Türkiye’de faşizm tanımı, karakteri ve hangi biçimlerde gerçekleştiği her dönemin tartışmalarından biri olmuştur. “Türkiye Cumhuriyeti”, emperyalizm çağında siyasal karakterini kazanmış bir devlettir. “Milli Mücadele” süreci ile birlikte başlayan “ulus devlet” karakteri kazanma süreci, sömürge, yarı-feodal toplumsal yapının yarı-sömürge ve yarı-feodal yapıya dönüşmesi ile ilan edilecek devletinde siyasal karakteri şekillenmeye başlamıştır. İttihat ve Terakki ile başlayan “Türk Ulus” kimlikli siyasal inşa süreci, 1915 Ermeni Soykırımı ve 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda daralan imparatorluk sınırları ile “ulus devlet” temellerini atan “tek”ciliğe dayanan ideolojik ve siyasal zemin oluşmuştur. Bu ideolojik ve politik zemine dayanarak gerçekleşen “Milli Mücadele”, Kemalizm ideolojisiyle vücut bulmuş ve kurulan devlet emperyalist çağın ürettiği yeni zeminde faşist bir diktatörlük şeklinde teşekkül etmiştir.
1930’larda dünya ölçeğinde tekelci burjuvazinin en gerici ve çürümüş kesiminin politik, ideolojik ve askeri saldırganlığa dayanan ve dünyayı kasıp kavuran siyasal rejimi olarak faşizm, özellikle tüm yarı-sömürge ve yarı feodal ülkelerde bir referans haline gelmiştir. Faşizm, egemen sınıfların ekonomik ve politik krizine karşı zorunlu kaldığı bir siyasal egemenlik biçimidir. Yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde ekonomik ve politik krizin süreğenliği, Burjuva Demokratik Devrimi gerçekleştiremeyen siyasal koşulları bu ülke egemenlerinin bu devlet biçimini kalıcı bir rejime çevirmesine el vermiştir. Faşist bir biçimde şekillenen “Türkiye Cumhuriyeti”, Kürt ulusunun inkârını katliamlarla gerçekleştiren pratikleri, çok uluslu çok inançlı yapıya sahip toplumsal gerçekliği “Tek Ulus”, “Tek Dil”, “Tek Lider” şiarıyla inkâr eden baskıcı ve katliamcı şekillenişi ve en önemlisi de sınıf ayrımlarını yok sayan ve ezilen sınıfların her türlü hak taleplerini baskı, şiddet ve ideolojik manipülasyonla sindiren şekillenişiyle, 1930’larda dünyada esen faşizm rüzgarını da arkalayarak politik, ideolojik, eğitsel, akademik, kültürel, dinsel ve ulusal mottolarıyla dört başı mamur faşist bir ideoloji olan Kemalizm’le gerçekleştirmiştir. Faşist Kemalist diktatörlük kuruluşundan 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonuna kadar açık faşist biçime dayanarak toplumsal süreci yönetmiş, siyasal iktidarını inşa etmiştir. Bugün bu dönem için dünyaya bakışı ortalama “demokratik” ölçütler olan her kesim için siyasal değerlendirme ve yaklaşım açık faşizm şeklindedir. Zira Türk ve Sünni/Hanefi inanç dışında, egemen sınıflar dışında başka bir sınıf, ulus, inanç ve katman için siyasal-ekonomik ve başka biçimlerde ifade etme ve örgütlenme hakkı kesin ve net yasalarla, yönetmelik ve uygulamalarla yasaklanmıştır. Bu dönemin faşizm biçimiyle tam bir uyum anlamına gelmektedir.
Bu dönemden sonra çok partili yaşama geçme, açık ırkçılığa dayalı özel ve özgün siyasal-militarist hareketlerin örgütlendirilmesi ve örgütlenmesinin gerçekleşmesi, kısmi sendikal hakların önünün açılması vs. gibi bir dizi nedenden dolayı siyasal rejimin “faşist olup olmadığı” ya da rejimin “açık ya da örtülü faşizm olup olmadığı” ideolojik-politik bir tartışma olmuştur. Liberal-burjuva kesimlerin, orta burjuva demokratik hareketlerin ve kimi revizyonist akımların faşizmi “Hitler tipi faşizme” indirgeyen yaklaşımı ve teorik tutumu hem faşizm konusunda hem de Kemalist faşist diktatörlük konusunda sürekli bir kafa karışıklığına neden olmaktadır.
DEĞİŞEN GÖMLEKLER TANIMLANAMAYAN SİYASAL NİTELİK
Özellikle 2015 7 Haziran Seçimleri sonrası faşist diktatörlüğün Kürt ulusal mücadelesine yönelik iç ve dış politikada savaşa dayalı saldırganlığı, HDP’nin seçilmiş vekilleri ve belediye başkanlarının görevden alınması ve tutuklanması, AKP-Tayyip kliğine yönelik her türlü muhalefetin baskı ve zorla cezalandırılması, demokratik hiçbir mücadeleye izin vermemesi, OHAL ile birlikte hem iç klik çatışması hem de demokratik kesimlere yönelik kamu görevlerinden atılma saldırısı, medya düzeninde ki tek seslilik, meclisin işlevsizleşmesi ve KHK’ler ile yönetme biçimine dönüşmesi ve son olarak CumhurBAŞKANLIĞI rejimi ile tek merkezden yönetme ve gücün bu merkezde toplanması gerçekliği karşısında “açık faşizme”, “tek adam faşizmine” geçildiği tespitleri ve tartışmaları boyutlanmıştır. Hemen belirtelim 2004’den itibaren özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin işletilmeye başlanması, Kürt meselesinde uzlaşma arayışları, Türk devletinin Ergenekon operasyonlarıyla yeniden kendisini emperyalizmin yönelimine uyumlu hale getirmesine iten adımlar, basın yayın ve örgütlenmede kısmi iyileştirmeler, askerin perde arkasına daha fazla çekilmesi gibi bir dizi argümanla artık Türkiye’de asgari bir demokratik rejimin kurulduğunu ve bundan geriye dönüşün olmadığı tartışmaları da 2015’e kadar yapılmıştır. Bu iki farklı uçlu tartışmayı aynı kesimlerin yaptığına dikkat çekmekte fayda var. Bu bağlamda muhalif halk yığınları başta olmak üzere, devrimci, demokrat ve ilerici güçlerin bu siyasal tutumlarda çeşitli düzeylerde etkilendiği bu ideolojik-politik iklimin etkisine girdiğini belirtelim. Bu anlamda bu tartışmanın karmaşıklaştırdığı, suyu bulandırdığı nokta ise devlet tahlili, faşist Kemalist diktatörlüğün niteliği, faşizm tahlilleri olmuştur. Bu karmaşanın devam ettiği nokta ise gelişmelerin anlaşılmasını, yönelimin niteliğini, Türk devletinin varoluşsal yapısını ve emperyalizmle olan ilişkisini, egemen sınıf kliklerinin çatışma ve buluşma noktalarını, halk yığınlarının doğru siyasal yönelime sokulması ve mücadelesini odaklamasını engelleyen sonuçlar doğurmuştur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Türk hakim sınıfları yarı-sömürge, yarı-feodal yapının üzerinde çıkarlarını gerçekleştiren, buna uygun olarak siyasal rejimini şekillendiren bir kuruluş felsefesine, ideolojisine sahiptir. Bu hiç kuşkusuz açık, örtülü ya da yarı-askeri faşist diktatörlük biçimindedir. Bu siyasal biçimden vazgeçmesi, onu terk etmesi onun kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını gerçekleştirmesini engelleyecek bir durumdur. Egemen sınıflar aynı zamanda siyasal tarihleriyle var olurlar ve bu siyasal tarihleri onların deneyim, alışkanlık, kültürel şekillenişidir. Onun politik rejimi siyasal tarihinden, kurucu öğe ve felsefesinden koparılamaz. Bu temel noktalarda yapılacak köklü değişim belli şartlar ve koşullara bağlı olduğu kadar, daha büyük çıkarların gerçekleşmesine zemin sunan ekonomik-siyasi gelişmelere bağlıdır. Bu temelde bunu belirleyen en önemli faktörlerden birisi de emperyalizm olgusu, onun ihtiyaçları ve bütünlüklü çıkarlarıdır. Bu belirleyenlerde oynama olmaksızın bir rejimin kendini başkalaştırması bir siyasal biçimden diğer siyasal biçime geçmesi olanaklı değildir. Ki bu geçiş yaşanırken de başta egemen sınıflar arasındaki çatışma olmak üzere, toplumsal çatışma ve mücadele oldukça kanlı ve sancılı bir süreç şeklinde yaşanır. Bir sabah uyanıp “burjuva demokrasiyi” bir başka sabah uyanıp “faşizmi” tercih edecek bir niyet meselesi değildir bu değişim. Bu sınıfsal, ekonomik, sosyal, siyasal temeli olan bir meseledir.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde genel olarak faşist diktatörlükler süreğendir. Bu anlamda bu durumun değişmesi toplumsal bir devrim meselesidir. Bu toplumsal devrim olmaksızın faşizme dayanak olan emperyalizme bağımlılık ve feodal artıklar ortadan kaldırılamaz. Bu genel bir gerçekliktir. Bunun dışında yaşanacak istisnalar yani egemen sınıfların toplumsal bir devrim olmaksızın siyasal rejimin biçimini değiştirmesi ancak emperyalizmin özgün ihtiyaçları, o ülkenin bulunduğu konumun gerektirdiği koşullarla mümkün olabilecek bir şeydir. Bu durum dahi kolay yoldan gerçekleşebilir bir şey değildir.
KEMALİST FAŞİST DİKTATÖRLÜK VE SÜREĞENLİK
Türkiye’de 1950’lerden itibaren faşizmin aldığı biçim esasta yarı-askeri faşist diktatörlük biçimindedir. Bu anlamda açık faşizm koşulları belli dönemler ve süreçler de başvurulan bir biçimdir. Açık faşizm parlamentonun tümüyle feshedildiği, egemen klikler arası çatışmaların tümüyle üstünün örtüldüğü, her türlü legal olanakların yasaklandığı, açık çalışma koşullarının kalmadığı, grev-ifade-basın-yayın olanaklarının kalmadığı koşullardır. Bu durum özellikle egemen emperyalist sistemin kurduğu ve örgütlediği genel siyasi yönelim, ideolojik-politik-kültürel hegomanik değerler sistemi, uluslararası gelişmeler ve eğilimlere paralel olarak, aynı zamanda o ülkenin toplumsal-siyasal tarihi ve yapısı ile ilgilidir. Ülkemizde Kemalist faşist diktatörlük 1950’den sonra esas olarak açık faşizm koşullarını tercih etmemiştir. Faşist diktatörlüğün biçimi esasta yarı-askeri, parlamenter biçim almış faşist karakterdedir. 1960, 1971 ve 1980 askeri darbe ve muhtıralarının birkaç yıllık kısa dönemleri hariç başvurduğu biçim budur. Bu genel emperyalist sistemden ve onun ihtiyaçlarından bağımsız değildir. Buna göre şekillenen bir faşizm gerçekliği söz konusudur. Türk devleti bu uluslararası koşullara ve emperyalizmin ihtiyacına göre siyasal kılıfa bürünen, faşizmi buna en uyumlu hale getiren bir yeteneğe ve deneyime sahiptir.
Faşist diktatörlüğü meclise, meclisten çıkan hükümetlere ve farklı egemen kliklerin kitleleri kendine yedeklemek için kullandığı ideolojik-siyasi argümanlara göre tanımlayan yaklaşımlar kökten yanlış ve hatalı yaklaşımlardır. Faşizmi parti diktatörlüğü biçimine büründüren yaklaşımlar devleti egemen sınıfların temsiliyetinden koparan bir yaklaşıma tekabül etmektedir. Faşizm özellikle ülkemizde bir devlet sistemidir. Bu rejim egemen olan kliğin belli oranda rengini vermesini sağlar. Ancak ülkemizde devletin niteliği, sınıfsal ve siyasal özü hiçbir kliğin ve onu temsil eden siyasi partinin faşist nitelik dışına taşmasına olanak vermez. Bu egemen sınıf partileri için demokrasi, hak ve özgürlükler, ezilen sınıflar ya da ulus ve inançlara yönelik olumlu söylemler sadece gerçekleşmemek üzerine kullanılan argümanlardır. Bu egemenlik oluşturmaya, diğer klikleri zayıflatmaya, kitleleri manipüle etmeye dönük söylemlerdir.
Ülkenin siyasal tarihi bunun örnekleriyle doludur. Örneğin; çok partili sisteme geçerken Demokrat Partinin demokrasi ve özgürlükler söylemi egemen hale geldiği noktadan sonra, devletin dümenine geçtiği yerde artık faşist devlet aygıtının geniş kitleler üzerinde uyguladığı tüm politikaların icrasının sürdürülmesine dönüşmüştür. 1970’lerin ortasında Sol-demokratik söylemlerle egemen konuma gelen Ecevit’in CHP’si faşist propaganda makinası olan “Milliyetçi Cephe” Hükümetlerinin pratiklerine rahmet okutmuştur. Emperyalizme bağımlılık, işgalci politikalar, Kürt ulusuna milli baskı ve halka yönelik katliamlarda tereddütsüz bir duruş içinde olmuştur.
1990’ların sonunda MHP’nin yükselişi ve aldığı yüksek oy oranı, o eksende oluşan koalisyon yalın kat ırkçı ve şovenist söylemlerle hükümete girmesinden kaynaklı “faşizm mi geliyor?” tartışmalarına liberal-burjuva ve “sol” çevreleri sürüklemiştir. Ancak bu partinin egemen sınıfların ihtiyaçlarına, devletin belirlediği temel yönelime tıpkı diğer burjuva-feodal partiler gibi esasta riayet ettiği, bunun uygulanmasında bir katör olarak konumlandığı pratikleri getirmiştir. Bu tarihsel deneyimler burjuva-feodal temele dayanan faşist partilerin sadece temsilcisi olduğu komprador burjuvazinin faşist devlet içinde çıkarlarına odaklanmanın ötesinde, devletin temel yönelimi ve ideolojik özüyle uyum sağlamanın dışına çıkmamıştır.
FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN KULLANDIĞI YENİ ÇEKİÇ
Bu durum bugün için Tayyip-AKP Hükümeti içinde geçerlidir. Bu parti 2002’de hükümete geldiğinden bugüne kadar ki süreçte faşist devlete uyum sağlama, devlet içinde kendi kliğini güçlendirme ama bu güçlenmeyi faşist devlet çarklarının lehine kullanma biçiminin ötesine geçmemiştir. Zira onun sınıfsal özü emperyalizme bağımlı komprador burjuvazi ve toprak ağalarının bir kliğinin temsiliyetine dayanmaktadır. Bu klik bir süreç boyunca emperyalist politikalara ve Türk egemen sınıflarının bölgesel yönelimine, iç politikada AB sürecine ve geniş kitlelerin faşizm lehine etkili yönetilmesine güçlü bir uyum sağlamış, bu bağlamda karşısındaki klikleri zayıflatarak devlet içinde güçlenmeyi başarmıştır. Süreç boyunca AKP-Tayyip kliğinin tüm politik manevra ve esnekliği, sistemin tüm geleneksel değer yargılarına muhalif söylemleri, devleti ve toplumsal yapıyı Ortadoğu eksenli eğilime uyumlu hale getiren din eksenli yönelimi, Kürt meselesinde “Kürt kimliğini” tanıyan tutumuna rağmen esasta Faşist diktatörlüğün temel felsefesinden, ana karakteristliğinden, sömürü aygıtlarından, baskı mekanizmalarından, işçi sınıfı ve emekçilere düşmanlıktan, ezilen ulus ve inançları inkar ve asimilasyondan ve katliamcılıktan asla vazgeçmemiştir. Bunun toplumsal ve siyasal gelişmelere paralel olarak aldıkları biçimler ayrı bir tartışmadır. Ancak özü esasta hiç değişmemiştir. Faşist diktatörlüğün Türk-İslam/Hanefi temeline dayanan yapısı korunmuş, güçlendirilmiştir.
Bugün ülkenin içinde bulunduğu politik ve ekonomik kriz, bölgesel ölçekte süren orta ölçekli savaş, Türk devletinin işgal hamleleri ve bölgesel sürecin şiddet ve savaşa dayanan yapısı, Ortadoğu’da çöken sistemler, değişme eğilimi gösteren sınırlar, Türk devletinin Kürt meselesi ekseninde bu değişimin kapısını çalması durumu onu daha etkin tek merkezde yönetme ihtiyacına götürmektedir. Bu bağlamda faşizm koyulaşmakta, meclis fiilen işlevsizleştirilmekte ve her türlü hak talepleri baskı ve zorla sindirilmektedir. Bu durumun geniş kitlelerin kemiğine bıçağın daha hissedilir şekilde değmesini getirmektedir. Bu koşulları açık faşizm olarak tanımlamak, “tek adama” dayalı tipik bir faşist diktatörlük olarak görmek esasta sorunu ve gerçeğin dilini konuşmamak olur. Bu faşist diktatörlüğün süreğen bir devlet biçimi olduğunu yadsıyan yaklaşımlara ve egemen olmayan faşist kliklere yaslanmayı daha fazla getirecek bir uzlaşmacılığı doğuracağı gibi, açık faşizmin uygulama ve politikalarının ne olduğunu da karartacaktır. Bu bağlamda MHP destekli AKP-Tayyip kliğinin ya da bir bütün Türk egemen sınıflarının “açık faşizm” niyetleri, geniş kitleleri bu şekilde yönetme hevesleri vardır. Ancak hala mecliste demokrasi isteyen güçlerin varlığını kabul etmek zorunda kalmak, tüm baskıcı sansür ve yasaklara rağmen bu alanda muhalif seslerin çıkmasını engelleyememek, hak taleplerinin olabildiğince sınırlı kanallarla da olsa legal biçimlerle gerçekleşmesi faşist diktatörlüğün açık ya da askeri faşist diktatörlüğe ihtiyaç duymadan yönetme koşullarının olduğuna işarettir. Ancak bu durum faşizmin koyulaşması gerçekliğine, devletin bu temelde “başkanlık” gibi yeni biçim arayışlarıyla şekillenme sürecine evrilirken aynı zamanda ırkçı-şoven söylemleriyle birlikte din eksenli propaganda ile faşizmin daha da koyulaştığı süreçte ortaya yeni ve güçlenen siyasal-toplumsal çelişkilerin belirginleşmesi durumuna vesile olduğuna gözlere kapatılamaz.
Değişimin biçimini ve özünü doğru kavramak önemlidir. Bu kavrayış geniş kitleleri doğru rotaya ve etkili bir sınıf savaşımına sürüklemek açısından gereklidir. Görünenle değil özle ilgilenmek ancak görünen ve algılananı daha berrak kavramayı ve politikada güce çevirmeyi sağlayabilir. Faşist diktatörlüğün özünü kaçırmak, yükselen ve güçlenen kitle öfkesini ve tepkisini bir klikle sıkıştırmak, eskiyenin işlevini kaybetmesi durumunda hayata geçen politikanın devletin ve egemen sınıfların çıkarlarıyla ilişkisini kurmada zayıflığa ve nihayetinde devletin ve egemen sınıfların kurbanlar vererek kendisini temizlemesine fırsat sunmayı getirecektir. İçinden geçtiğimiz süreçte AKP-Tayyip kliğinin güç ilişkilerinde palazlanması, bu palazlanmanın yarattığı koşullar ve özellikle bir bütün Türk egemenlerinin daha da koyulaşmış faşist diktatörlüğe duyduğu ihtiyaca en iyi yanıt veren yapısı gerçekliğe gözleri kapatmayı getirmemelidir. Türk devletinin tarihine yakından bakmak, güç dengeleri içinde palazlanan kliğin etkinliği ve bu durumun faşist diktatörlüğün 95 yıllık özünde değişime neden olmaması durumu unutulmamalıdır. Hiçbir tarihi koşul diğer başka bir tarihi koşulun aynısı değildir. Ama bir tarihsel süreci kapsayan ekonomik, siyasi, sosyal ve toplumsal sürecin temel özellikleri ve onun biçimde yarattığı değişimlerde o dönemin özelliklerini ve niteliğini karartmamalıdır.