arasındaki çelişki ve bunun yanında
3-Gerici hakim sınıfların kendi aralarındaki çelişki
4-Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkidir.
Bunlar dışında da, daha az öneme sahip çelişmeler var, ama, bu dört çelişme, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde dört başlıca çelişme olarak sivrilir. Bu çelişmelerden biri ise hem belli başlı çelişmelerin hem de diğer tüm çelişmelerin varlığı üzerinde etkide bulunur, gelişmesini tayin eder, belirler ve etkiler. İşte bu baş çelişme olarak karşımıza çıkar. Bu çelişmeler içinde baş çelişkiyi doğru belirleyememek Mao yoldaşın deyimiyle “sisler içinde koybolmayı, meselenin özünü kavrayamamayı” getirir. Bu durum doğal olarak önder rol oynayan baş çelişkinin, diğer tüm çelişkileri belirleyen, etkileyen, tabi kılan yanını kavramamayı, toplumsal devrim sürecini yanlış tanımlamayı ve ele almayı getirir. Temel çelişkinin tespit edilmesine paralel olarak baş çelişki bizim gibi ülkelerde bazen karmaşık bir görünüme bürünebilir. Emperyalizmin doğrudan askeri işgali olmadığı yani yarı-işgal halinin olduğu koşullarda, baş çelişki, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişkidir. Devrimin demokratik talepleri, diğer tüm çelişkileri belirler ve ona yön verir. Emperyalist işgal durumunda ise, artık baş çelişki değişir ve emperyalizmle işgal koşullarının yarattığı halk kitleleri arasındaki çelişki baş çelişki halini alır.
Normal koşullarda, yani emperyalizme bağımlı olmayan ülkelerde, yani şimdinin kapitalist ülkelerinde temel çelişme emek-sermaye çelişkisi, yani, gerici güçleri temsil eden burjuvazi ile yeniyi temsil eden güç olan proletarya arasındaki çelişkidir. Bu ülkelerde bu temel çelişme aynı zamanda emperyalist savaş, işgal koşulları dışında, baş çelişme olarak, tüm diğer çelişkilere yön verir ve süreç boyunca tayin eder. Emek ve sermaye/burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, toplumsal çelişkileri çözecek temel ve baş çelişme olarak rol oynar.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde de toplumsal evrimleşme sürecinin başlangıcında, yani henüz emperyalizmin iktisadi, siyasi, kültürel ve askeri kuşatması altında zincire vurulmadığı dönemlerde, ekonomik ve toplumsal gelişme sürecinde temel çelişme köylülük/toprak ağalığı çekirdeği üzerinde yükselen feodal sistemle geniş halk yığınları arasındaki çelişmeydi. Bu aynı zamanda dönemin baş çelişkisiydi de. Çünkü, kapitalist emperyalizmin henüz dış bir çelişme olarak ülkeyi iktisadi ve mali olarak denetimi altında almadığı, feodal güçlerle ve bağlı ve bağımlılık ilişkisi içine girememiş ticaret burjuvazisi ile tarihsel bir ittifaka girmediği bir dönemdi. Ne var ki, tek tek iç ulusal ekonomilerin kendi içinde bir iç ulusal birim, iç bir kapalı sistem olmayı başaramadan, bu tarihsel süreci tamamlayamadan dünya kapitalist-emperyalist zincirinin birer halkası haline gelme süreci başlamıştır. Bu sürecin kapitalistleşme dinamikleri yıkıma uğratılmış, bağımlı hale getirilmiş, iç dinamikleri çökertilmiş yani sömürge ya da yarı-sömürgeciliğin yaygınlaşarak tipik bir karakter kazanma süreci başlamıştır. Kapitalist-emperyalizme bağlı ve bağımlı, sömürge ya da yarı-sömürge ilişkiler içinde, gelişen, serpilen kapitalist ilişkiler, içte en gerici üretim ilişkilerini temsil eden düşman sınıflar için bilhassa rekabetçi kapitalizmin emperyalizme evrildiği aşamada, emperyalizmin belirlediği bir gerici ittifaka maddi zemin oluşturmuştur. Emperyalizmin acentalığına soyunan tefeci-tüccar burjuvazinin bürokratik-komprador nitelik kazanması ve tüm toplumsal sömürü ve ilişkilerde hakimiyet ve egemenliğini sürdüren feodal güçlere yaslanan bir ittifak. Emperyalizmin belirlediği bu ilişki ve ittifak, onu, tüm gücüyle komprador burjuvazi ve feodal güçleri ayakta tutan, yaşatan ve besleyen, aynı zamanda egemenlik kurduğu pazarda, bu güçler aracılığıyla ekonomik-siyasi-kültürel-askeri vs. tüm çıkarlarını gerçekleştirmeye uyumlu uşak olarak konumlandırmayı getirmiştir. Bu bağlamda, emperyalizm, bu ittifaklarıyla pazarda istediği egemenliği, sermayesine dolu dizgin alan açmayı sağlayan bir dış güç olarak, tüm siyasal ve toplumsal çelişkilerin içinde olmayı getirmiştir. Emperyalizmin belirlediği ve yön verdiği bu ittifak ile bu tür ülke devrimlerinin önünde aşılması gereken bir düşman olarak tüm devrimci sürecin, temel çelişkinin bir parçası olmuştur. Anti-emperyalist çelişme ve bundan kaynaklanan anti-emperyalist devrim zaruret haline geldi. Emperyalizm genel konumlanışı ve çıkarları yanında somut ve özel çıkarlarından, yöneliminden ve bir dizi nedenden kaynaklı yarı-işgalini yani yarı-sömürgeliği tam işgale yani sömürgeliğe taşıyabilir. Bu durum, bu tür ülkelerin temel çelişkisinin içinde vuku bulan bir gelişme ve durum olarak gerçekleşir. Ancak böylesi bir durum, temel çelişkiyi değiştiren yeni bir durum olarak değil, temel çelişki içinde, yani, onun belirlediği bir süreç boyunca yeni bir aşama olarak görülür. Bu durumda, önder çelişki ve yönlendiren tayin eden çelişki yani baş çelişki değişime uğrar.
Bu tür ülkelerde feodalizm emperyalizmin iktisadi, siyasi ve toplumsal dayanağı olduğu ve emperyalizm de feodalizmi ayakta tutan ve ona koltuk değneği gören temel olduğu için emperyalizme karşı mücadele ile feodalizme karşı mücadele birbirinden ayrılmaz ve dolayısıyla milli ve demokratik devrim görevi birleşir ve sürece karakterini verir. Ve anın koşullarının baskısıyla temel çelişme olarak karşımıza çıkan ve iki yönü içeren çelişkilerden bazen biri, bazen diğeri özgün aşamanın baş çelişkisi olarak öne çıkar. Anlaşılır ki, yarı-sömürge ve yarı-feodalizmden kaynaklı anti-emperyalist ve anti-feodal temel Demokratik Devrim süreci tamamlanana kadar sürece karakterini verirken, aynı zamanda devrimin içinde bulunulan aşamasına bağlı olarak da bunlardan her biri aynı zamanda baş çelişme haline gelir.
Çelişkilerin tespitinde Mao yoldaşı anlamak, kavramak önemlidir, çelişkiler meselesine MLM’ler olarak nasıl bakmamız gerektiği noktasında oldukça aydınlatıcıdır.
Sonuç olarak, dünya üzerindeki temel ve belli başlı çelişkileri şöyle sıralayabiliriz;
Emek-sermaye çelişmesi “emperyalizm ve proleter devrimleri çağına” damgasını vuran, ona niteliğini veren temel çelişmedir. Diğer tüm çelişmeler bu zemin üzerinden yükselir. Bu temel çelişmenin belirlediği sürecin, özgün aşamasında günümüzde belli başlı çelişmeler ise şunlardır:
1-Emperyalizmle-ezilen halklar arasındaki çelişme,
2-Emperyalistler arasındaki çelişme,
3-Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme… biçiminde öne çıkan başlıca çelişmeler mevcuttur.
Dünyada baş çelişme tespitinin yapılmasını doğru görmüyoruz. Baş çelişki yukarda tanımını yaptığımız gibi tüm diğer çelişkileri belirleyen, yönlendiren ve tabi kılan çelişkidir. Bir sürece ve aşamaya rengini verir ve devrimin niteliğini belirler. Baş çelişki tespiti karmaşık olan bir devrim sürecinin ana halkasını yakalamak, yani devrimi gerçekleştirmek için yapılması gereken bir şeydir. Dünya proleter devrimi karmaşık, çok çeşitli, değişik devrim süreçlerinin ve her ülkede farklılaşan çelişkilerin bir sonucu olarak gelişecek, olgunlaşacak ve bir noktada bir süreç boyunca birleşecektir. Bugün dünya çapında, Yeni Demokratik Devrim ve Sosyalist devrim olmak üzere iki tip proleter devrim aşamasındayız. Her ne kadar yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler için geçerli olan Yeni Demokratik Devrim dünyanın fırtına merkezleri olsa da, her ülkenin kendine has devrim süreçleri olacaktır. Dünya genelinde baş çelişki tespiti yapmak tek tek ülkelerin özgünleşen çelişkilerini evrensel olan çelişkiyle karşı karşıya getirecek, kafa karıştıracak bir duruma yol açacaktır. Proleter Dünya Devrimi ve onun dünya ölçeğinde dayanacağı bir baş çelişki tespiti tek tek ülkelerdeki değişik devrimci süreçlerden, o ülkelerde özgünleşen baş çelişkilerden yalıtık hale getirme tehlikesini barındırmaktadır. Tek tek ülkeler için baş çelişki tespiti ne kadar gerekli, zorunlu ve devrim için ihtiyaç ise dünya genelinde baş çelişki tespiti yapmak “devrim akımının esas olduğu” koşullarda bir o kadar zararlı sonuçlara yol açacaktır. Enternasyonal proletaryanın kendi ülkesinde devrim yapma, kendi toplumsal çelişkisine dayanma gerçekliğinden koparacaktır.
Dünya genelinde baş çelişki tespiti enternasyonal proletaryanın kendi ülkelerindeki devrimci süreçler arasındaki ilişkiyi tek yanlılığa, devrim süreçleri arasındaki ilişkilerin kavranmamasına yol açacaktır. Farklı devrimci süreçler arasında esas ve tali ayrımına zemin sunacaktır. Bu, tek tek ülkelerde ortaya çıkan devrimi geliştirme sorumluluğunu, kendi toplumsal yapısının özgünlüğüne dayanma olanağını elinden alacaktır. Enternasyonalizmi tek yanlılığa indirgeyecek, yüzünü kendi ülkesindeki devrimin dışında baş çelişkiye uygun düşen ülkelere yüzünü dönmesini ve sınıf mücadelesindeki esas sorumluluğu unutmayı getirecektir. Tek tek ülkelerin ve toplumların yaşadığı eşitsiz gelişim yasasını yok saymak olacaktır. Bu nedenlerden dolayı, dünyada baş çelişki tespiti yapmamak ancak çağı karakterize eden, dünya proleter devriminin temel çelişkisi ve niteliğini ortaya koyacak temel çelişki tespiti yapmak doğru bir yöntem olarak benimsenmelidir.
Dünyanın bir avuç “uygar” ulus ile yüz milyonlarca nüfusa sahip ezilen uluslara bölünmüşlüğünü, emperyalizmin en karakteristik özelliklerinden biri olarak vurgulayan Lenin, emperyalizm çağında ezilen ulusların mücadelelerini, proleter devrim mücadelesinin yedek gücü ve ezilen ulusları da proletaryanın uluslararası müttefikleri olarak değerlendirir. “Avrupa’nın ve Amerika’nın işçileri, sermayeye karşı savaşımlarında, sermaye tarafından ezilen yüz milyonlarca “sömürge” kölesiyle sıkıca ve tamamen birleşmeselerdi, ileri ülkelerdeki devrimci hareket, gerçekte bir sahtelikten ibaret olurdu” diyerek, bu birliği önem ve anlamını şiarlaştıran Lenin’in “Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halkları Birleşin” sloganı Marksist-Leninist-Maoist harekete değerli bir miras, yol gösterici bir ışıktır.
B) “UKH’NİN STRATEJİK SALDIRI AŞAMASINDA OLDUĞU” TESPİTİ ÜZERİNE DÜŞÜNCEMİZ
Bu meseleye ilişkin görüşlerimizi MLM’in ustalarını referans alarak ortaya koymak sorunun daha iyi anlaşılmasına ve kavranmasına hizmet edecektir. Komünistler düşmanlarının durumunu ve kendi pozisyonlarını hangi veriler üzerinden değerlendirir ve güç ilişkilerini neleri esas alarak belirlerler? Öncelikle genel özelliklerinin yanı sıra, sınıf mücadelesinin stratejik ve taktik yönelimlerini belirlemede özel bir pozisyonda olan Mao yoldaşı referans alarak sorunu anlaşılır hale getirmeye çalışalım.
Emperyalizmi “kağıttan kaplan” olarak nitelendiren Mao yoldaş “Nasıl dünyada ikili bir doğaya sahip olmayan hiçbir şey yoksa (bu karşıtların birliği yasasıdır), emperyalizm ve bütün gericilerin de ikili bir doğası vardır: Onlar aynı zamanda hem gerçek kaplanlar hem de kağıttan kaplanlardır…Bu yüzden, işin özü açısından, stratejik açıdan bakıldığında odurlar, yani kağıttan kaplandırlar. Bizler stratejik düşüncemizi bu temele dayandırmalıyız. Öte yandan, onlar aynı zamanda, halkı yiyip bitiren canlı kaplanlar, çelikten kaplanlar, gerçek kaplanlardır. Taktik düşüncemizi de bu temele dayandırmalıyız.” (Mao Zedung-Seçme Yapıtlar, cilt 4 s.98,99) soruna özlü bir yaklaşım sunarken Komünist ve İşçi Partileri Temsilcilerinin 1957 Moskova Toplantısında yaptığı konuşmada da: “Düşmana karşı savaşım için, uzun bir süreden beri, stratejik açıdan bütün düşmanlarımızı küçümsemek, taktik açıdan da ciddiye almak anlayışını geliştirdik. Bu ayrıca, genel bir bakış açısından düşmanı küçümsememiz, ama her somut sorunda ciddiye almamız gerektiği anlamına gelir. Genel bir bakış açısından düşmanı küçümsemezsek oportünizm hatasına düşeriz. Marx ve Engels yalnızca iki kişiydiler. Ancak, daha o günlerde, kapitalizmin tüm dünyada yıkılacağını ortaya koydular. Ama, somut sorunlarla ve belirli düşmanlarla uğraşırken, onları ciddiye almazsak maceracılık hatasına düşeriz.’’ diyerek sorunu nasıl ele almamız gerektiğini açık bir biçimde belirtmiştir.
Yine benzer içerikte bir yaklaşımı: “…Şimdi de ekleyelim ki, aynı biçimde, tarihteki bütün başarılı olmuş devrimcilerin başarılı olma nedeni, yalnızca düşmanı küçümseme cesareti göstermiş olmaları değil, aynı zamanda, her özel sorunda ve her belirli şavaşımda düşmanı ciddiye almaları ve dikkatli bir tutum takınmalarıdır. Genel olarak, devrimciler ve özellikle proleter devrimciler, bunu yapmazlarsa, devrimi sağa sola yalpalamadan ileriye doğru götüremezler ve olasıdır ki maceracılık hatasına düşerek, devrimin kayıplara ve hatta yenilgilere uğramasına yol açarlar. Marx, Engels ve Lenin, proletarya davası uğrunda ömür boyu süren savaşımlarında düşmanı stratejik açıdan daima küçümsemişler, taktik açıdan ciddiye almışlardır. Onlar, somut koşullara göre, ayrıca ‘sol’ maceracılığa karşı iki cephede birden savaşmışlardır. Bu bakımdan, onlar, bizim için muhteşem birer modeldirler.” (Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin, ÇKP Resmi Belgeleri) adlı kaynakta görmekteyiz.
Yeniden hazırlanan taslağa gelirsek; UKH’in “stratejik saldırı” aşamasında bulunduğu tespiti bizce abartılı bir durum değerlendirmesidir. Komünistlerin her zaman umutlu ve iyimser olması gerektiği tartışılmaz. Fakat, bu hayal dünyasında yaşamamızı getirmemelidir. Komünist ve devrimci hareketlerin durumu taslakta bahsedildiği gibi “stratejik saldırı” aşamasına denk düşer bir gelişkinlikten oldukça uzaktır. Eğer “emperyalizmin kapitalizmin can çekişen aşaması olması” tanımlamasıyla ifade edilen kapitalizmin çökmekte/çürümekte olan bir sistem olduğu gerçekliğine dayanarak komünist hareket ve genel olarak da devrim cephesinin durumunu tanımlamaya çalışıyorsak, ki öyle görünüyor bunun sağlıklı bir sonuç çıkarımı olmadığını görmemiz gerekir. Çünkü bu tarz bir değerlendirme ve sonuç çıkarımı çelişkinin tek bir yanıyla gerçekliği tanımlamak olur ki, bu en basit ifadeyle, MLM yöntem ve bakış açısı değildir. Proletaryanın ideolojik anlamda saldırı aşamasında olduğunu söylemek mümkündür ki, o da ancak geleceğin ve gerçeğin temsilcisi olması anlamında anlamlıdır. Emperyalist kapitalist sistemin çelişkilerinin derinliği ve çürüme durumu gözle görülür bir gerçekliktir; fakat, komünist ve devrimci güçlerin bu çelişkileri devrim ve sosyalizm ekseninde kapsayıp yönlendirme, gelişen kendiliğinden hareketlere önderlik etme ya da işçi ve emekçi kitlelere kendi otoritesini kabul ettirir tarzda bir pozisyona sahip olmadıkları da ortadadır. MLM çizgide halk savaşları yürüten güçlerin etki alanları ise oldukça sınırlıdır. PKP’nin çok ciddi noktalara taşıdığı halk savaşı Gonzalo yoldaş ve beraberindeki PKP önder kadrolarının düşman tarafından yakalanmasıyla kesintiye uğramış, Nepal’deki halk savaşı NKP(M) önderliğinin gelişen devrim sürecini burjuvaziyle uzlaşmaları ve devrimi burjuvaziye satmaları ile etkisizleşmiştir. Gelinen aşamada Hindistan’da yürütülen Halk Savaşı ve çizgisel anlamda sorunlar taşıyan Filipinler’deki mücadele ve uzun yıllardır partimiz tarafından sürdürülen Halk Savaşı mevcuttur. Bunların dışında Brezilyalı yoldaşların başlattığı yeni süreç önemlidir ve PKP’nin yeniden aktifleşme çabası umut vericidir. Yine, henüz pratikleştirilmemiş olsa da Halk Savaşı çizgisini yaşama geçirme iddiasında olan çeşitli grupların mevcudiyeti söz konusudur, fakat tüm bunlardan yola çıkılarak stratejik bir saldırı döneminden bahsetmek mümkün olabilir mi? Açıktır ki, bu tespit sübjektiftir, komünist ve devrimci güçlerin durumunu abartan bir sonuç çıkarımıdır. İdeolojik olarak güçlü olmamız, geleceği temsil ediyor olmamız, ezilen, sömürülen kitlelerin sistemle çelişkilerinin derinliği ve dünyanın dört bir tarafında kitle hareketlerinin yaygınlığı gibi gelişmeler, stratejik saldırı aşamasında olduğumuzu gerekçelendirmeye yeterli değildir. Tüm bu sayılanlar çözülecek çelişkinin yalnızca bir yanını oluşturur ve çelişkilerin olgunlaştığını gösterir. Çelişkinin diğer yanı ise, başka somut bir olguyu gerektirir, o da güçlü bir parti-partilerdir. Güçlü parti(ler)den kastımız açıktır; kitlelerle sıkı bağlara sahip ve ülkelerin somutluklarına göre kendisini yaygın bir biçimde örgütlemiş, silahlı güçlere hükmeden, işçi sınıfı ve emekçi halk üzerinde etki gücü vb. özellikleri olan parti(ler)dir. Dünya çapında “stratejik saldırı aşaması” gibi bir durumdan bahsedildiğinde doğaldır ki, böylesi partilerin yaygınlığından ve etkinliğinden bununla birlikte de karşı devrim cephesinin güç kaybetmesi ve gerilemesinden bahsetmek gerekir. Özcesi, “Stratejik Saldırı” olarak kabul edilebilecek bir süreç, mantıksal açıdan bakıldığında, devrim güçlerinin karşı devrim karşısında çok ciddi ve kapsamlı hamlelerinin olmasını gerektirir. Böyle bir durum söz konusu değildir. Dünya üzerinde, sınıflar arası çelişkiler ne kadar derinleşirse derinleşsin, devrimci özne, MLM partiler sürece hakim olmadığında, kitleleri Halk Savaşı ve devrimci iktidar mücadeleleri ekseninde belirgin bir biçimde örgütleyip savaştıramadıkları müddetçe stratejik saldırıdan bahsetmek anlamsız olacaktır. Kendi durumumuzu abartmak, düşmanın gücünü küçük görmek, anlamına gelir ki, bu bizi düşman karşısında uyanıklığımızı elden bırakmaya, somut gerçekliği göz ardı etmemize ve gerçeklik dışında politik, örgütsel ve pratik konumlar almamıza neden olacaktır. Mao yoldaşın Halk Savaşı’nı aşamalandırırken kullandığı stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı tanımları da nesnel durumu ifade eden düşmanın zayıflığı ya da devrimci durum üzerinden yapılmamaktadır. Partinin gücü, kitleleri örgütleme ve savaştırma, iktidar süreciyle öznel durumunun ilişkisi yani Komünist- Devrimci Hareketin gücü ve durumu üzerinden belirlenmektedir. Aksi takdirde devrimci savaşı başarıya ulaştırması, doğru taktikler, mücadele araçları ve örgütlenmeler yaratması, kitleleri doğru hedefe yönlendirmesi olanaklı olmayacaktı. Nihayetinde, zafer değil yenilgi durumu ile karşılacaktı. Bu eksende, dünya çapında Stratejik Saldırı koşullarının elverişliliği aynı zamanda KP’lerin öznel durumunun elverişliliği ile doğrudan ilintilidir, ona bağlıdır. Kabaca sol bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Mao yoldaşın dediği gibi, “Hem öznel hem de nesnel etkenleri gözardı eden ‘sol’ acelecilik eğilimi, devrimci bir savaşa ve dolayısıyla her devrimci harekete son derece zararlıdır…”
Yine taslakta Mao yoldaştan bir aktarım olarak geçen “elli ile yüzyıl arası” tespitini Mao yoldaş döneminde çok büyük boyutlara ulaşmış devrim ve sosyalizm kavgası atmosferinde söylenmiş ve bir yanıyla da devrimin kazanacağına olan inancın ifadesi olarak görmek gerekir. Bu sözlerin söylendiği zamandan bu yana yaşanan gelişmeler bizlere gerçek tabloyu net olarak göstermektedir. Hangi argümanlarla tanımlarsak tanımlayalım, sosyalist iktidarların birinci aşaması diyebileceğimiz dönem pratik anlamda yenilgiyle sonuçlanmıştır. Emperyalist kapitalist sistemin çelişkileri derinleşiyor olmasına rağmen, Komünist Hareket daha çok kendisini toparlama aşamasındadır. Mao yoldaş döneminde dünyanın birçok ülkesinde sosyalist ya da kendisine sosyalist diyen iktidarlar ve yine dünyanın hemen her ülkesinde aktif ve örgütlü olan devrimci güçler mevcuttu. Bugün ise başka bir tablo mevcuttur. Tüm bu gerçeklikler ortadayken, kendi pozisyonumuza ve de genel olarak komünist hareketin emperyalist kapitalist sistem karşısındaki pozisyonuna ilişkin daha gerçekçi tanımlamalar yapmamız gerekir. Aksi durumda, sıkça yaşandığı gibi sağ ve sol sapmalara düşmemiz kaçınılmaz olacaktır. MLM’ler nesnelliği bilimsel veriler üzerinden tanımlar ve pozisyon alışlarını da bu bilimsel veriler üzerinden yaparlar, yapmak zorundadırlar. Gerçeğe gözlerimizi kapatıp kendi tasarladığımız gerçek üzerinden mevcut durumu ve pozisyonumuzu belirlemeye kalktığımızda hüsranla sonuçlanacak bir sürecin parçası olacağımız açıktır. Görünüşte “radikal devrimci” ama pratik olarak devrimin görevlerini yerine getirme noktasında kendisini sınırlayan, kitlelerle kurulması gereken bağ ve araçları darlaştıran ve dolayısıyla kitlelerden kopuk, öznel gücün durumunu abartan ve toplamda devrimin görevlerini yerine getirme anlamında sağ bir çizgiye sahip bir örgütsel-pratik duruşa sahip olmamız anlamına gelecektir bu tespitte ısrar etmek. Unutmayalım ki sol sağın ikiz kardeşidir.
C) KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ VE DÜNYA DEVRİMİNE HİZMET ETMEK AMA NASIL VE HANGİ ZEMİNDE?
Marksistler tarih sahnesine proletaryanın rolünü belirginleştirerek çıkmış, bir başka ifadeyle proletaryanın ortaya çıkışı Marksizm’in ortaya çıkışını beraberinde getirmiştir. Marksizm’in Marks ve Engels tarafından formüle ediliş süreci, tek tek parçalarda giderek belirginleşen ve dünya üzerinde ana merkezler başta olmak üzere dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılan kapitalizmin/burjuvazinin dünyanın gidişatını belirleyen esas üretici güç ve üretim ilişkisi olmasının geriye dönüşsüz bir biçimde kendisini kabul ettirdiği dönem aralığına denk düşer.
Tarihin gördüğü en devrimci sınıf olan Proletaryanın bilimsel dünya görüşü Marksizm (Leninizm-Maoizm), insanlık tarihinin geçmişiyle birlikte geleceğini de aydınlatmış ve kendisi dışındaki tüm ideolojileri geçersiz kılmıştır. Lenin tarafından, “Proletaryanın tarihi rolünü gün ışığına çıkaran”lar olarak nitelendirilen Marks ve Engels, ortaklaşa yazdıkları Komünist Manifesto’da, “Burjuvazi yalnız kendisini yok edecek silahları üretmekle kalmamıştır, o aynı zamanda bu silahları kullanacak insanları, modern işçileri, proleterleri yaratmıştır” diyerek, proletaryanın bu devrimci özelliğini net bir şekilde belirtmiş ve aynı zamanda kapitalizmin açmazını gözler önüne sermişlerdir. İleriye doğru yol alan toplumsal dönüşümün önder gücü olan proletarya, burjuvaziyi alt edebilecek özelliklerin taşıyıcısı olmasının ötesinde, kendisi ile tüm sınıfları ve sınıflara tekabül eden tüm ayrılıkları ortadan kaldırabilecek yegane sınıftır.
Proletaryanın toplumdaki yerinin, toplumsal mücadelede oynadığı rolün ve amacının bir ve aynı olması enternasyonal bir karaktere sahip olan kapitalist sömürüye karşı, tüm ülkelerdeki parçalarının birlikte mücadelesinin ve dayanışmasının objektif zeminini, bu mücadelenin üzerinde yükseleceği temeli yaratır. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” çağrısıyla, proletaryanın enternasyonal bir sınıf olduğunu ve onun mücadelesinin de özünde enternasyonalist bir karaktere sahip olduğunu önemle vurgulayan Marks ve Engels, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olan Marksizm’i yaratarak, işçi sınıfını kendiliğinden bir sınıf olmaktan çıkarmış kendisi için bir sınıf durumuna getirmişlerdi. “Kendiliğindenlikten kendisi olmaya evrilme” proletaryanın evrensel karakterinin görülmesinden bağımsız gerçekleşmemiştir. Kendisi için sınıf olma bilinci, aynı zamanda, yerellikten kurtulma, kendisinde somutlanan özelliklerin evrensel karakterini kavramayla içiçedir. Kendi gerçekliğinin farkına varma bilinç sıçraması gerçekleşirken, bu gerçekleşmenin bir parçası ya da tersinden bu gerçekleşmenin sağlanabilmesinde proletaryanın evrensel özelliklerinin kavranması bir zorunluluk olmuştur. Bu zorunlu evrensel karakteri görebilme olmaksızın proletaryanın nitelik tanımlaması da yapılamazdı.
Marksizm’in kurucuları, enternasyonalizmin, proletaryanın politik iktidar mücadelesindeki hayati öneminin bilincinde oldukları için, proletaryanın enternasyonal birliğine önem vermiş, bu birliğin sağlanması için çaba göstermiş ve somut olarak da Birinci Komünist Enternasyonal’in oluşumunu önemsemişlerdir. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” sloganı yalnızca politik bir slogan değil, aynı zamanda, proletaryanın pratik duruşunun nasıl olması gerektiğinin de özetlenmesidir. Her iki düşman ve uzlaşmaz sınıf açısından, bu birliktelikler, bir zorunluluk olarak çok açık biçimde tespit edilmiştir. Günümüze kadar da bu gerçeklik hükmünü sürdürmektedir.
Uygarlık tarihinin o güne kadarki birikimlerinin sentezi temelinde Marks ve Engels’in ortaklaşa çabaları sonucu yaratılan Marksizm (devam eden süreçte aldığı biçimleri ve alabileceği biçimleri de kastettiğimiz bir anlamla bu kavramı kullanıyoruz), proletaryanın komünist toplumu yaratıncaya kadar, yani kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldırıncaya kadar sürdüreceği sınıf mücadelesinde, en temel ve vazgeçemeyeceği silahıdır.
Dünyayı değiştirme mücadelesinde, proletaryanın ideolojisinin temel taşlarından biri proletarya enternasyonalizmidir. Proletarya enternasyonalizmi, Engels tarafından, “tüm proletaryanın en güçlü enternasyonal bağı onun ideolojik birliğidir” biçiminde berrak bir tanıma sahiptir. Bir anlamda Marksist-Leninist-Maoist ideolojinin kendisidir. O da Marksizm gibi, sınıf mücadelesinin günlük seyrinden çıkmaz. Bundan dolayı da özel çabayla öğrenilmesini ve kavranılmasını zorunlu kılar. Proletaryanın uluslararası dayanışması ve mücadelesi, proleter enternasyonalist bilinçle birleşmediği takdirde, kendiliğindenci bir karaktere sahip olur ve burjuva düzeni sınırları içinde hapsolur. Proletarya, enternasyonalist bilinçle donandığı ve mücadelesine bu bilinç damgasını vurduğu zaman, ancak o zaman, gerçek hedef ve amaçlarına ulaşabilir.
Partimiz bu gerçekliğin farkında ve bu gerçekliğin bir parçası olarak kendisini var etmiştir. Enternasyonal proletaryanın Türkiye topraklarındaki temsilcisi olan partimizin kuruluş süreci, Marksizm-Leninizm’le (Maoizm) revizyonizm arasında uluslararası düzlemde çatışmaların en ileri noktalarda ve çeşitli cephelerde yaşandığı sürece denk düşer. Uluslararası düzlemde Mao Zedung yoldaşın rehberliğinde revizyonizme karşı yürütülen mücadelede safını Marksizm-Leninizm ve Mao yoldaşın düşünceleri doğrultusunda belirlemiş ve kuruluş temelleri bu esaslar üzerinden revizyonizm, reformizm, parlamentarizm ve fokoculukla mücadele içinde gerçekleşmiş, Mao yoldaşın başını çektiği revizyonizme karşı savaşın ülkemiz topraklarındaki temsilcisi olmuştur.
Bu süreç, aynı zamanda, uluslararası alanda Marksizm-Leninizm- (Maoizm)le revizyonizm arasındaki mücadelenin tüm özelliklerini içermiştir. Dolayısıyla, bir genellemenin ötesinde kendimizi daha kuruluş/şekilleniş aşamasından itibaren enternasyonal proletaryanın ideolojik-politik-pratik düzlemde de bir parçası olarak inşa ettik. Partimizin kurucusu ve kuramsal önderi İbrahim Kaypakkaya’nın partimizi Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olarak tanımlaması bu gerçekliğin en somut karşılığıdır. Partimiz, uluslararası cephede yaşanan ideolojik, politik ve pratik meseleleri yürüttüğü sınıf mücadelesinin önemli bir parçası olarak görmüş, yaşanan gelişmelere duyarlı olmuştur. Partimiz içerisinde yaşanan gelişmeler nedeniyle, ilişkiler sistematiğinde, zaman zaman, sıkıntılar yaşansa da dünya devrimine hizmet edecek süreç ve örgütlenmeler, partimiz açısından her zaman önemli olmuştur. Bu süreci de bu anlamıyla önemsemekteyiz.
Marksist-Leninist-Maoist’ler proleter enternasyonalizmin alacağı biçim ve içeriği temel özü koruyarak, her tarihi kesitte, somut şartların somut tahlilinden yola çıkarak tespit edebilirler. İçinde yaşadığımız dönemde bu ne anlama gelir? Nihai olarak, sınıfları ortadan kaldırma ortak amacı için mücadele eden proletaryanın enternasyonalist niteliğinin ve mücadelesinin önem ve anlamı, kapitalizmin emperyalizm evresinde, kapitalist sömürü ve örgütlenmenin bir dünya sistemi haline gelmesiyle çok daha belirginleşmiştir. İçinde yaşadığımızın çağın iki uzlaşmaz, uzlaşamayacak sınıfları olan burjuvazi ile proletarya somutlaşan karşıtlık, aynı zamanda, komünist topluma yürümek zorunda olan ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan işçi ve emekçilerin üzerinde yükselecekleri zemini sunmaktadır. Proletarya bu evrensel görevin sorumluluğunu omuzlarına almıştır; Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm ve Komünizm yürüyüşünü gerçekleştirmekle yükümlüdür. Sınıflar mücadelesi tarihinin, en önemli ve en zorlu sorumluluğunun yüklediği misyon, politik anlamda, proletaryayı en devrimci sınıf olarak ele almayı getirmiştir. Kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu sağlayacak olan proletaryanın mücadelesinin evrensel karakteri, komünistlerin uluslararası alanda ortak düşmanlarına karşı birlikte hareketlerini sağlayacak uluslararası birlikteliklerin bir ihtiyaç, bir zorunluluk olmasının nesnel zeminidir.
Diğer taraftan, komünistlerin proletaryanın, enternasyonal amaçlarına ulaşabilmesi için kapitalist sistemi tek tek halkalardan koparmak esas görevi olduğunu görmek gerekir. Bütünün kurtuluşunun ana zemini, parçaların özgürleştirilmesinden geçer. Proletaryanın enternasyonal birliği ve bütünsel özgürleşmesi, bu kavrandığı ölçüde gerçekleşecektir. Aksi durumda, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının sonuçları olan ülkeler düzeyinde farklılıklar ve bu ülkelerde devrimi gerçekleştirmenin koşulları görmezden gelinerek devrimi gerçekleştirmemek anlamına gelen “toptan kurtuluş” gibi slogan düzeyinde “güzel”, ama Troçkizm’e kayan, gerçeklik karşısında hükümsüz bir aldatmacayla karşı karşıya kalırız. Nitekim, Ekim Devrimi öncesi benzer tartışmalar yaşanmış ve günümüzde de yaşanan tüm deneyimlere rağmen benzer safsatalar bu kez de “bölgesel devrimler” adı altında pazarlanmaya devam etmektedir. Nepal’de yaşanan ve teorisi yapılan bu olmuştur. Ülkemiz devrimci hareketinin önemli bir bölümü benzer bir yönelim ve anlayışla hareket etmektedir. Özünde devrimin yapılabileceğine olan inançsızlık ve bu inançsızlığın çeşitli gerekçelerle gerçeklik olarak sunulması ve nihayetinde de “Tek Ülkede Sosyalizm”in gerçekleşemeyeceği noktasındaki anlayışın bir kez daha kendisini dünyanın farklı coğrafyalarında devrim ve sosyalizm mücadelesinin önüne engel olarak sunmasıdır yaşananlar.
Emperyalist kapitalist sistemin, üretim ve sömürüye daha fazla uluslararası bir nitelik kazandırması ve tüm ülkeleri emperyalist kapitalist sistemin daha sıkı halkaları haline getirmesi, burjuva ideologların demagojilerinin söylemlerinin aksine, tek tek ülkeler düzeyinde farklılıkları yok etmez ya da azaltmaz, aksine yarı-sömürge ve bağımlı uluslar aleyhine derinleştiren bir zemini sürekli ve yeniden üreterek gerçekleştirir. Emperyalist kapitalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki makas her süreçte daha fazla açılır. Emperyalist kapitalizm, bu farklılıkları derinleştirmenin temel öznesidir. Tam da bu gerçeklik nedeniyledir ki, komünistler, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını dikkate alarak, her ülkenin kendi nesnelliğini esas alarak, proletaryanın iktidar mücadelesinin biçim ve içeriğini belirlerken aynı zamanda parçalardaki çelişkiyi çözerek ortak çelişkiyi çözmeyi hedefler. Komünistler, politik iktidar mücadelesini esas olarak, kendi ülkelerinde politik iktidarı hedefleyerek, verili coğrafik sınırları içerisindeki egemen politik iktidarı yıkacak ve yerine proletarya önderliğinde bir politik iktidar tesis edecek doğrultuda sürdürürler. Dünya devrimine hizmet etmek gerçek anlamını burada bulur. Komünistler, dünyanın ülkelere ve uluslara bölünmüşlüğünü objektif bir durum olarak kavramak ve nihai hedefleri için yürütecekleri mücadeleyi, bu objektif zemine oturtmak zorundadırlar. Marksizm-Leninizm-Maoizm’in ustaları da bu hususa özellikle dikkat çekerler: “Her ülkenin proletaryası, ilk önce kendi ülkesinde siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusun yönetici sınıfı olarak ortaya koymak ve bizzat ulusun kendisi olmak zorundadır ve asla kelimenin burjuva anlamında değil ama bu anlamında henüz ulusallığını korur.” (K. Marx ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu)
Marks ve Engels, bu objektif durumu görerek “içeriğine göre olmamasına rağmen, şekline göre proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi önce milli bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası doğal olarak önce kendi burjuvazisinin hesabını görmelidir”demişlerdir.
Yine Mao, “Komünistler Marksist oldukları için enternasyonalisttirler; ama Marksizm’i, ancak kesin bir milli biçim kazandığı ve ülkemizin somut özellikleriyle kaynaştırıldığı zaman uygulayabiliriz. Marksizm-Leninizm’in büyük gücü, bütün ülkelerin somut devrimci pratiği ile bütünleşmesinden ileri gelmektedir…’’( Seçme Eserler- syf 217-218 Mao Zedung) biçiminde bakış açısını ortaya koymuştur.
Lenin ise bu objektif farklılıkları ve bunların proletarya için ne anlama geldiğini ve getirdiği görevleri şöyle ifade eder: “Halklar ve ülkeler arasında ulusal ve siyasal farklar olduğu sürece ki, bu farklar, dünya ölçüsünde proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonra bile uzun, pek uzun zaman devam edecektir, bütün ülkelerin komünist işçi sınıfı hareketinin enternasyonal taktik birliğini, bu farkların silinmesini değil, ulusal farklılıkların yok edilmesini değil, tam tersine komünizmin temel ilkelerinin (Sovyet iktidarı ve proletarya diktatörlüğü) bu ilkeleri, özel sorunlarda doğru bir şekilde bir biçimde değiştirecek, bunları ulusal ve ulusal-devlet farklılıklarını, doğru bir biçimde uyarlayacak ve uygulayacak bir uygulama gerektirir.”
Marksist önderlerin çok açık olarak ortaya koydukları bu objektif gerçek, aynı zamanda, proletaryanın ülkeler düzeyinde örgütlenmesinin zorunlu objektif temelidir. Ülkeler düzeyinde örgütlenen komünist partileri, bu objektif farklılıkların bir sonucu olarak, emperyalist kapitalist zinciri kendi halklarında kırmaları görevi ile karşı karşıyadırlar. Bu, öznel bir istek sonucu değil, nesnelliğin tariflenmesidir ve komünistlerin kendi halkalarında proleter dünya devrimini gerçekleştirebilmelerinin ve nihai amaca ulaşabilmenin zorunlu ilk adımıdır.
Nitekim; “benim kendi ülkem açısından değil”, ama dünya proleter devriminin hazırlanmasına, propagandasına, devrime yanaşma çalışmalarına katılımım açısından, “benim ödevim, devrimci proletaryanın temsilcisinin ödevi” proleter enternasyonalist bakış açısıyla sorunu değerlendiren Lenin “Bütün ülkelerdeki devrimlerin gelişmesi, desteklenmesi için bir ülkede (herkesin kendi ülkesinde J.Stalin) mümkün olanın en fazlasının yapılması” demektedir.
Proleter dünya devrimini gerçekleştirmek için, emperyalist zincirin en zayıf halkalarından koparılması gerekir. Komünistler bu mücadelelere önderlik edebilmeleri için, her ülkenin ulusal ve özgül koşullarının Marksizm-Leninizm’in tahlilci yöntemiyle araştırılmasını, incelenmesini ve bu özgül parçalara uygunluk içinde geneli barındıran doğru siyasetin konmasını gerektirir. Lenin yoldaş bunun zorunlu gerekliliğini şöyle ifade ediyor: “Herkes için aynı olan uluslararası sorunu, işçi sınıfı hareketi içinde oportünizmi ve sol doktirinciliği yenme, burjuvaziyi iktidardan düşürme, Sovyet Cumhuriyeti’ni ve proletarya diktatörlüğünü kurma sorunu, her ülkenin ele alınışındakini somut tarzda, özel olarak, ulusal ve özgül olarak, ulusal ne varsa onu aramak, incelemek, sezmek ve kavramak işte geçirmekte olduğumuz tarihsel anda bütün ileri ülkelerin (yalnızca ileri ülkelerin değil) baş görevi budur.”
Diğer taraftan, Marksist-Leninist-Maoist’ler, proleter dünya devrimine ulaşmanın bir halkası olarak kendi ülkelerindeki devrimi yürütmek ve sürdürmek göreviyle yetinemezler. Onlar, aynı zamanda, dünyanın diğer parçalarında aynı amaçla, Marksist-Leninist-Maoist çizgi temelinde mücadele eden güçleri de her yönlü destekleme görevini tüm güçleriyle yerine getirmeye çalışırlar. Marksist-Leninist-Maoist’ler dünyanın hangi parçasında olursa olsun, Marksist-Leninist-Maoist çizgi temelinde sürdürülen tüm mücadelelerin özünün ve amacının aynı olduğunu kavrarlar ve bu anlamda mücadeleler arasındaki farklılıkları, ortak özün ve amacın önüne geçiremezler. Bir ülkede sürdürülen devrimci mücadeleler ve devrim, proletaryanın genel mücadelesinin, yani proleter dünya devrimi mücadelesinin bir parçası olduğu, onu geliştirdiği ölçüde anlamlıdır. Parçanın menfaatleri bütünün, yani dünya çapındaki mücadelenin menfaatlerine tabii kılınmak zorundadır. Bu da soruna “benim ülkem” açısından değil, dünya çapında yürütülen mücadelelerde “benim payım” açısından yaklaşılırsa mümkün olur.
Dünya komünist hareketinin tarihi dümdüz bir seyir izlememiştir. Uluslararası alanda, emperyalizme ve gericiliğe karşı sürdürülen mücadeleler, koşullarda yaşanan gelişmelere paralel, değişik biçimler almıştır. Objektif durumdaki değişikliklerle birlikte, uluslararası komünist hareket gerek dünya çapında gerekse tek tek parçalarda çeşitli değişik taktikler izlemiştir.
Tek tek parçalarda faaliyet yürüten komünist güçlerin uluslararası alanda taktik ve stratejik birliğini sağlamak, mücadele ve dayanışmalarını koordine edebilmek, bu güçler arasındaki ideolojik, siyasi birliği güçlendirmek amacıyla, günümüze kadar birçok uluslararası örgüt kurulmuştur. Proleter enternasyonalizminin dünya çapında örgütlenmesi olan bu tür örgütlenmelerin amaçları, hedefleri bir ve aynı olmasına rağmen, üzerlerinde yükseldikleri farklı objektif şartlardan ve komünist güçlerin özgül durumundan dolayı yerine getirmek durumunda oldukları farklı görevlere tekabül eden farklı biçimler almışlardır. Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal ve yine ek olarak Kominform süreçleri incelendiğinde bu durumu görmek mümkündür.
Yakın tarih olması ve yeni bir oluşum hazırlığı içerisinde olan parti ve örgütlerin bir kısmının da içerisinde yer aldığı DEH sürecinin deneyimleri somutta bizler açısından ayrıca öğreticidir.
Kendi aralarındaki tüm bu farklılıklara rağmen uluslararası alanda ortak bir enternasyonal hareketin eksikliğini hisseden ve bunun giderilmesini isteyen güçler Mart 1984 tarihli açıklamalarıyla Devrimci Enternasyonalist Hareket’in kuruluşunu kamuoyuna deklare ettiler. Uzun yıllar sonunda DEH’in kurulması uluslararası proleter hareketlerin birlikteliği açısından önemli ve tarihsel bir anlam taşımaktaydı. DEH, Mao yoldaşın ML’e katkılarının ortaya koyulup savunulması ve geniş kesimlere ulaştırılması, Marksizm’in üç bileşeni olan; bilimsel sosyalizm, ekonomi politik ve felsefe alanlarında yaptığı katkıların kabul görmesi, halk savaşlarının propagandasının yaygın bir biçimde yapılması vb. noktalarında önemli başarılara imza atmıştır. Bu süreçte Gonzalo yoldaş önderliğinde başlatılan ve muazzam gelişmeler kaydeden Peru’daki Halk Savaşı’nın uluslararası alanda yarattığı prestij ve Gonzalo yoldaşın Mao yoldaşın ML’e katkılarını berrak ve ısrarlı bir biçimde ortaya koyması Maoizm’ in Marksizm Leninizm’in üçüncü ve gelinen süreçte son aşaması olarak kabul görmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Bu ısrar ve çaba, Mao yoldaşın ortaya koyduğu düşünceleri çeşitli biçimlerde savunan ML güçler arasında komünist çizginin yani MLM’nin kavranması ve kabulü açısından tarihsel öneme sahipti. Bu olumluluklarının yanında, içte yaşanan ideolojik-teorik ve örgütsel-idari sorunların derinleşerek sürmesi ve doğru çözümlerin gerçekleştirilememesi sonucunda DEH işlevsizleşerek misyonunu yitirmiştir.
DEH süreci yakın tarih ve kendisini bir biçimde Mao yoldaşın takipçileri olanlar tarafından oluşturulduğu için bizler açısından yeni ve benzer bir süreci örgütlerken doğru sonuçlar çıkarmamızı sağlayabilecek olması itibarıyla dikkatle incelenmesi gereken bir süreçtir. Yalnızca niyetlerle gerçekliğin tanımlanamayacağını ve ileri adımlar atılamayacağını da anlamamızı kavramaya hizmet edecektir. Üçüncü enternasyonalin dağılması gibi bir gerçekliği bizzat yaşayarak deneyimleyen Mao yoldaşın, uluslararası komünist hareketi bu yönlü sıkı merkezi bir karaktere sahip ortak örgütlenme oluşturma noktasında oldukça temkinli olmaya iten duruşunu da gözlerden kaçırmamamız gerekir. Proletaryanın uluslararası dayanışmasına verdiği önemden zerrece kuşku duyamayacağımız Mao yoldaşın, sıkı merkezi bir karakter taşıyan bir örgütlenme yerine komünistler arasındaki iş birliği ve dayanışmayı farklı biçimlerde ve daha çok karşılıklı ilişkiler bağlamında ele almasını önemsemek gerekir. Kaldı ki, DEH sürecinde de tüm geçmiş deneyimlere rağmen DEH KOM’u oluşturan bileşenin, DEH bileşenlerine tepeden bakan, onlara hükmetmeye çalışan pratik sürecini düşündüğümüzde geçmişten ders çıkarmada oldukça sıkıntılı olunduğu görülecektir. Biz, bu hataya yeniden düşmek istemeyiz ve yaşananlardan öğrenmek gerektiği düşüncesindeyiz. Diğer taraftan, bütün bunlar yaşandı diye enternasyonal birlikteliklerden vazgeçecek bir duruma kendimizi düşürmek niyetinde değiliz; yalnızca geçmişimizden ders alıp daha temkinli olmaya ve somut durumu gözardı etmeden uluslararası birliktelikler oluşturmaya çalışıyoruz.
Gelinen aşamada kendisini MLM olarak tanımlayan parti ve örgütlerin ortak bir çatı altında yeniden bir araya gelmesi ihtiyaç olarak kendisini dayatmaktadır. Bu anlamda bir hemfikirlik mevcuttur, fakat bu birlikteliğin veya oluşturulacak ortak örgütlenmenin içeriği ve biçiminin nasıl olacağı önemlidir. Görüldüğü kadarıyla kendisini MLM olarak tanımlayan güçler arasında çeşitli noktalarda görüş ayrılıkları mevcuttur. İlkesel noktalara tekabül etmediği müddetçe kimi meselelerde farklılıkların olması kabul edilebilirdir, normaldir, devam eden süreçlerde de olacaktır. Bu farklılıklarımızı sınıf mücadelesinin devam eden seyri içinde, proletaryanın devrim ve sosyalizm davasını ileriye taşıma kaygısını esas alarak yapacağımız tartışmalarla aşabilir, daha üst düzeyde birliktelikler oluşturabiliriz. Sorunun bir yanı budur. Diğer ve esas olan ise, böylesi bir birliği oluştururken MLM’nin ana halkalarının doğru tanımlanması ve bu temelde ciddi bir ideolojik mücadele yürütme gerekliliğidir. Aksi durumda, görünürde ortak idealler etrafında birleşmiş ama özde, zamanla kendisini tahrip edecek çelişkilere sahip bir oluşum/örgütlenmeden ileriye gidemeyecektir. Hiç şüphe yok ki, böyle bir örgütsel birliğin oluşmasının bugünkü dönemde esas halkası, Marksist-Leninist-Maoist güçler arasında sürdürülmesi gereken yoğun ideolojik mücadeleden geçer. UKH’nin yeni bir örgütlenmesi ancak bu mücadele üzerinde yükselebilir. Bize göre üzerinden yükseleceğimiz zemin, ideolojik referans noktamız, Marksizm-Lenizm’in üçüncü ve gelinen aşamada en yüksek evresi MLM olmalıdır. Çünkü, Mao yoldaş Marksizm’in üç bileşenine felsefe, ekonomi politik ve bilimsel sosyalizm alanlarında bütünlüklü katkı yapandır. MLM dışında bir referans noktası birliğe hizmet etmez, yeni ayrışmalara neden olur. Aynı zamanda Maoizm meselesini Halk Savaşı eşittir Maoizm biçimde tanımlamak ve bu eşitlemenin yeterli olduğunu söylemek, Mao yoldaşın ML’e katkılarını daraltan ve doğru olmayan, Mao yoldaşı ‘darlaştıran’ bir yaklaşımdır. Ne dediğimizin daha iyi anlaşılabilmesi açısından şöyle açabiliriz; Halk Savaşı Maoizm demekken Maoizm yalnızca Halk Savaşıyla anlamlandırılamaz. Halk Savaşı’na önem atfederken veya önemini somutlamaya çalışırken, parçayı önemseme kaygısıyla bütünü sıradanlaştırmaya düşmemek gerekir. Maoizm, Marksist felsefe, bilimsel sosyalizm, ekonomi politik alanlarında Mao yoldaş tarafından yapılan katkıların bütününde kendisini anlamlandırır. Dolayısıyla bizim MLM’i ele alışımız bu bütünlük içerisindedir.
Kelimenin gerçek anlamıyla, bağlayıcılık düzeyi yüksek enternasyonal bir merkez oluşturmak için henüz erken olduğu düşüncesindeyiz. Karşılıklı bilgi akışı, yardımlaşma, ortak hareketler örgütleme, deneyim ve tecrübe aktarımı, dünyanın çeşitli ülkelerinde MLM partilerin oluşumunda etkili olma, kendisini MLM olarak tanımlayan parti ve örgütler arasında ideolojik birliği daha üst seviyelere çıkarmak, MLM evrensel düzeyde yaygınlaşmasında daha planlı ve programlı hareket etmek vb. noktalar üzerinden hareket edecek bir ortak örgütlenme içinde bulunduğumuz durum açısından daha gerçekçidir.
Diğer önemli ve üzerinde durulması gereken nokta ise, bu platformun dışında kalan ve kendisini MLM olarak tanımlayan güçlere yönelik yaklaşımımızdır. Bir taraftan ideolojik sapmalarla mücadele etmek, “ne olursa olsun birlikte hareket etmek gerekir” oportünist anlayışına düşmemek, ayrım noktalarını net biçimde ifade etmek gerekirken, diğer taraftan da mümkün olduğunca bu platform dışında da kendisini MLM olarak tanımlayan güçler olduğunu unutmamak, MLM güçlerin ortaklığını sağlama çabası içinde olmak, ilişkilerde yaşanan sıkıntıları mümkün olduğunca onarmaya çalışmak gibi bir amaç, hedef ve duyarlılığında olması gerekir.
D) “TASLAK”TA YER ALAN STALİN YOLDAŞLA İLGİLİ DEĞERLENDİRME ÜZERİNE
“Taslak”ta, “Yoldaş Stalin, Lenin’in çalışmalarına devam edecek ve SSCB’de sosyalizmi inşa etme sürecinde Troçki, Zinovyev, Kamenev ve Buharin’in oportünizmine ve ihanetine karşı mücadele edecektir. Stalin bu savaşı 13 yıl boyunca geliştirmiş ama meseleleri idari olarak çözme yanlışını yapmıştır.” denmektedir. Stalin yoldaşın değerlendirilmesi, hatalarının tespit edilmesi, Mao yoldaşın revizyonist saldırılardan dolayı askıya aldığı görevin Maoist hareketlerin önünde duran bir görev olduğunu belirtmeliyiz. Ancak böylesi bir oluşum sürecinde Marksizmin büyük ustası Stalin’in tartşılmasını doğru bulmuyoruz. Bu önemli, kapsamlı ve etraflı bir inceleme ve tartışmayı hak eden bir sorundur. Bu yüzden bu konu üzerine bir planlama ve tartışma sürecini ayrıca gerçekleştirmek gerektiği fikrindeyiz. Bu bir ihtiyaçtır. Ancak bunun üstün körü bir yaklaşımla, önemli bir enternasyonal kuruluşunun deklarasyonunda yapılması sağlıklı değildir. Böylesi bir enternasyonal oluşumun bu soruna açıklık getirecek bir tartışmayı örgütlemesi en doğru ve sağlıklı bir yöntem olacaktır. Bu uluslararası komünist hareketin ideolojik-teorik gelişimine katkı sunacak şekilde ele alınan, hakkı tam anlamıyla verilen bir tartışma olarak gerçekleşmelidir.
Bu yüzden Stalin yoldaş ile ilgili değerlendirmenin tümüyle deklarasyondan çıkarılmasını öneriyoruz.
E) MARKSİZM-LENİNİZM-MAOİZM Mİ, MARKSİZM-LENİNİZM-MAOİZM ESASTA MAOİZM Mİ?
Maoizm’in Marksizm-Leninizm’in üçüncü aşaması olarak kabul edilmesiyle neredeyse eşzamanlı olarak yaşanan bu tartışma bizler açısından yeni bir şey değil. Geçmiş yıllarda bu tanımlamalardan hangisinin bizler açısından doğru olduğu ya da hangisini neden kullanmamız gerektiği üzerine yanıtlar vermiştik. Bizim doğru gördüğümüz ve kullanmakta ısrar ettiğimiz Marksizm-Leninizm-Maoizm’dir. Marksizm’in proletaryanın kurtuluş teorisi olarak biçimlenmesinden günümüze kadar süren proletaryanın iktidar mücadelesinde Marksist teorinin üç ana bileşenine yapılan katkılar bağlamında meseleyi ele alıyor ve adlandırmayı da bu kopmaz sürekliliği baz alarak yapıyoruz. Marksizm’in ortaya çıkışından Mao’nun katkılarıyla zirve noktasına ulaştığı anlamında Mao’ya özel vurgu yapmak kendi içinde bir tutarlılık gibi görünse de, buna karşılık, Mao’nun kendisinin dahi Marksizm’i tanımlarken Marksizm-Leninizm olarak belirtmesine atıfta bulunabiliriz. Dolayısıyla, Mao’nun Marksizm-Leninizm’i daha ileriye taşımış olması Mao’yu onlardan faklı bir yere koyma anlamına gelecek bir tanımlama yapmak yerine Marksizm-Leninizm’i geliştirerek bir üst aşamaya taşımasını ve sürekliliği ifade eden MLM tanımlamasını kullanmak bize göre daha doğru olandır.
F) HALK SAVAŞININ EVRENSELLİĞİ TANIMLAMASI ÜZERİNE
Silahlı mücadele/savaş/devrimci şiddet konusu, tüm komünistlerin sınıf mücadelesinde özenle ele almak zorunda kaldıkları bir sorundur. “İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözülmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist-Leninist devrim ilkesi gerek Çin gerekse bütün ülkeler için geçerlidir.’’
(Mao Zedung) Başkan Mao’nun tamamen netleştirdiği gibi devrimci şiddet istisnası olmayan bir ilkedir ve bu tüm ülkeler için geçerlidir. Hiçbir burjuva iktidar, siyasi iktidarını barışçıl bir süreç içinde proletaryaya teslim etmeyecektir. Ne yarı-sömürge, yarı-feodal ne kapitalist ne de kapitalist-emperyalist ülkelerde devrim iç savaş olmaksızın ilerlemeyecek, sonuçlanmayacaktır. Eğer bu, reddedilemez bir gerçekse, komünistlerin politik iktidar mücadelesinde devrimci şiddetin, silahlı mücadelenin yeri nasıl tespit edilir ve temel alınması gereken savaş teorisi ne olmalıdır, neye göre belirlenir? MLM’ler açısından Halk Savaşı teorisi, tarihten günümüze süregelmiş tüm savaş deneyimlerinin sentezlenmiş en ileri noktasıdır. Proletarya ve emekçiler bu sayede yenilmez bir silaha sahip olmuşlardır. Savaşın gerçekliği ve komünistlerin savaşa yaklaşımları; komünist partinin savaşla kuracağı ideolojik, politik, pratik ve örgütsel ilişkinin biçimi ve KP’nin savaşa önderliği, savaş ve politika ilişkisi, savaşın amacı, ilkeleri, savaşta strateji sorunları, savaş içinde insanın dinamik rolü, inisiyatif, esneklik, planlama, ittifak sorununa yaklaşım, sınıfların mevzilenmesi, iktidar biçimleri vb… Halk Savaşı proletaryanın iktidarı alma mücadelesinde temel tezlerini, ilkelerini ve kimi temel mücadele yöntem ve biçimlerini içeren güçlü bir silahtır. Sistematik hale gelmiş proletaryanın yegane devrimci iktidarı için savaş stratejisidir.
Proletaryanın iktidarının ilk kez gerçeklik halini aldığı Büyük Ekim Devrimi’nin yarattığı korku, burjuvazinin egemenlik aygıtı ve egemen yapıyı organize edişinde ciddi değişiklikler gerçekleştirmesine neden olmuştur. Burjuvazi ve egemen sınıflar egemenlik aygıtlarını hem verili sınırları içerisinde hem de uluslararası alanda şiddeti merkezileştirerek yaygınlaştırmış ve uluslararası bir ağ oluşturmuşlardır. Nasıl ki, proletarya iktidar mücadelesinde Halk Savaşı teorisinde olduğu gibi yaşanan deneyimlerin üzerinden yeni bir sentez oluşturmuşsa, burjuvazi de kendi egemenlik aygıtında egemenliğini koruyup sürekliliğini sağlayacak ve karşı saldırıları etkisizleştirecek yöntem ve araçlarla kendisini donatmıştır. Ve yine nasıl ki komünistler dünya devrim mücadele süreçlerine bakıp yaşanan deneyimlerden öğrenip kendileri açısından bunları politik ve pratik tecrübeler haline getiriyorlarsa aynısını burjuvazi de yapmaktadır. Konumuz olması itibarıyla savaş ve şiddet meselesi ekseninde sorunu daraltarak baktığımızda burjuvazinin yalnızca kendi çizili sınırları içinde değil aynı zamanda uluslararası alanda da egemen yapıyı korumak için uluslararası şiddet örgütleri oluşturduğunu görmekteyiz. NATO adı altında burjuvazinin askeri anlamdaki uluslararası ortak koruma ve saldırı örgütünün oluşturulması bu anlamda somut bir örnektir. Kurulduğu andan itibaren de başta SB olmak üzere sosyalist ülkelere ve dünyanın tüm ülkelerinde gelişen devrim mücadelelerini boğmak için her türlü pratikte bulunduğunu bilmekteyiz. Burjuvazi önce 1871 Paris Komünü, ardından ve özellikle de Büyük Ekim Devrimi ve sonrasında gerçekleşen devrimler sürecine paralel şiddet aygıtlarını sürekli geliştirmiştir.
Proletaryanın iktidar mücadelesi başından itibaren devrimci şiddeti içermek, kendisini karşı-devrimin şiddetine karşı proletaryanın şiddeti ile donatmak zorundadır. Mao yoldaşın çok açık belirttiği gibi, “Devrim, bir akşam yemeği değildir. Bir edebi olay değildir. Bir resim ya da işleme değildir. Zarafet ya da incelikle yapılamaz. Devrim, bir şiddet eylemidir.’’ Bu noktada hemfikiriz, fakat burada karşımıza yanıt bekleyen başka bir soru çıkmaktadır: Her ülkenin iktisadi, sosyal, kültürel, geleneksel dinamikleri farklı olduğuna ve kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası hükmünü sürdürdüğüne göre ülkeler bazında yürütülen proletaryanın iktidar mücadelesi şiddet sorununu nasıl ele alacak, nasıl örgütleyecektir? Halk Savaşı proletaryanın en ileri iktidar alma biçimiyse, Mao yoldaşın formüle ettiği Halk Savaşı teorisini evrensel geçerliliği olan devrimin örgütlenmesinin yegane formülü olarak mı ele alacağız? Ya da proletaryanın iktidar mücadelesinde tartışılmaz bir zorunluluk olan devrimci şiddet-savaşın tümünü Halk Savaşı olarak mı tanımlayacağız? İçerisinde yer aldığımız bu bileşende hakim olan bakış açısının dünyanın tüm ülkeleri için Halk Savaşı’nı yegane ve tek devrim yolu olarak sunulduğunu görmekteyiz. “Halk Savaşı’nın Evrenselliği” olarak sunulan bu formülasyona ilişkin ulaşabildiğimiz kaynaklar bizler açısından doyurucu sonuçlara ulaşmamızı sağlamamaktadır. Görebildiğimiz kadarıyla yukarıda da alıntısını verdiğimiz Mao yoldaşın sözleri temel hareket noktası olarak ele alınmaktadır. Biz ise Mao yoldaşın formülasyonunu politik iktidar mücadelesinde devrimci şiddetin vazgeçilmez bir zorunluluk olması biçiminde anlıyoruz. Devrimci şiddet proletaryanın politik iktidar mücadelesinde bir zorunluluktur, fakat, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının gezegenin her parçasında hüküm sürdüğü ve bu eşitsiz gelişim yasası üzerinde ortaya çıkan sayısız çelişkinin sosyo-ekonomik olarak birbirine yakın ya da benzer olan ülkeler açısından dahi ciddi farklılıklara neden olduğu gerçekliği ortadayken gezegenimizin tümüne aynı devrimin yolunu önermek gerçekliğe uygun düşmemektedir. Halk Savaşı’nı evrensel olarak yegane devrim yapma modeli olarak sunan yazılarda verilen örneklerde tatmin edici değildir. ABD, Almanya, İtalya, İspanya, Japonya, İrlanda, Fransa’dan verilen silahlı mücadele örnekleri ise ancak devrimci şiddetin örgütlenebileceğini görebilmek açısından anlamlıdır Halk Savaşı verilebileceği anlamında değil. Kaldı ki, bu ülkelerden iki tanesinde (İspanya ve İrlanda) ulusal kurtuluş mücadelesi verilmekteydi ve her ulusal harekette nesnel olarak varolan geniş kitle desteği üzerinden kendilerini var eden güçlerdi. Diğerleri ise büyük bedeller ödemeyi de göze alan devrimci duyguları güçlü ama özünde tepkisel, bir komünist hareket olmaktan uzak ve dahası böyle bir doğrudan hedef gütmeyen ve kendilerini tek tek eylemler üzerinden var etmeye çalışan güçlerdi. Dolayısıyla bir KP açısından esasta örnek teşkil etmeyecek örgütlenmelerdir. Keza ikinci emperyalist savaş sürecinde gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşanan gerilla savaşları ve iç savaşlar benzer biçimde “Halk Savaşı’nın Evrenselliği”ni “kanıtlamak” için sağlıklı bir veri olarak kullanılamaz. Süreç emperyalist savaş ve işgaller sürecidir. Böylesi süreçlerde çeşitli toplumsal güçler, sınıf ve tabakalar hatta egemen sınıfların bir bölümü dahi dönemsel de olsa devrimci cephede ya da devrimcilerle ittifak içerisinde yer almaktadırlar. Dolayısıyla koşullar ve dinamikler “olağandışı”dır. “Olağandışı” süreçler “olağandışı” bir pozisyon almayı gerektirmiştir. Aslında nesnelliği doğru tanımlayarak nesnelliğe hükmedebilmenin araç ve yöntemlerinin yaratılması da diyebiliriz o dönemde komünist ve devrimcilerin tutumuna.
Yine görebildiğimiz kadarıyla sokak gösterileri, grevler, çeşitli protestolar yani sisteme yönelik gerçekleşen hemen her hareket Halk Savaşı olarak ele alınmaktadır. Bu bakış açısı da bizce doğru değildir. Kitle eylemleri, çeşitli protestolar, grevler vb. devrim mücadelesinin parçaları olarak formüle edilebilir, böyle yapılması da doğrudur, fakat Halk Savaşı bunları da içeren bir teori olmakla beraber merkezinde devrimci şiddetin Gerilla Savaşı biçiminde örgütlenmesi, parçalar üzerinde politik iktidar-hakimiyetler kurularak ilerlenmesi, düşmandan arındırılan alanlar oluşturulması ve tüm bunların merkezinde ve önderliğinde KP ve Halk Ordusu’nun olduğu bir aşamalar bütünüdür.
Böyle ele alırsak, yani Mao yoldaşın formüle ettiği ve yazılarında çerçevesini ayrıntılarıyla çizdiği biçimi esas alırsak o zaman bildiğimiz anlamda Halk Savaşı’nın evrenselliğinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü, Mao yoldaşın formülasyonu açıktır; Mao yoldaş, 6 Kasım 1938 tarihli “Savaş ve Strateji Sorunları’’ başlığı altındaki yazısında devrimin yolu sorununu şu ifadelerle somutlamaktadır:
“1) Çin’in Özellikleri ve Devrimci Savaş
İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözülmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist-Leninist devrim ilkesi, gerek Çin gerekse de bütün ülkeler için geçerlidir. Ama, ilke aynı kalmakla birlikte, onun proletarya partisi tarafından uygulanması, değişik koşullara göre değişik biçimler alır. Faşist olmadıkları ya da savaş halinde olmadıkları zaman kapitalist ülkeler içte (feodalizmi değil) burjuva demokrasisini uygularlar; dış ilişkilerinde ise kendileri baskı altında olmayıp, başka ülkeleri baskı altında tutarlar. Bu özelliklerinden dolayı, kapitalist ülkelerdeki proletarya partisinin görevi, uzun bir legal mücadele dönemi boyunca işçileri eğitmek, güç toplamak ve böylece kapitalizmi nihai olarak yıkmaya hazırlanmaktır. Bu ülkelerde sorun, uzun bir legal mücadele, parlamentodan bir kürsü olarak yararlanma, ekonomik, siyasi grevler, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin eğitilmesi sorunudur. Orada örgütlenme biçimi legaldir, mücadele biçimi de kansızdır (askeri değil) … Ancak ayaklanma ve savaş, burjuvazi gerçekten çaresiz bir duruma gelinceye, proletaryanın büyük çoğunluğu silaha sarılıp savaşmaya kararlı hale gelinceye ve köylük bölgelerdeki kitleler proletaryaya gönüllü olarak yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle bir ayaklanma ve savaşı başlatmanın zamanı geldiğinde, ilk adım şehirleri ele geçirmek, ardından köylük bölgelere ilerlemek olacaktır; tersi değil. Bütün bunlar, kapitalist ülkelerdeki komünist partileri tarafından yapılmıştır ve Rusya’daki Ekim Devrimi’yle de doğruluğu kanıtlanmıştır.
Çin ise farklıdır. Çin’in özellikleri, bağımsız ve demokratik değil, yarı-sömürge, yarı-feodal baskı altında bulunması ve dış ilişkilerinde milli bağımsızlığa sahip olmayıp emperyalizmin baskısı altındadır. Dolayısıyla yararlanabileceğimiz bir parlamentomuz ve işçileri legal olarak grev için örgütleme hakkımız yoktur. Komünist Parti’nin buradaki görevi, esas olarak ayaklanma ve savaş başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve büyük şehirleri ele geçirmek değil, tam tersidir… ‘Çin’de silahlı devrim silahlı karşı-devrimle savaşmaktadır. Bu Çin devriminin kendine özgü niteliklerinden biridir’(Stalin) Stalin yoldaşın bu tezi çok doğrudur… devrimci savaşın Çin devriminin kendine özgü niteliklerinden ve üstünlüklerinden biri olduğu tezi Çin’in koşullarına tamamen uygundur. Çin proletarya partisinin temel görevi, mümkün olduğu kadar çok müttefikle birleşmek ve koşullara göre, ister içten, ister dıştan gelsin, silahlı karşı-devrime karşı milli ve toplumsal kurtuluş için silahlı mücadele örgütlemektir. Silahlı mücadele olmaksızın, proletaryanın ve komünist partisinin Çin’de hiçbir varlığı olamazdı ve herhangi bir görevin başarıya ulaşması olanaksız olurdu.’’ (Mao Zedung, Seçme Eserler, s. 224, 225)
Ya “Halk Savaşı”nın teorisyeni ve pratik uygulayıcısı Mao yoldaşın ortaya koyduğu biçimde bu sorunu ele alacağız ya da bu teoriyi farklı ele aldığımızı ifade edip ona uygun tanımlamalar içerisine gireceğiz. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bilinen anlamıyla Halk Savaşı’nın başından itibaren esas alınması savunulduğunda gerilla savaşı, gerillanın olmazsa olmazı olan kitle desteği, feodal çelişkiler üzerinden kendisini var eden köylü kitlesi, üs bölgeleri, kızıl siyasi iktidarlar, kızıl ordunun oluşturulması… benzeri bileşenleri gerçekleştirmekten bahsetmek gerekir. Bunun için emperyalist savaş ve işgal koşullarını dışında tutup günümüzün verili gerçekliğini esas aldığımızda bu koşulların yerine getirilebileceğini iddia etmek gerçeklikle uyuşan bir tespit olmaz. Partinin başından itibaren ana gövdesini illegal olarak konumlandırması, savaşçı bir parti gerçekliğiyle kendisini örgütlemesi, devrimci şiddeti örgütlemesi gibi biçimindeki bir formülasyonla emperyalist ülkelerde KP’nin örgütlenmesini tanımlamak başka bir şeydir, Halk Savaşı’nın klasik formülasyonu ile emperyalist ülkelerde KP’nin varlığını tanımlamak başka bir şeydir. Çin’i bir kenara bırakırsak Peru, Hindistan, Filipinler, Brezilya vb. ülkeleri ele aldığımızda bu ülkelerde değişik oranlarda da olsa kapitalizmin varlığına rağmen hala feodal, yarı-feodal ilişkilerin hem altyapı hem de üstyapı da kendisini belirgin bir biçimde var ettiğini görmekteyiz. Bu ülkelerde aynı zamanda ulusal, etnik ve mezhepsel sorunlar da oldukça belirgindir ve tüm bunlar silahlı mücadele, gerilla savaşı ya da bir bütün olarak Halk Savaşı’nın gelişmesine itim katan etkenlerdir. Nihayetinde Halk Savaşı’nı var eden sosyal-toplumsal koşullar yarı-sömürge yarı-feodal koşullardır. Mao yoldaş bunu daha sonradan feodal kalıntıların olmadığı ancak emperyalist sermayenin pençesine düşmüş ve bağımlı hale gelmiş ülkeler içinde geçerli olacağına dair bir genişletme durumuna sorunu taşımıştır. Bu bağlamda tüm yarı-sömürge ülkeler için geçerliliği olan bir savaş stratejisidir Halk Savaşı. Çin devrimi sonrası benzer koşullara sahip ülkeler Halk Savaşı yoluyla mücadeleyi geliştirmiş kimi yerlerde iktidarı almayı başarmıştır. Hakeza Peru, Hindistan, Filipinler, Nepal, Türkiye gibi ülkelerde benzer sosyo-ekonomik yapı gerçekliğine dayanarak Halk Savaşı’nı yürütebilmekte, ilerleme ve gelişme kaydedebilmektedir. Dünyanın farklı coğrafyalarında olmalarına rağmen bu ülkeleri “aynılaştıran özellik” sosyo-ekonomik yapılarının birbiriyle örtüşüyor olmasıdır. Tam da bu nedenledir ki bu ülkelerde Halk Savaşı stratejisini yaşama geçirmek mümkün olabilmektedir. Emperyalist kapitalist ülkelerde kabaca bahsettiğimiz bu çelişkiler önemli oranda yoktur. Dolayısıyla yarı-sömürge, yarı-feodal ya da emperyalist ülkeler aynı sepete konulup aynı reçete ile çözüm sunulamaz. Çünkü üzerinden yükseleceğimiz çelişkilerde ciddi farklılıklar mevcuttur. Devrimin yolu ise bu çelişkilerin tespiti üzerinden gerçekleşir.
Halk Savaşı’nın evrenselliği konusu “proletaryanın savaş stratejisi nedir?” ve “proletaryanın tamamlanmış bir savaş stratejisi var mıdır veya olmalı mıdır? soruları bakımından tartışmalıdır. Bize göre Halk Savaşı KP önderliğinde, kırdan kentlere doğru sürdürülen, başından itibaren ve uzun süreli, anti feodal-anti emperyalist veya anti-emperyalist devrimci savaş stratejisidir. Yarı-sömürge, yarı-feodal veya sömürge ülkelerin şartlarında geçerli bir savaş stratejisi olarak devrimin bir büyük ayaklanmayla şehirlerde başlayıp kırlara doğru yayılacağı gelişmiş kapitalist ülkelerde uygulanamaz. Çünkü gelişmiş kapitalist ülkelerde devrimci savaş uzun süreli bir “barışçıl” mücadelenin sonunda gerçekleşecektir; böyle bir mücadele olmadan silahlı bir savaşıma girmek bu ülke şartlarında doğru bir strateji değildir. Bu fark Halk Savaşı’nın evrenselliğini, yarı-sömürge ve yarı-feodal veya sömürge ülkeleri kapsayan bir savaş stratejisi olarak tanımlamamıza neden olmaktadır. Bununla beraber biz gelişmiş kapitalist ülkelerde de savaş niteliğinde bir sürecin yaşanacağına tamamen inanıyoruz. Çünkü devrimci şiddet istisnası olmayan bir ilkedir, bu kesinlikle kanıtlanmıştır. Devrimci şiddetin gelişmiş kapitalist ülkelerde alacağı biçim ile yarı-sömürge ve yarı-feodal veya sömürge ülkelerde alacağı biçim arasındaki farklar nitelik düzeyindedir. Bu nitelik düzeyindeki farkların göz ardı edilmesine yol açacak açılımları ve dahası Mao Zedung tarafından formüle edilmemiş strateji tanımlarını, neden oldukları kafa karışıklığını da göz önünde bulundurarak onaylamıyoruz.
Gelişmiş ülkelerde devrim mücadelesinin uzun süreli bir “barışçıl” dönemden geçeceğini Mao özellikle belirtmişti. Bu özellik geçerli olmayı aynen sürdürmektedir. Proleter dünya devriminin gerçekleşme biçiminin tamamen öngörülebilir olmadığını kabul etmekle beraber dünya devriminin tutuşmaya ve kısa sürede alevlenmeye hazır yerlerinin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler olduğu bilinen veya kabul edilmiş bir gerçekliktir. Buralardaki yangın gerçek bir nitelik almadığı sürece gelişmiş ülkelerde “barışçıl” mücadele dönemi esas olmayı sürdürecektir. Bu ülkelerdeki komünist partilerinin “barışçıl” mücadele yerine silahlı mücadeleyi tercih etmeleri yenilgilere neden olacağından ve üstelik kitlelerin eylemi olan devrimi bir avuç silahlı militanın öncü eylemlerine indirgeyeceğinden, devrimi esas olarak kitlelerin dışında kavramaya neden olacağından yanlıştır. Bu biçimdeki düşüncelerin Halk Savaşı’nın evrenselliği içinde dikte edilmesi büyük bir yanlıştır. Eğer “Halk Savaşı gelişmiş ülkelerdeki uzun süreli barışçıl mücadelenin son aşamasında geçerli ve hatta zorunlu silahlı savaşımı kapsamaktadır” deniyorsa bu içerik özellikle belirtilmelidir. Biz bu içeriği savunduğumuz Halk Savaşı anlayışı dışında görmekle birlikte az önce konu ettiğimiz yanlış yaklaşımlardan ayırırız ve ilke düzleminde reddetmeyiz.
Halk Savaşı’nın proletaryanın evrensel savaş stratejisi olarak tanımlanması onun temel ilkelerinin yukarıda açıkladığımız, ülkeler arasındaki niteliksel farkların belirtilerek belirlenmesini gerektirir. Devrimci savaşın her ülkede alacağı özgün biçimin Halk Savaşı anlayışıyla yürütülebilmesi Halk Savaşı’nın ilkelerinin bilinenden veya bizim bildiğimizden farklı konmasını gerektirir. Buna göre kırdan kentlere doğru ilerleyen, kızıl siyasi üslere dayanan uzun süreli silahlı iktidar mücadelesi ve bunun kaçınılmaz başlangıç biçimi olarak köylü gerilla savaşı özellikleri Halk Savaşı Stratejisi’nin ilkeleri olmamalıdır. Halk Savaşı’nın ilkeleri üzerinde durulmalı ve bunlar tam olarak belirtilmelidir. Mao yoldaşın belirlediği ilkeler üzerinden yükselen bir teoriyle Halk Savaşı’nı tüm dünya ölçeğinde geçerli kabul etmek gerçekliğe uymayacağı gibi, “ben dedim oldu” şeklinde bir idealizmden malul olacaktır. Bu yüzden bu eksende bir tartışma Halk Savaşı için yeni bir teorik tartışmayı, yeni ilkeler belirlemeyi gerektirir. Bu eksende gelecek yaklaşımları, yeni tutumları kuşkusuz biz tartışmaya açık olacağız.
Deklarasyonda Halk Savaşı için dört temel sorundan söz ediliyor:
1) Devrimin somut pratiğine ve özelliklerine uygulanan proletarya ideolojisi, Marksizm-Leninizm-Maoizm,
2) Halk Savaşı’nı yöneten Komünist Partinin gerekliliği,
3) Demokratik ya da Sosyalist devrimde politik stratejinin özellikleri ve yolu,
4) Destek üsleri…
Belirtilen bu dört temel nokta Halk Savaşı ilkelerini içerdiklerini varsaydığımız için önemli görünmektedir. Bu temel sorunlardan son ikisi bizim gelişmiş kapitalist ülkelerde Halk Savaşı’nı olanaklı görmememizin nedenidir de. Sosyalist devrimin politik stratejisi sonunda bir silahlı mücadeleye evrilecek olsa da uzun süreli barışçıl mücadeleyi gündeme getirmektedir. Dolayısıyla başından sonuna kadar, küçükten büyüğe doğru gelişen bir gücün inşasını içeren silahlı savaşım bu devrimin “temel sorunu” değildir. Bu ülkelerde komünistler egemen sınıfların yayılmacı, işgalci politikalarına karşı da “barışçıl” mücadele içinde savaşım yürütürler ve ancak devrimci durumu saptadıklarında silahlı bir toplu ayaklanmaya kısa süreli bir hazırlığın ardından girişirler. Dolayısıyla destek üsleri de bu ülkelerde “Kızıl Siyasi Üsler” niteliğinde olmayacaktır. Çünkü buralarda silahlı savaşım kısa sürmelidir; uzun süreli bir silahlı savaşım için bu ülkelerdeki şartlar uygun değildir. Bunu normal koşullar altında sürdürülen sınıf mücadelesi koşularını esas alarak söylüyoruz. Aynı biçimde KP’nin illegal örgütlenmesinin zorunluluğu da bizler tarafından gerekli ve hatta zorunluluk olarak kabul görmektedir. KP’nin ana çekirdeğinin ve belli başlı organlarının illegal olması düşmandan korunmak açısından bakıldığında dahi bir zorunluluktur. Bunun yanında destek üslerin nasıl, nerde ve hangi toplumsal güçle inşa edileceği, bu üslerin oluşmasını sağlayacak devrimin üç silahından biri olan Ordu’nun nasıl örgütleneceği, hareket tarzını nasıl kazanacağını da belirlemeyi gerektirmektedir. Tüm bu açıklıkları kapatacak, nesnel duruma uyumlu olacak bir teorik tartışma, ilkeler bütünü oluşturulmaksızın Halk Savaşı’nın tüm dünya ölçeğinde geçerliliğini tartışmak sağlıklı bir tartışma zemini olmayacaktır.
Biz Maoizmin devrimci savaşın sürdürülmesi, sonuçlandırılması ve yeni devrimci iktidarın korunması bakımından gelişmiş kapitalist ülkelere yönelik önemli, belirleyici yaklaşımlar sunduğunu kabul ediyoruz. Bu anlamda Maoist devrimci savaş teorisinin bu ülkeleri de kapsayan bir içeriğinin olduğunu savunuyoruz; ama bunun “Halk Savaşı’nın evrenselliği” iddiası ile açıklanmasına itiraz ediyoruz. Çünkü bu iddianın getirdiği ciddi sol revizyonist yorumlar da var. Bunlardan biri proleter dünya devriminin tüm dünyada aynı dönemde gerçekleşecek belli bir halk savaşı ile olanaklı olduğunu içermektedir. Troçkist dünya devrimi anlayışına da kapı açan bu yorumun Deklarasyonda reddedilmediğini görüyoruz. Buna göre komünistler “patlak verirse, emperyalist dünya savaşına dünya halk savaşıyla karşı çıkmalıdırlar!” Emperyalist dünya savaşı patlak verirse eğer buna her ülkedeki komünistler kendi egemenlerine karşı iktidar mücadelesi yürütme anlayışıyla, ama esas olarak bu dünya savaşına son vermek amacıyla karşı dururlar. Bu da her ülkede başlayacak bir Halk Savaşı’nı koşullamaz. Halk Savaşı’na başlamaları için her ülkedeki komünist partilerin devrimci durumu saptamış olması gerekir ve elbette bundan da önce komünist partilerin bu ülkelerde inşa etmiş olmak gerekir. Yarı-sömürge ve yarı feodal ülkelerde komünist parti savaş içinde inşa olacakken gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun süreli barışçıl mücadele içinde inşa edilecektir. Bu, emperyalist dünya savaşına karşı aynı zamanda başlayacak ve bu savaşa karşı durmanın biricik biçimi olarak formüle edilmiş Halk Savaşı’na özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki komünist partilerinin hazırlıklı olmaması sorununu önümüze getirir. Bu durumda gelişmiş kapitalist ülkelerdeki komünistlerin “Halk Savaşı”nı hemen başlatmak zorunda oldukları anlayışını savunmak olanaklı değildir. Bunun somut şartlarda belirlenmesi gerekir ve bu şartlar önemli derecede ülkelerin özgünlükleriyle ilgili olacaktır. Birçok ülkede emperyalist dünya savaşına karşı mücadele Halk Savaşı olmadan yürütülmek zorunda kalınabilir ve hatta kalınacaktır. Bunları önceden, şartlardan bağımsız belirlemiş olmak bir tür dogmatizmdir ve dogmatizm sadece dogma üretir, kaçınılmaz olarak da kaybettirir. Deklarasyonda bu gibi sorunlar veya özgün durumlar ihmal edilmiş. Bunların ihmal edilmesi, uyarılarla açıklanmaması Halk Savaşı konusunda bilindik sol yorumların önünü açacaktır; hatta göründüğü kadarıyla açmış bulunmaktadır. Oysa sağ revizyonizme karşı dururken sol revizyonizme düşmemek belirleyici önemdedir.
Ayrıca gerek bu belgede gerekse de kimi yazılarda “Halk Savaşının Evrenselliği”nden bahsedilmesine rağmen bunun emperyalist-kapitalist ülkelerde nasıl olacağına ilişkin bizim görebildiğimiz açık bir program, ilkeler bütünü, örgütlenme ve hareket biçimine dair yaklaşım yoktur. “Halk Savaşı” evrensel olarak uygulanması gereken tek stratejiyse ve emperyalist kapitalist ülkeler de buna dahilse o zaman herhangi bir emperyalist ülkede bu nasıl olacak, hangi askeri, politik hat üzerinden gerçekleşeceğinin de ortaya konulması gerekir.
G) ÜÇ DÜNYA MI İKİYE BÖLÜNMÜŞ DÜNYA MI?
Taslakta devrimin fırtına merkezlerini ifade etmek için sık sık “Üçüncü dünya” “üçüncü dünya ülkeleri” gibi kavramlar kullanılmaktadır. Bu kavramı doğru görmediğimiz gibi, bu kavrama bağlı olarak dünyadaki temel çelişki (ya da taslakta yanlış konuluş biçimiyle çoklu temel çelişki) meselesinde hatalı yaklaşımlara kapı aralanacağı fikrindeyiz. Bu bağlamda bu kavramın kullanılışı, “üç dünya teorisi”ni çağrıştıran, ona zemin sunan, bu gerici teoriyle güçlü ve tam hesaplaşmanın henüz gerçekleşmediğini gösteren bir yaklaşım söz konusudur. Biz dünyayı üç kutba bölen yaklaşımın, buna dayalı bir dünya sistemi ve çelişkiler silsilesi belirlemenin esasta hatalı olduğunu düşünüyoruz. İşçi sınıfı ve ezilen dünya halklarının kafasını karıştıran, dost düşman ayrımını silikleştiren ve bu anlamda emperyalist güçler ve o sistemin halkası olan gerici tüm güçlerin ayrıştırılmasında sorunlara neden olabilecek bir yaklaşıma zemin sunmaktadır. Deng’ci “Üç Dünya Teorisi”nin komünist hareketlerde yansımasını bulan zararlı artıklar olduğu fikrindeyiz.
Başkan Mao’nun ve önderlik ettiği ÇKP’nin dünyayı bu şekilde tanımlamasına dayanan bir yaklaşıma yaslanarak bu kavramın kullanıldığı görülmektedir. Ancak Başkan Mao ve önderlik ettiği ÇKP’nin dönemin bir dış politikası olarak devrim güçleri ve karşı-devrim güçleri olarak temel ayrım noktasını belirleyen, karşı-devrim güçleri arasındaki ayrım noktalarını ortaya koyan ve bu güçlerle ilişki ve mücadele hattını ortaya koyan bilimsel bir tutumu içerdiğini belirtmek gerekir. Bu bilimsel yaklaşım önce Lin Piao tarafından gerici sol oportonist-revizyonist istismara maruz kalmıştır. Daha sonra ise karşı-devrimci, kapitalist restorasyonun mimarı sağ revizyonist çizginin önderi Denk Şiao-ping tarafında yaratıcı bir şekilde tam ve bütünlüklü hale gelen karşı-devrimci bir teori olarak ortaya sürülmüştür. Dengist çizgi bu teorisini Mao yoldaşın birkaç cümlesiyle desteklemenin ötesinde, ona ait bir çizgi olarak ispatlayamaksızın Mao yoldaş referans verilerek temellendirme alçaklığına düşmüştür. Mao yoldaşın Komünist kızıl bayrağına karşı revizyonizmin beyaz bayrağını bir de bu teoriyle sallandırmıştır.
“Çin Halk Cumhuriyeti’nin Dış Siyasetiyle İlgili Bazı Açıklamalar” başlıklı 1971 ÇKP dış siyaset belgesinin yanlış yorumlanışı dünyayı üçe bölen yaklaşımların adeta temelini oluşturmaktadır. Bu belge Halk ve karşı-devrimci güçlerin belirginleştirilmesi ve daha sonra ise diğer güçler arasındaki çelişkiler ve onlara karşı uygulanacak siyasetin netleştirmesini içeren bilimsel bir öze sahiptir. Net ve kesin çizgilerle belirlenmiş sınıfsal tahlile dayalı bir yaklaşıma sahiptir. Ancak bu yaklaşım henüz Mao yoldaş yaşarken Deng Şiao-ping’in Birleşmiş Milletler’de 1974’de yaptığı konuşmayla dünyayı üretim ilişkileri, onların dayandığı sınıf farklılıkları, ülkelerde bulunan egemen sınıfların niteliği yerine zengin, gelişmiş, az gelişmiş, yoksul, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gelişkinliği ayrımına dayanan üç dünyaya ayırmıştır. 1976’da ise ÇKP bunu yine Birleşmiş Milletler’de yapılan konuşmada stratejik bir yaklaşım olarak ilan etmiştir. Buna göre dünya ABD ve Rus Sosyal Emperyalizmi gibi iki “süper gücün” egemenliği altındadır ve bunlar birinci dünyadır. Yine Asya, Afrika ve Latin Amerika ve diğer bölgelerde kalan gelişmekte olan ülkeler üçüncü dünyayı oluşturmaktadır. Bu iki arasında kalan gelişmiş ülkeler ise ikinci dünyayı oluşturmaktadır. Birinci dünya ile üçüncü dünya arasında çelişki esastır, üçüncü dünya ülkeleri dünya tarihinin tekerleğini ileri döndüren devrimci itici güçtür ve birinci dünya ile savaşım içindedir. Dünya birleşik cephesinin temel gücü üçüncü dünya ülkeleridir. İkinci dünya ülkeleri ise kazanılması gereken güçlerdir. İşte karşı-devrimci, hain Dengizmin temel teorisi budur.
Lenin, Stalin ve Başkan Mao dünyayı esasta ve temelde iki temel kutba bölmektedir. Eskiyi, çürümüş ve yıkılmakta olanı temsil eden emperyalist-kapitalist kamp ve onların zincirinin bir halkası olan gerici güçler ile yeniyi temsil eden proletarya, halk yığınları ve ezilen uluslardır. Lenin, Stalin ve Mao yoldaş bu temel ayrımı yapıp, devrimci güçleri ve karşı-devrimci güçleri tespit ettikten sonra karşı-devrimci güçler arasındaki çelişkileri inceleyen, belirleyen ve bunlardan faydalanmaya çalışan bir tutumu geliştirmiştir. Bu bağlamda onların sınıfsal temele dayalı ayrımlarında, yaklaşımlarında iki düşman kutup, karşı-devrim güçleri ile devrim güçler kutbu belirgindir, nettir. Proletaryanın devletlerinin ve egemenliğinin oluştuğu koşullarda da bu yaklaşım dış siyasetlerine damga vurmuş, yönlendirici yaklaşım haline gelmiştir. Karşı-devrim safları için parçalama yaratma taktiği, yaklaşımı, onlar arasındaki çelişkilerden faydalanma siyaseti ise kendi cephesini güçlendirme, karşı cepheyi zayıf düşürme üzerine kuruludur. Bu dünyayı üç kutuplu tanımlama yaklaşımının tersidir. İki kutuplu dünyanın, düşman kampının bölünmesi bir bütün stratejik bir yaklaşım olarak üç kurup belirlemeyi getirmemelidir. Başkan Mao’nun bu noktada yanlış yorumlandığını genel yaklaşımı içinde kesin bir şekilde belirtmeliyiz.
Biz ustalarımızın yolunda ilerlemeyi savunuyoruz. Dünyayı kutuplara bölerken az gelişmiş, çok gelişmiş, gelişmiş; zengin ve yoksul; üretici güçlerin gelişmişliği ve zayıflığı üzerinden ayrıma tabi tutmayı ve buradan üç dünya tanımı yapmayı zararlı, tehlikeli ve sınıf işbirlikçi yaklaşımlara, ittifak politikalarının, taktik ve stratejik yaklaşımların karıştırılmasına yol açacağı için tehlikeli görüyoruz.
Dünyayı birinci, ikinci, üçüncü dünya şeklinde ayırmak, ikinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki egemen sınıfların niteliklerini, onlarla mücadele yürütme zeminini zayıflatacak, kafa karışıklığına yol açacak bir duruma zemin sunacaktır. Biz dünyayı sınıfsal temele dayanan emperyalizm ve her türden gericilik ile ezilen halklar ve uluslar şeklinde keskin bir ayrımla ele almayı savunuyoruz. Çok gelişmiş, gelişmiş ve az gelişmiş kavramlarını, buna dayalı dünya ülkelerini üç kategoriye ayırmayı doğru bulmuyoruz. Emperyalist-kapitalist ülkeler ve yarı-sömürge, yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler şeklinde ayırmayı, tanımlamayı sağlıklı ve her ülkenin gerici güçlerini, emperyalist güçlerle ona bağlı onların uşağı olan egemen güçler arasındaki ilişkileri tanımlamada bu kavramların esas olması gerektiğini düşünüyoruz.
Bu açıdan deklarasyondaki dünyayı üç kutba bölen, ülkeleri zenginlik ve yoksulluk, üretici güçlerin gelişkinliği ve zayıflığına göre kategorize eden, bu ülkeler arasındaki ilişkiyi de buna göre tanımlayan yaklaşımı yerinde bulmuyoruz. Bu kavram her ne amaçla kullanılırsa kullanılsın yerinde, gerçek durumu tarif etmeyen, sınıfsal ayrımları belirginleştirmeyen bir kavramdır. Devrimin fırtına merkezlerini ifade edecek kavram ise yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler kavramı olmalıdır. Bu en net ve kesin sınıfsal ayrıma dayalı kavramdır. Emperyalizmle, onun uşaklarıyla, tek tek ülkelerde hegemonya kuran “birinci dünya” veya “ikinci dünya” güçleriyle mücadelede sınıfsal ve gerçek düşmana yönelik mücadelede esas halkayı yakalayacak yaklaşımı içerecektir. Bu devrimci mücadelenin hangi güçlere, her ülkede egemenlik düzeyi değişen emperyalist güçlerin yerinde ve tam tespitini sağlayacaktır. Aksi durum sınıf mücadelesine, savaşımına ve onun gerektirdiği ittifaklarda ve yönelimde sorunlar oluşmasına yol açacaktır.
TKP/ML
Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist”