“Kürt ulusu üzerinde acımasız bir ulusal baskı, vahşet ve sömürü uygulanmaktadır. Türk burjuva ve toprak ağalarının geçmişten bu yana Kürt ulusu üzerinde uyguladığı ulusal baskı ve katliamlar, günümüzde de ardı arkası kesilmeyen vahşetle sürüp gitmektedir. Böyle bir manzara karşısında kayıtsız kalmak, bağışlanmaz bir suç, iğrenç bir şovenizmdir.” (İbrahim Kaypakkaya)
Faşist TC devleti 9 Ekim’de efendisi ABD emperyalizminin izni ve Rusya’nın da dolaylı desteği ile Kürt ulusunun bölgedeki kazanımlarını ortadan kaldırmak hedefi ile Rojava işgal harekatına başladı. Türk hâkim sınıfları, mesele Kürt ulusunun en küçük kazanımları dahi olsa “Arjantin’de bile Kürt devleti kurulsa buna müsaade etmeyeceğiz” yaklaşımını her türlü baskı, inkâr ve imha politikasıyla yaşama geçirme gayreti içerisinde olmuştur.
Kuşkusuz egemenler açısından bu işgal harekâtının merkezinde Rojava’da Kürt ulusunun kazanımlarına yönelik tahammülsüzlük vardır. Kürt Ulusal Hareketi kan ve can pahasına DAİŞ’le mücadele ederken TC’nin DAİŞ’e verdiği açık ve dolaylı desteğin temelinde de bu olmuştur. DAİŞ’le yürütülen mücadelenin Kürt Ulusal Hareketi’nin kazanımlarıyla sonuçlanması sonrasında “Fırat Kalkanı” ile başlayan, Afrin ile devam eden ve şimdi Rojava işgali ile doruk noktasına ulaşan askerî harekâtları meşrulaştırmanın en temel argümanını ise “sınırlarımızda oluşan Kürt bölgeleri ülkemizi tehdit etmektedir” söylemi oluşturmaktadır. Ancak gelinen aşamada bu argümanın uluslararası kamuoyunda pek fazla bir karşılığı olmamıştır. TC, “tecrit olmaktan neden korkalım ki” diyerek cihatçı çeteleri ve İçişleri Bakanı SS’in “bizimle ittifak yapmak zorundalar” itirafını yaptığı ve tekrar hareketlenmesi için hiçbir desteği esirgemediği DAİŞ’i de yanına alarak Rojava işgaline girişmiştir. Kuşkusuz “tecrit olma” kaygısına rağmen bu kadar cüretkâr (!) olmanın arkasında ABD ve Rusya emperyalistlerinin işgal izni ve dolaylı desteği vardır.
Egemenler açısından Rojava’ya işgal harekâtının özü, Kürt ulusunun kazanımlarına ve özünde Kürtlerin ulusal-demokratik haklarına yönelik bir saldırıdır. Bu başka hiçbir gerekçeyle tanımlanamayacak kadar açık bir gerçektir. Ancak işgal harekâtının zamanlaması açısından ülkede yaşanan ekonomik ve politik atmosferin masaya yatırılması da bir zorunluluktur. Türkiye uzun zamandır ekonomik krizi iliklerine kadar hissetmektedir. Enflasyonun bir türlü tek haneli rakama düşürülemediği, üretimdeki düşüşün sürdüğü, birçok büyük şirketin konkordato ilan ettiği veya vergi indirimleri ve devlet desteği ile ayakta kaldığı, tarımda dışa bağımlılığın en üst seviyelerde seyrettiği, köylünün üretemez duruma geldiği bir süreçte resmi (!) kayıtlara göre işsizlik %13,3’e yükselmiştir. Şu anda ülke nüfusunun %20’si (16 milyon) açlık, yüzde 60’ı (48 milyon) ise yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Alım gücünün alabildiğine düşmesine rağmen yine de krizin faturası emekçilere kesilirken her güne yeni zamlarla uyanan emekçilere bir yük de artan vergiler ve maaşlardan yapılan kesintiler aracılığıyla eklenmektedir. Bu tabloya, her gün ortaya çıkan yeni yolsuzlukları, kadın cinayetlerini, taciz ve tecavüzü, kâr hırsıyla doğanın talan edilmesini, ulusal ve inançsal baskıları da ekleyince dipte biriken dalganın gücü hâkim sınıfları korkutmakta olduğu görülmektedir. Egemenlerin yönetme kabiliyetini direkt etkileyen ekonomik kriz, klikler arası dalaşla da desteklenerek bir yönetim krizi halini almıştır.
Tam da böylesi süreçler, kendiliğinden de olsa toplumsal muhalefetin gelişip güçlenmesi ve gerilemiş olan devrimci durumun gelişme eğiliminde olduğu süreçlerdir. Egemenler açısından bu tehlikeyi bertaraf etmenin birkaç yolu vardır. Bunlardan birisi gündem değiştirerek emekçi kitlelerin tepkilerini pasifize etmek diğeri de böl-parçala-yönet politikası ile birleşme dinamiği olan emekçi sınıflar ve ezilen kesimleri elimine etmek, sistem içine kanalize etmektir. Esası itibariyle ulusal hareketin kazanımlarına yönelik bir saldırı olan Rojava işgalinin zamanlama bakımından ekonomik-politik arka planı da bu şekildedir.
İşçi sınıfı, emekçi ve ezilen kitlelere karşı saldırı politikalarını yaşama geçirebilmek için hâkim sınıfların elindeki en önemli koz, ırkçı-şoven politikalardır. Rojava işgali bu konuda egemenler açısından “bulunmaz bir Hint kumaşı” olmuştur. Nitekim işgal saldırısı ile bu konuda geçici de olsa bir başarı sağlandığını vurgulamak gerekmektedir. “Vatan-Millet-Sakarya” politikası ile geri kitleler etkilenmiş, ilerici kitlenin bir kısmında ise şovenizm zehriyle bir kafa karışıklığı yaratılmıştır.
İşgal saldırısı ile beraber uzun zamandır hissedilen ekonomik kriz, şimdilik gündemdeki yerini işgal gündemine devretmiş, işgal gölgesi altında çıkarılan yeni yasalar, zamlar, vergiler hissedilmez olmuştur. İşçi eylemleri ve Kaz Dağları ve benzeri doğa katliamlarına, yolsuzluklara, kadın cinayetlerine, kayyum politikalarına karşı eylemler ikinci plana düşürülerek etkisi zayıflatılmaya çalışılmıştır. Savaş ve işgal kelimeleri dahi yasaklanarak şoven bir milliyetçilik üzerinden işgal meşrulaştırılmaya ve en küçük tepkiler dahi törpülenmeye, baskı altına alınmaya çalışmıştır.
Bahsini ettiğimiz arka plan, sistemin bir bütün krizi olarak öne çıkmaktadır. Tam da burada “muhalefettekiler” de dahil ülkemiz egemen sınıf klikleri, işgal saldırısında ortaklaşmıştır. RTE her ne kadar “bu operasyon vesilesiyle tüm vatandaşlarımı partimiz saflarında kenetlenmeye çağırıyorum” dese ve bu şovenist histeriden en çok -yerel seçimlerde yenilgi alarak güç kaybeden- AKP/MHP bloğu nemalanacak olsa da saldırının kendisi sistem ve devlet için bir soluk borusu olma özelliği taşımaktadır. Bu nedenle CHP-İYİP-Saadet Partisi tezkere oylamasına tam destek vererek işgale onay vermiştir. Burada CHP’nin “içimiz yana yana tezkereyi onaylıyoruz” söylemi bir kafa karışıklığı yaratmasın. Mevcut sistemin bu işgale ihtiyacı nedeniyle vermek zorunda olduğu onaya rağmen “içinin yanması” işgalin yaratacağı yıkım ve katliamlardan kaynaklı bir kaygı değil tam da özel olarak yerel seçimlerde yenilgiye (!) uğrattığı AKP/RTE bloğunun işine daha fazla yarayacağı içindir.
“SAVAŞA HAYIR!” DEĞİL “İŞGALE İZİN VERMEYECEĞİZ!”
“Bazı kimseler bizim ‘savaş her şeye kadirdir’ taraflısı olduğumuzu ileri sürerek bizimle alay ediyorlar. Evet doğrudur; biz devrimci savaşın her şeye kadir olması taraflısıyız. Bu kötü değil iyidir. Marksisttir. Rus komünist partisinin tüfekleri sosyalizmi yarattı. Biz de ortaya demokratik cumhuriyet çıkaracağız. Emperyalizme karşı sınıf mücadelesinin tecrübesi bize işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının silahlı burjuvazi ve toprak ağalarını ancak tüfek gücüyle yenebileceklerini göstermiştir. Bu anlamda bütün dünyanın ancak tüfeklerle değiştirilebileceğini söyleyebiliriz.” (Mao)
Mao, savaşı; sınıflar, uluslar, devletler ya da politik gruplar arasındaki çelişkiler belli bir aşamaya geldiği zaman, bu çelişkilerin çözümlenmesi için girişilen en yüksek mücadele biçimi olarak tanımlamaktadır. Ve bu durum sınıfların ortaya çıkışından beri var olagelmiştir. Savaşın haklı ve haksız savaş olarak nitelenmesi, hangi sınıf, ulus veya ülkenin yürüttüğüne göre değişmekte ve mutlaka bir sınıfın damgasını taşımaktadır. Komünistler, her bir savaşı değerlendirirken en başta onun haklı bir savaş mı yoksa haksız bir savaş mı olduğuna bakar, tutumlarını buna göre belirlerler.
TC’nin topraklarını işgal saldırısına karşı Rojava’da Kürt ulusunun yürüttüğü savaş, meşru ve haklı bir savaştır. İşgal saldırısının karşısında silahlı bir direniş, bir savunma savaşı örülmek zorundadır. Ve Suriye Kürdistanı’nda QSD, YPG, YPJ güçlerinin yaptığı budur. Çünkü toprakları işgal saldırısıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum onun meşruiyetinin temelidir.
Bu gerçeklik içerisinde TC ve ona bağlı çetelerin Rojava’ya dönük başlattığı işgal saldırısı karşısında can bedeli elde edilen kazanımları korumanın tek yolu silahlı direnişi her tarafa yaymak ve esasta kendi gücüne dayanarak savaşı büyütmektir. Burada girilecek politik yönelim işgale izin vermemek için haklı savaşı büyütmek, direnişi her tarafa yaymak olmalıdır. Çünkü sınır güvenliğini sağlama adı altında yok edilmek istenen, Kürt ulusunun kazanımları, varlığı, kimliği, dili, kültürüdür.
Nasıl ki tüm haksızlığına rağmen TC devleti açısından bu işgali zorunlu kılan nedenler varsa işgalin kendi varlığı da bedeller pahasına bir direnişi meşru kılmaktadır. Bu direnişin besleneceği, mayalanacağı alan elbette en başta haklı mücadele ve direnişin yaşandığı Rojava topraklarıdır. Burada TC’nin işgaline karşı duracak esas güç, halka dayanarak meşru savunmayı gerçekleştirerek saldırıyı püskürtme, kazanımları aktif bir direnişle koruma pratiğidir. Her türlü teknik donanım ve yanına ÖSO çetelerini alarak sivil halka saldırılarla başlayan işgal pratiğinin “barış” çağrıları ve “savaşa hayır” sloganlarıyla durdurulamayacağı bir gerçektir.
Her ne kadar uluslararası kamuoyunda TC devleti bir tecrit ve tepki ile karşı karşıya kalmış olsa da emperyalistler cephesinden sürecin esas öznesi olan ABD, Rusya ve Suriye devleti ile kurulan ilişkinin ince elenip sık dokunması gerekmektedir. Her iki emperyalist gücün gerek TC’nin işgal saldırısına gerekse de bu işgale karşı Kürt Ulusal Hareketi önderliğinde gelişen Arap, Asuri, Ermeni ve Süryani halkının meşru direnişine iki yüzlüce “eşit” mesafedeki tutumu doğru değerlendirilmelidir. Bu sözde “eşit” mesafenin kendi hesapları doğrultusunda geliştiği görülmeli ve buna göre bir tavır takınılmalıdır. Sürecin genel hattını ve çizgilerini kendisinin belirlemediği hiçbir hareketin bu aktif ve meşru direniş hattından başarı ile çıkması beklenmemelidir. Bu anlamda KUH’un asıl başarısı, kendi gücüne güvenme ilkesinden bir an bile taviz vermeden mücadeleyi geliştirip güçlendirmesiyle mümkün olacaktır. Her ne kadar güçler dengesi teknik olarak bir eşitsizlik yaratsa da kazanımın ilk ve en önemli adımı burada şekillenecektir.
GÖREVLERİMİZ
TC’nin işgal saldırısının seyrini belirleyecek tavrın öznelerinden birisi de ülkemiz ilerici, yurtsever, devrimci ve komünistlerinin konumlanması olacaktır. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda işgal karşıtı ortaya konacak her türlü refleksin işgalin ve direnişin gidişatına direkt etkisi olacaktır.
Egemenlerin yaydığı korku duvarlarına çarpan her sessizliğin TC’nin ekmeğine yağ süreceği unutulmadan bu süreci en militan dinamiklerle karşılamak ve yanıt olmak başta komünistler olmak üzere ülkemiz devrimcilerinin görevidir. İşgal saldırısına girişen her ülke gibi TC de süreci örerken bir dizi somut ideolojik ve politik yönelimle beraber pratik konumlanma içerisine girmiştir. Tüm bu adımların açığa çıkarılarak karşı hamleler geliştirilmesi için somut yönelimler belirlemek ve bu yönelimler ışığında harekete geçmek sürecin en acil görevlerindendir.
Bu anlamda işgalin altında yatan nedenler açığa çıkarılarak ülke halkına ve uluslararası kamuoyuna teşhiri yapılmalı, işgalci güç olarak TC’nin tecrit edilmesine ve kitle desteğinin kırılmasına hizmet edecek propaganda, araç ve pratiklerle oluşan her türlü kafa karışıklığı bertaraf edilmelidir. Özellikle ırkçılık üzerinden şekillenen ve halkın önemli bir kesiminden destek alan bu işgal saldırısının kırılacağı ilk halka burası olacaktır. Bu adımın temel halkasında, kitle çizgimize uygun olarak; en ileri kitlelerin harekete geçirilmesi, orta kitlenin devletin işgal saldırısına karşı çıkar bir pozisyona getirilmesi ve geri kitlelerin de en kötü ihtimalle işgal karşısında tarafsız bir pozisyona getirilmesi hedeflenmelidir. TC’nin bu işgal saldırısında bütün burjuva medyayı yanına alarak yaptığı kara propagandanın; Türkiye halkının ırkçı ve şoven söylemlerle etki altına alınmasının karşı hamlesi bu olacaktır. Bunun için en geniş görsel ve yazınsal A/P araçlarını, sosyal medyayı kullanmak oldukça önemlidir.
Bununla beraber kendi gücümüzle ve en geniş kesimlerle ortak platformlar kurarak kitle çalışmaları yapılmalıdır. Demokratik çerçevede basın açıklamaları, yürüyüşler, legal/illegal eylemler örgütlenmeye çalışılmalıdır. Yine işgalin ekonomik ayağını oluşturan ve açık/dolaylı desteğini sunan kurum, işyerleri, işletme ve sanatçıların ürünlerinin boykotunun örgütlenmesi de işgale mali ve lojistik desteğin sağlanmasına vurulacak darbelerden birisidir.
Ancak sürecin esas ihtiyacı militan kitle eylemleri ve askeri eylemlerdir. “Savaşa Hayır” ve “Barış” sloganlarının hükmünü yitirdiği bu süreçte en aktif direnişin örgütlenmesi ve serhıldanların hedeflenmesi oldukça önemlidir. “Savaş”, “barış” ve “işgal” kelimelerinin dahi yasaklandığı bu süreçte küçükten büyüğe bu direnişleri örgütlemekten başka yol kalmamıştır. Rojava’yı en aktif şekilde savunmakla beraber her türlü baskının boy verdiği bir süreçte harekete geçen halkı korumanın en önemli ayağı militan kitle gösterileri ve askeri eylemler olacaktır. Bu konuda hedef noktasında hiçbir sorunun yaşanmayacağı ortadadır. Önemli olan bu cüreti ve bilinci kuşanarak düşünsel ve pratik konumlanış içerisinde olmaktır.
Elbette tüm bunlar anın somut görevleridir. Bunun dışında esas olan ülke devrimini geliştirecek konumlanma içerisinde olmaktır. Süreç Rojava işgaliyle beraber ulusal ve sınıfsal başka çelişkilerle de ilerlemektedir. Rojava işgali ile bağlantısı olan ve ülke devrimimizin görevlerine işaret eden tüm çelişkilerin işgal saldırısı ile ilişkilendirilerek ortak bir mücadeleye evrilmesi, enternasyonal görevlerimizden birisidir. Bu anlamda sınıf mücadelesinin ülkemizdeki gelişim seyri dolaylı ve direkt olarak Rojava işgali ve karşısında gelişen direnişi etkileyecek bir konumdadır.
Rojava işgali karşısında, bulunduğumuz her alandaki konumlanmamız, ülke devrimimizi geliştirip güçlendireceği, örgütlenmenin bir aracı haline geleceği gibi her örgütlenme faaliyetimizin de anda Rojava direnişine katkı sunacağı bir gerçektir. Bu temelde Proletarya Partisi’nin yapmış olduğu 1. Kongre’sinde ortaya koyduğu; “Örgütlenirken savaşmak, savaşırken örgütlenmek. Örgütlerken savaşmak, savaşırken örgütlemek” perspektifi işgal karşısında sergileyeceğimiz direniş hattında temel referansımız olmalıdır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 17 Ekim 2019 tarihli 46. sayısından alınmıştır.