[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
14 Mayıs seçimlerinde yarım puan farkla yüzde 50’yi aşamayan Erdoğan, seçimin ikinci turunda yüzde 52 alarak tekrar cumhurbaşkanı seçildi.
Bu yazıda düzen siyaseti, kitlelerin eğilimleri ve durumu, Kürt Ulusal Hareketi (KUH) ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçimlerdeki konumlanışı ve boykot tavrımız üzerine dört ana başlık üzerinden seçim değerlendirmesi yapacağız. Yazı boyunca, seçimler üzerinden egemen-ezilen sınıfların ve buna paralel olarak da komünist-devrimci-ilerici güçlerin analizinin ne ölçüde yapılabileceği ve bu analizin ne kadar sağlıklı olabileceği sorusunu da saklı tutacağız.
DÜZEN CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK
6 Şubat depremlerinden kısa bir süre sonra seçim sürecine, moda tabirle sath-ı mailine egemen sınıfların muhalif kliği Millet İttifakı içerisinde yaşanan aday kriziyle birlikte girilmişti. O andan itibaren depremler ve etkilediği şehirler hızlı bir şekilde terk edilmiş, muhalif kliğin yönetici unsurları depremin yıkıcılığıyla ellerini ovuşturup galibiyeti çantada keklik görmeye başlamışlardı. Öyle ya ekonomik kriz, siyaseti yönetememe girdabı, kutuplaşma siyaseti, toplumdaki hoşnutsuzluk ve üzerine deprem, Erdoğan iktidarının sonunu getirmeliydi ve getirecekti de. Bu “rasyonel akıl”, halkımızın düzen siyasetinin muhalif kesimlerine destek vereninden devrimcilere, yurtseverlere sempati duyanına kadar ciddi bir kısmında olduğu gibi, muhalif “siyaset yapıcılar”da da barınıyordu. Bu yüzden CHP büyük bir siyasi iradeyle önce Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul ettirdi ardından Akşener’in masaya dönüşünü sağladı ve patronun kendisi olacağını hissettirdi.
Kılıçdaroğlu’nun HDP ile yaptığı bir saatlik görüşme, HDP’nin koşulsuz desteği için yetmiş, 6 düzen partisinden oluşan Millet İttifakı’na HDP’nin yanı sıra TİP, TKP, Sol Parti vb. düzinelerce parti ve örgütten destek gelmişti. Bunun karşılığında Erdoğan MHP ve BBP’den sonra yanına Yeniden Refah Partisi’ni, HÜDA PAR’ı da almış, bu ziyadesiyle “aşırı sağda” konumlanan ittifakını en son DSP ile soslamıştı. Millet İttifak bileşenlerinin ve HDP’nin karşılıkları, karşı cephede Erdoğan önderliğinde toplanmıştı: İYİP’e karşı MHP-BBP, Saadet Partisi’ne karşı YRP, Deva ve Gelecek’e karşı AKP, CHP’ye karşı DSP, HDP’ye karşı HÜDA PAR, aldıkları oy nispetinin ötesinde yarattıkları etkiyle, kliğe karşı klik olarak ustalıkla konumlandırıldılar. Millet İttifakı bileşenleri Erdoğan’ın gazabıyla birleşmeye zorlanmış, HDP, “yeter ki Erdoğan gitsin” diyerek ittifakı desteklemiş ve reformist sol da bütün sekülerliğiyle amansız bir destek vermişti bu ittifaka. Bu gazaptan korunarak iktidara yürüme hamlesini “birleşe birleşe kazanacağız”, “demokrasi şöleni” vs. söylemlerle meşrulaştırmaya çalışsalar da ortada ciddi bir tutarsızlık vardı. Öte tarafta HÜDA PAR paraziti dışında muazzam bir homojenlik hüküm sürüyordu. Erdoğan’ın “benden kaçan bana dönsün” siyaseti, AKP’ye küsen seçmenin ittifak dışına çıkmayarak ittifak içi YRP, MHP, BBP hatta HÜDA PAR, DSP gibi alternatiflere yönelebileceğinin garantisini vermişti. Dost-düşman ayrımı bu cephede son derece berraktı. Muhalefetin tutarsız birlikteliği, koltuk kavgaları, masayı terk etme şovları ve KUH’un desteğine karşılık Kürt ulusundan, Alevilerden, azınlıklardan ve kıyı şeridi sekülerlerinden hiçbir beklentisi olmayan Erdoğan, yüzde 50-60 düzeyindeki kitleyi dost-düşman ayrımında yedekleyerek konsolide etme derdindeydi.
Erdoğan’ın hedeflediği halk kesimlerini ve seçim siyasetini tarihsel olarak iki döneme ayırabiliriz: Yakın tarihten, yani Erdoğan’ın iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, AKP’nin devlet politikalarında, her neyi tercih ediyorsa etsin, güçlü bir tutum takındığını görüyoruz. Örneğin çözüm süreci, faşist diktatörlüğün KUH ile kurduğu en sıcak ilişkileri içeriyordu. Bu durum liberal aklın demokratikleşme söylemiyle makyajlanırken devletin silahlı hareketle diyalog kurabilecek kadar gücünün yerinde olduğunu, bu hamlenin ciddi bir tasfiye dalgası barındırdığını görüyorduk. Çözüm sürecine hazırlanan Erdoğan’ın “Bütün milliyetçilikleri ayaklarımın altına aldım” sözünü hatırlayalım. Bu süreçte iktidardaki egemen klik, halk tabanında ciddi bir kesimi kendisine yedekli tutmaya devam ederken muhalif kliği ise hareketsiz bırakmayı başardı. Diyalog hamlesinden dümen kırıp “fetih sürecine” girdiğinde, bu sefer KUH’un legal-demokratik ayağına diz çöktürme operasyonları yaptı, sınır ötesi işgal ve ilhak girişimlerini hızlandırdı. Bu süreçte muhalif kliği yine kendisine tabi kıldı. İşgal girişimlerine de dokunulmazlıkların kaldırılmasına da onay veren CHP kliğiydi. İşte bütün bu süreç, beş senede bir yapılan seçimlerin birkaç aylık kampanyalarla örülmediğini, beş senelik, on senelik, yirmi senelik birikimlere dayandığını gösteriyordu bize. Siyasi manevralarda muktedir olduğunu gösteren Erdoğan, bu sefer de MHP ile HÜDA PAR’ı yan yana getirmekte zorlanmadı. Muhalif kliğin “tutarlı teşhir” girişimleri ise etkisiz bir seda olarak kaldı.
Daha geniş bir tarihsel düzlemden, TC’nin kuruluşundan bu yana aldığımızda ise yine benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Çok partili sisteme geçişle birlikte faşist diktatörlüğün iki klikte zuhur bulan siyasi temsiliyeti, CHP-DP ikiliğinde cisimleşti. Bu ikilikte egemen sınıfların bürokrasi ve ordu gibi aygıtlarını terk etmeyen CHP, halkın seçimler yoluyla seçtiği DP geleneğine darbeler indirirken 27 Mayıs’ın tabanını bir süre sonra devrimcileşecek olan gençlik oluşturuyordu. Her ne olursa olsun DP ve geleneğini seçmeye devam eden halk kesimleri ise cahil, köylü, alt tabakaydı. Önümüzdeki gerçek ise devletin baskı aygıtlarının müdahil olmadığı her koşulda halkın ciddi bir kesiminin DP geleneğine “evet” demesiydi. AKP bu geleneğin bir temsilcisi olarak kendini ve kitlesini diri tuttu.
Bu tarihselliğin sınıfsal düzlemi, katmanlı olmakla birlikte berrak bir tablo çıkarıyor önümüze. Egemen sınıfların iki temel kliğinin dayandığı sınıfların aynı olduğunu biliyoruz. Bu sınıflar komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları sınıfıdır. Burada bürokrat kapitalizm vurgusunu da özellikle AKP’li yıllar adına vurgulamakta fayda görüyoruz. Yarı sömürge, yarı feodal ülkelerdeki üretim ilişkilerinin devletin egemen kliklerinin kontrolünde gelişmesidir bürokrat kapitalizm. Aslında yarı feodal özellikten kaynaklı kapitalist üretim biçimi son derece çarpık olan, sınıfsal kategorizasyonu iç içe ve net çizgilerle birbirinden ayrılmayan bir Türkiye’dir söz konusu olan. Bu çarpıklık içerisinde, kliğinden kopan Fethullahçıların mallarına doğrudan el koyan, düzen partilerinin “beşli çete” olarak adlandırdığı bir kesimi devletli hale getiren, yarı bağımlı özelliğin sonucu olarak ortaya çıkan güçsüz ve limitli sermaye kaynaklarını olabildiğince kendi kliğine yedekleyen ve ekonomi-politiğini bu temelden inşa eden bürokrat kapitalizm, muhalif kliği bu nimetlerden uzak tutarak, kendi kitlesini iktidarla buluşturma hamlesine başvuruyor. Bu bağlamda ekonomik krizin hangi kesimleri ne kadar vurduğu, tencerenin ne kadar boş olduğu bir tartışma konusudur.
“Biz artık doktor dövebiliyoruz” söylemi bir ideolojik üstyapı öğesi olarak bu altyapının belirleniminde zuhur ediyor. Küçük-orta burjuvaziyi, beyaz yakalıyı, aydın-sanatçı-entelektüel zümreyi, zanaatkârı saf dışı bırakıyor. Özellikle gündelik alışkanlıkları ve tüketim kodlarını bir bir darbeliyor. Meyhane, bar, restoran, sinema, tiyatro lüks haline gelirken sokağa çıkmamak ve evde kalmak halkın genel kabulü haline geliyor. Evde sabahtan akşama kadar açık bir televizyon var ve televizyonda egemen kliğin sınırsız propagandası işliyor. Kahve, cami, okul, devlet daireleri, askeriye, karakol, millet bahçeleri gibi sosyal alanlarda bu rıza üretimi devam ediyor. Moda tabirle milyonluk, on milyonluk yankı odaları üretiliyor ve orada konuşulan, üretilen her şey aynı mahallenin insanları tarafından katkı sunularak tekrar tekrar üretiliyor. Küçük burjuva lisans, yüksek lisans, doktora mezunu “yaşam tarzı” olarak adlandırdığı tüketim alışkanlıkları elinden alınmış bir şekilde umutsuz ve bitap bir yaşamda sanal medyaya sarılıyor. Beyaz yakalılar hayat standartlardan memnuniyetsiz, egemen kliğin onlara bıraktığı birkaç mahallede mikro yankı odalarında hayat sürüyor. Altyapıda gerçekleşen bu kamplaşma, bize üstyapıda “kutuplaşma” olarak lanse ediliyor. Buna göre halkın seküler-muhafazakâr, aydın-cahil, kentli-taşralı gibi sosyal gruplar ve beraberinde gelen kimlikler üzerinden kutuplaştığı gibi bir sonuç çıkarılıyor. Egemen sınıfların iki kliği de işçi sınıfına hiçbir şey vadetmezken, ulusal çelişkiyi ön plana alan Kürt işçi HDP’ye, kendini muhafazakâr olarak adlandıran işçi AKP-MHP’ye, örneğin bir Alevi işçi de CHP’ye oy veriyor. Bütün bu düzlemde devrimci hareket, tarihsel ve sınıfsal durumun bir karşılığı olarak Kürt, Alevi ve seküler, kıyı şeridi ikiliklerinde kendi konfor alanını sürdürüyor. Kısacası egemen sınıfların klikler düzeyinde yürüttükleri sınıf mücadelesi, siyasi düzlemde hepimizi etkileyen toplumsal kamplar yaratıyor.
Seçim sürecine dönelim. Seçim kampanyaları boyunca Kılıçdaroğlu “bahar gelecek” konseptiyle vaat üstüne vaat açıklarken Erdoğan negatif bir kampanyayla, montaj ve yalanın bir hayli yoğun, anti terör temasının ağırlıklı olduğu bir içerikle, savunma ve otomobil sanayii üzerinden yürüttü kampanyasını. Muhalif düzen siyasetinin bayraktarı CHP’de bu montaj siyasetini ciddiye bile almaya gerek yoktu. Sonuçta kazan kaynamıyordu, tencerenin içi boştu, halk değişim istiyordu. Gerçekten de 14 Mayıs öncesi kampanyalarda iktidar olan Kılıçdaroğlu muhalefette ise Erdoğan varmış bir gibi hava vardı. Seçmen siyaseti nezdinde birbirinden haberi olmayan üç ana kamp olan sekülerler, muhafazakârlar ve yurtsever Kürtler, temsilcilerinin verdiği politik karar ve kitleleri harekete geçirme noktasındaki örgütlülük düzeyleri noktasında seçmeni ikna edebilecekti. Bu anlamda egemen klik olarak hegemonik-ideolojik gücü her ne olursa olsun zinde olan Cumhur İttifakı, dünyanın en büyük halk hareketlerinden biri olan KUH ile örgütlülük noktasında yarış halinde diyebiliriz. Millet İttifakı ise “durum kötü, o yüzden kazanırız” tarzındaki deterministik yorumuyla, büyük şehirlerdeki dinamikler dışında halk gerçekliğinden alakasız bir şekilde sürdürdü politikasını.
On yıllardır kitle faaliyeti yürüten, halkın muhalif kesimlerini baskı aygıtlarıyla, sempati duyan kesimlerini ise hegemonik rıza üretim mekanizmalarıyla kendine yedekleyen Erdoğan, sandıktan sandığa birkaç aylık seçim kampanyaları dışında örgütlenemeyen ve sindirilmiş bir düzen muhalefeti karşısında, bir türlü rasyonel görünmeyen ve montajcı, yalancı olarak yaftalanan siyasi tarzıyla seçimleri kazandı.
UMUT VE HÜSRANIN TOPLAMI İSYAN ETMİYOR
Düzen cephesinde yeni bir şey yokken iki kliğin ortadan ikiye yardığı iki halk gerçekliğinde de bir değişim olduğunu söylemek güç. Muhalif kesimde seçim ritüeli bir kere daha ve hemen hemen benzer şekillerde cereyan etti. Halkımızın muhalif kesimi, her seçim olduğu gibi yeniden umutlandı, konsolide oldu ve seçimlere gitmek yolunda kendini örgütledi. Erdoğan’ın kaybetmesi için bu kez çok daha fazla sebep vardı ve zafer yakındı. Alınan mağlubiyetin ardından, özellikle ilk turda seçimlere hile karıştırıldığı kanısına vardı. Ardından muhalif kliğe sandıklara sahip çıkmadıkları için güvensizlik oluştu. Sandığı boykot edenler bir süreliğine güzellendi ve ikinci tura motive olmaya başlandı. Hile yapıldığına dair inancın bu kadar yoğun olmasının sebebi kuşkusuz ki rakibin karakterinin ötesinde, Erdoğan’a bu kadar oyun verilmesine inanılamaması. Halkın ciddi bir kesimi, “saf kötülüğü” temsil eden bu cephenin hileden başka bu kadar oy toplama ihtimali olmayacağını düşünüyor. Seçimlere bulaşan şaibe inancının ardından yoksulların yiyecek ekmek bulamazken nasıl olur da Erdoğan’a oy verdiği, deprem bölgesinin nasıl iktidarı desteklediği, kadınların nasıl kadın düşmanları için sandığa gidebileceği şaşkınlığının ardından oy verenlerin bütün bu zulmü hak ettiği noktasında fikir birliği yapılıyor. İktidar sempatizanı cephenin muhalif kliğe ve temsilcilerine “terörist” demesindeki toplumsal yabancılaşmanın kaynakları neyse, eğitimli-seküler-kentli ve bizim de doğal tabanımız olan muhalif kesimdeki “AKP’li” tipoloji bir o kadar hayal ürünü, bir o kadar yabancılaşmış toplumsallığın tezahürü.
Muhalif kitlenin kentli seküler kesimi, bu sonuçlarla birlikte çok büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Çoğu insan yurt dışına gitme derdine düşmüş durumda. “Yaşam tarzına” müdahale eden, kutuplaştıran, oy verdiği ittifakın “köprüden önceki son çıkış” olarak nitelediği seçimlerde “tarihin en sağ ittifakını” kuran siyasi iktidarın ve temsilcisi olduğu halk kesimlerinin hiçbir zerresiyle temas halinde olmak istemeyen bu kesim, git gide içine kapanma ve kendi dar alanlarında hapsolma gerçekliği içerisindeler. Tek istedikleri şey burjuva demokratik sınırlar içerisinde, rahatça yaşayabildikleri alanların yaratılması. Bu kesimin temsilciliğini, CHP’den TİP’e, İYİP’e ve hassasiyet edinilen konuya göre Zafer Partisi’ne kadar bir kesim üstleniyor.
Diğer tarafta ise muhalif kesimlerin “öcü” gibi gördüğü, Türk-Sünni ağırlıklı, muhafazakâr-milliyetçi olarak kodlanan bir kitleden bahsetmek mümkün. İç Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu’nun bir kısmında ezici bir üstünlüğü olan bu kesim, büyük şehirlerde de seçimler nezdinde Millet İttifakı ile kafa kafaya bir durumda. Burada tasvir edilen bu karikatürün gerçekliği yansıtmadığı açık olmalı. Kuşkusuz ki düzen partilerinden beklediğini alamayan ve hiçbir partinin taraftarı olmayan, insani sosyal ilişkilerde düzen siyasetinin yarattığı kamplaşmaya alet olmak istemeyen; fakat beş yılda bir çeşitli saiklerle Erdoğan’ın altına evet mührünü basmaktan başka bir politik katılımın içinde olmayan bir “izleyici kitlesinin” varlığından söz etmek mümkün. Çoğu yoksul emekçi sınıflardan bu insanların yolunun devrimci hareketle ‘70’ler dışında çoğunlukla kesişmediğini söylemek abartı olmaz. CHP gibi kibir abidesi üstenci, faşist bir partinin buralarda örgütlenme ihtimali yok. Bunu düzenin egemen kliği dışında yapabilecek tek hareket devrimci hareket. Fakat tarihsel alışkanlıklardan ötürü bu kesimlerle hiçbir ilişiğimizin olamadığı da bir gerçek.
Fabrikalarda faaliyet yürüten ve azımsanmayacak bir sempati toplayan Yeniden Refah Partisi’nin, AKP’ye mesafelenen halkın desteğini aldığından bahsediliyor örneğin. Ülke genelinde aldığı yüzde 3’lük oranı hangi mahallelerde topladığına bakmak gerekmez mi? MHP’nin sanayi bölgelerinde topladığı ilgiyi araştırmak gerekmez mi? AKP’nin yerellerde nasıl bir modelle çalıştığını, halkı hangi derecede ve hangi içerikte örgütlediğini incelemek önemli değil mi? Bunun karşılığında örneğin TİP’in 1 milyonu bulan oyunun, esasta CHP’nin yüzde 50’nin üzerinde oy aldığı yerlerden oy topladığını görmek bize bir şey anlatmıyor mu?
Her iki kesimin de beş yıl boyunca doğru düzgün hiçbir politik-demokratik katılım sürecinin içerisine girememiş olması, sosyal kesişme alanlarının sıfıra yakın olmasına paralel olarak, halkta anomaliye varan çarpıklıklarla dolu “karşı mahalleyi” tahayyül etme sorunlarıyla karşı karşıyayız. Bu iki kesimin birbiriyle barışması bizim ne derece meselemiz olmalı sorusu bir yana, daha yakın olduğumuz muhalif kitledeki yalnızlık, umutsuzluk ve hayatın bu kadar kapalı ve cehenneme döndüğü yönündeki ele alışını dönüştürmek zorundayız. İktidarın yanı sıra halktan ciddi bir kesimin kendisine düşman olduğunu sanmak gerçekten de katlanılması zor bir yaşam formu çıkarıyor insanın karşısına. Bu hissiyatta olan insanlar, Kadıköy sınırlarından “lütfen buraya da gelmesinler” talebiyle çıkamıyor, çıktıklarında sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Seçim dışı demokratik yolları uzun süredir tecrübe edememiş halkta isyan pratiği körelmiş durumda. Bunun yerine beş sene sonrasını beklemek ve bu sefer kazanmak daha tercih edilesi geliyor çoğu insana.
KÜRT ULUSAL HAREKETİ KİLİT ROLDEN ÇIKTI MI?
KUH, nüfuz ettiği alanlar, legal-illegal mecrada yarattıkları, örgütlediği kitleler, feda ve adanmışlık seviyesi noktalarından bakıldığında, dünyanın en büyük halk hareketlerinden birini oluşturuyor. Bu kudrette bir hareketin yanı başımızda olması ve bu hareketin filizlenmesinde mücadele geleneğimizin bir payının olması komünist-devrimci hareket için büyük bir şans. KUH sürdürdüğü kesintisiz mücadele pratiği ile legal-illegal ayrımını tekleştirmeye yakın bir noktaya kadar evrilmiş, illegal olanı legal meşru alana kadar sokmuş, legal alanı ise illegalin doğrudan sesi haline getirmiştir. Faşist diktatörlüğün son süreçte yürüttüğü kapsamlı savaş politikasına karşı her alanda çeşitli hamlelerle nefes almaya çalışmaktadır bu hareket.
HDP’nin varlığını ve yaptığı hamleleri bu nitelikte ele almak gerekir. Kuşkusuz ki egemen sınıflardaki klik değişimi, daha öz bir ifadeyle Erdoğan’ın şu veya bu şekilde iktidardan düşmesi, HDP’nin aldığı tavırdan da anlaşılacağı üzere KUH için elzem bir noktada duruyor. Bunun sebeplerini bu yazıda tartışmayacağız ve olgusal olana, KUH’un tüm güçleriyle bu isteği dile getirdiği gerçeğine yoğunlaşacağız.
Erdoğan’ın yenilmesi için HDP cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacağını ve Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıkladı. Bu, kuşkusuz ki iddialı bir hamleydi. Zira düzen siyasetine “kayıtsız şartsız” bir eklemlenme riskliydi. Bu gerçekliğe rağmen HDP, Türkiye Kürdistanı’nda hâkimiyetinin olduğu alanlarda Kılıçdaroğlu’na en yüksek oranda oy veren illeri armağan etti. Meclis seçimlerinde oy oranında kayıp yaşayan HDP, milletvekili sayısında bölgede ciddi bir değişim yaşamadı. Bunun yanı sıra seçime katılım Türkiye ortalamasının 7-8 puan altındaydı. İkinci turda Kılıçdaroğlu’nun dümeni faşizmin sağına kaydırması, Özdağ’la ittifakı vs. gelişmeler de HDP’yi yolundan alıkoyamadı ve Kılıçdaroğlu’nu destekleme çağrısını yineledi. Kürt ulusu bölgede çağrıya kulak verdi; fakat ilk tura oranla sandığa gitmeyen sayısında 500 bin civarında bir artış yaşandı.
HDP’nin bu süreçten beklentisi, mecliste kilit rolde olmak ve Millet İttifakı’nın kazanmasına destek sağlamaktı. Kılıçdaroğlu’nun aday olarak belirlenmesinde de “kilit” bir rol oynadığını söylemek mümkün. Mansur Yavaş’ın adaylığının çok fazla dillendirilmemesinde de yine HDP’nin etkisi vardı. KUH’un doğrudan desteği, Erdoğan’ın antipropaganda bagajını genişletmişken, hareket bu anlamda kilit bir role gelmiş oldu. HDP’nin meşruluğu tartışıldı, aday çıkarmayan ve iradesini Kılıçdaroğlu’nun lehine donduran HDP ise her an hem Erdoğan tarafından hem de bu saldırılara düzen partisi olmasının doğası olarak karşılık veremeyen Kılıçdaroğlu tarafından marjinalize edildi. Seçim zaferinin ardından konuşma yapan Erdoğan’a “Selo’ya idam” nidalarıyla destek veren kitlesi ya da seçim günü bir süreliğine önde görünen Kılıçdaroğlu’nun kazandığını düşünen kıdemli Halk TV yazarının “PKK’nin katılımı düşük olmasına rağmen kazandık deriz” tarzındaki yaklaşımı, KUH’un düzen siyasetinin ikili cenderesinde sıkıştırıldığını gösterdi bize.
İkinci turda Oğan ve Özdağ’ın peşinden koşan iki kliğin yerinde HDP’nin de olabileceği ihtimali bu koşullarda ne işimize yarar, meçhul. Fakat HDP’nin ilk turda aday çıkarıp kendini korumaya alması, kendi kampanyasıyla kendi kitlesini konsolide etmesi ilkesel bir tutum olarak bile ele alınabilirdi. Bu bağlamda bölgede düşen katılımın ve oy oranlarının boykot cephesinin işine geldiğini söylemek de doğru değil. Zira bölgede çıkarını oy kullanmaktan yana tanımlayan bir önderliğin varlığı karşısında, komünist hareketin boykot çalışmasının da bölgede ilgi görmeyeceğini göz önünde bulundurursak, halkın bu iradeyi tanıması ve örgütlü tutumu sürdürmesi, bir çözülme olmaması anlamında önemli bir yerde duruyor. Buna paralel olarak, katılımın ve oy oranının düşüşünü, KUH’un faşist diktatörlük karşısında yaptığı manevraların kitlesinde bir yıpranma yarattığı üzerinden de açıklamak mümkün. Türkiyelileşme politikasının bir ürünü olarak ittifaka yüzünü dönen ve döndükçe de Batı’da ciddi oy kayıpları yaşayan KUH’un, varlığını kurumsallaştıran ezilen ulus milliyetçisi özellikler taşıyan devrimci dinamiğine geri dönmesi ve sarı-kırmızı-yeşil tonlarında sebat etmesi bu saldırı sürecinde ciddi bir kalkan görevi görebilir.
BOYKOTTA HAKLI, ELE ALIŞTA DARIZ
İlk turda yüzde 87 ve ikinci turda yüzde 84 ile Türkiye, seçimlere katılım oranının en yüksek olduğu ülkelerden birisi. Egemen sınıf temsilcileri bu durumu bir demokrasi şöleni olarak açıklayadursun, tablo bize tam tersini söylüyor. Grev, blokaj, gösteri ve yürüyüş, iş bırakma, forumlar örgütleme, meclisler kurma, ifade hürriyeti vb. gibi demokratik hakları elinden alınmış halkımıza beş senede bir oy verme seçeneğinden başka hiçbir şey verilmiyor. Bu yoksunlukta halkımız, aylar öncesinden vereceği oya kitleniyor, seçim gündemi tek gündem oluyor ve oylar veriliyor. Çaresizlik içinde iktidar değişimini bir tek güne ve bir kâğıt parçasına bağlayan emekçi kitleler, boykot tavrı alan kurumlara tepkiyle yaklaşıyor. Boykot tam olarak bu katılım oranının yüksekliğinden kaynaklı haklıdır. Beş senede bir yapılan seçimlerin dışında bu beş sene boyunca devletin her türlü ideolojik-hegemonik saldırısına maruz bırakılan halkımızın demokratik olmayan bir ortamda, demokratik olmayan bir yarışta elinde kalan tek seçenek oy vermek olduğu için boykot ediyoruz. İktidar partisinin bile bu koşullarda yerinden edilme ihtimalinin çok zor olduğu bir ortamı boykot ediyoruz. Düzen siyasetine bir milim bile yüzümüzü döndüğümüzde o girdabın içine girmemek için boykot ediyoruz. Kendi örgütsel-ideolojik saflığımızı korumak için boykot ediyoruz.
Boykot etmekte haklıyız fakat boykotun ele alışında darız. “Çözüm sandık değil devrim” derken, oy veren özellikle ileri kitlenin çözümü sandıkta gördüğünü mü düşünüyoruz? “Oy verme, oyuna gelme” derken yine ileri kitlenin kandırıldığını mı düşünüyoruz? Ya da tersten düşündüğümüzde, oy vermeyen yüzde 15’lik kesim boykotçu mu oluyor? Bu kesim çok politik olduğu için mi sandığa gitmiyor? Boykotu ele alışımızın oy verip vermemek üzerinden darlaşması, sanki halkımızın elindeki tek politik tavrı da onların elinden alıyormuşuz gibi hissettiriyor kitlelere. Boykotu seçim sürecine, halkın saflaşmasına kayıtsız kalmak gibi algıladıkça halktan kopuk apolitik bir yere savruluyoruz. Halkın oy verme eğilimlerini, umutsuzluğunu, taleplerini görmek durumundayız. Boykotu -me, -ma olumsuz eklerinden ziyade halkın yanında, onun oy verme eğilimini anlayan üretken bir çerçevede değerlendirebiliriz. Boykotu devrimle eşitlemek yerine, diğer demokratik hakların elimizden bir bir alındığı ve düzen siyasetinin muhalif kliğinin buna sessiz kaldığı üzerinden propaganda yönümüzü güçlendirebilir, siyasi hattımızı daha mikro, gündelik düzeyde, o demokratik alanların açılması noktasında ele alabiliriz.
Öte yandan tek hedefi sandığa gitmemek olan bir boykot tavrının, ikinci turda Kılıçdaroğlu’nu destelemekten vazgeçen KUH’un bir taraftarının bu tavrını devrimci ele almak gibi bir dogmatik yere kaydığını görmek gerekir. KUH’un çıkarları doğrultusunda ikinci turda desteğini sürdürmesini, Özdağ’la yapılan anlaşma üzerinden mahkûm ederek örgütsel kararı yok saymak liberal bir hamledir aslında. Dolayısıyla boykot şiarını duruma, koşula, mekâna ve hitap ettiği kitleye göre çeşitlendirmek mümkündür.
Emek ve Özgürlük İttifakı içinde “tek adam rejimi”ni istemeyen fakat örgütsel geleneği de hâlâ düzen temsilcilerine oy vermemeyi salık veren hareketlerin mecliste oy, cumhurbaşkanlığında boykot tavrı tutarsız ve biçimsizdir. İttifakın aldığı Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararına uyulmaması mı yoksa bu kararın ittifakın diğer bileşenlerine sorulmadan alınması mıdır daha kötü olan? Her koşulda bu tutarsızlık ileri kitlede ciddi bir kafa karışıklığı yaratmıştır.
SEÇİM SOSYOLOJİSİ, ÖRGÜTLENME MODELLERİ VE İHTİMALLER
Sorunsallaştırmak istediğimiz esas mesele, seçimler üzerinden yapacağımız toplumsal analizin bizim işimize ne kadar yaradığıdır. Örneğin oy verme eğilimleri bizim çalışma alanımızı ve tarzımızı belirlememiz noktasında esaslı bir yerde mi durmaktadır? Seçim analizini sınıfsal analizimize ne kadar dahil edebiliriz? Oy verilen parti, sempati duyulan düzen partisi ve bu partilerin çalışma-örgütlenme tarzları bizi ne kadar ilgilendirmelidir?
Tüm bu sorular tartışıldıkça, çalışma tarzımızın ve kitle faaliyetimizin zenginleşeceği kanısındayız. Örneğin geri-orta-ileri kitle tanımlamalarımızın seçimlerde verilen oy tercihiyle ne derece ilgisi olduğu konusunu gündemleştirmek önemlidir. Öte yandan seçim süreci boyunca politize olan kesimlerin tespiti, eğilimlerin anlaşılması ve değerlendirilmesi de toplumsal analizimizi güçlendirecektir.
Her koşulda, seçimler üzerinden yaptığımız analiz ve tahminler özellikle AKP seçmenini tanımadığımızı gösteriyor. Her şeyden önce ülkenin yarısını oluşturan bu kitleyle bir derdimiz varsa, devrim için bu kitleye ihtiyacımız olacaksa, düşünüş tarzımız ve doğal olarak da yaşam biçimimizi yeniden ele almamız elzem bir noktada duruyor.
Gündelik yaşamda seküler, dini dışlayan, muhafazakâr olarak adlandırılan alanlardan uzak, Alevi kültürüyle şekillenmiş bir devrimcilik kuşkusuz ki bu alanlara tesir etmenin imkânsızlığını gösteriyor bize. “Yaşam tarzı” denen mefhumu görmezden gelemeyiz. İbrahim’in kitleler arasına karışmak için taktığı kaskete benzer profiller yaratmalıyız. Belli bir alana sıkışmış alışkanlıklarımızdan kurtulup bu kesimi tanımak adına tarzımızı geliştirmeliyiz. Bu değişiklik, sanıldığının aksine o kadar da zor değildir. Pascal’ın dediği gibi: “Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!”