TC devletinin “Mali Eylem Görev Gücü (FATF)” tarafından Ekim 2021 yılında gri listeye alınmasıyla bir anlamda “Yüksek Risk Altındaki Ülke” olarak etiketlenmesinin ardından üç yıl geçti. Türkiye üç yıl sonunda FATF tarafından, takip edilen süreç neticesinde gri listeden çıkarılmış ve şimdilik “güvenilir ülkeler” arasına girmiştir.
FATF’ın esas misyonu kara para aklamayı, “terörün finansmanı”nı engellemek ve kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanı ile mücadeledir. Daha önce 2011 yılında, yine Mehmet Şimşek’in Maliye Bakanı olduğu dönemde gri listeye alınan Türkiye 2014 yılında listeden çıkmış ancak 2021 yılında listeye yeniden alınmıştır.
28 Haziran’da Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, attığı bir tweette “Başardık” diyerek duyurduğu gri listeden çıkış müjdesi ekonomik kriz ortamında sineğin yağından faydalanma çırpınışlarının yeni bir örneği olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. TC’nin gri listeye bile isteye ve her türlü riski göze alarak girdiğini anımsamak bu sonuca varmak için yeterli. O dönemde gri listeye girmeye neden olacak politikalardan faydalandılar, şimdi de çıkıştan faydalanmaya çalışıyorlar. Kısaca listeye girerken kendi çalanlar, çıkarken de kendi başlarına oynadılar. Sürekli geriye doğru giden ekonomik tabloda halk kriz girdabında boğulmaktayken Mehmet Şimşek politikalarıyla ekonominin düzelme eğilimi göstermeye başladığı iddiasına tutulan bir çanaktır bu “başarı”nın tek işlevi. Gri listeye girmek de dönemin politikacılarının “kara paradan ekonomik fayda sağlama” hamlesi olarak bir başarıydı oysa!
Bir ülkenin “gri listeye girme riski”ni göze almasını içinde olduğu ekonomik ve politik koşullar ışığında değerlendirmek gerekir. TC 2018 yılında dördüncü değerlendirme süreci ile takip edilmeye başlandı ve 2021 yılında FATF’ın 40 maddelik tavsiyesinden 2 maddeye uymadığı gerekçesi ile gri listeye alındı. Gerekçe gösterilen iki madde “kara para aklama” ve “terörün finansmanı” ile mücadeledeki yetersizlikti. Gri listeye alınma gerekçelerinden biri olan “terörün finansmanı” ile mücadeleyi yeterince gerçekleştirmeme pratiğine açıklık getirmek icap eder. Kuşkusuz FATF üyesi ülkelerin egemenler “terör örgütleri” kapsamına sınıfsal, ulusal devrimci örgütleri de almaktalar. FATF’ın TC nezdinde kast ettiği “terör” özellikle Suriye’de öbeklenmiş cihadistlerdir. Çoğu bölge gericilikleriyle ve emperyalizmle iş birliği halindeki bu gerici örgütlere, geçelim mücadele etmeyi TC’nin bizzat destek verdiği hatta kimilerini kurdurduğu bilinmektedir. Emperyalizmin uluslararası denetim araçlarından biri olduğu şüphesiz FATF’ın TC’yi gri listeye alırken dayandığı gerekçe buydu. Oysa bugün de söz konusu örgütlerle TC’nin ilişkisi sürmektedir. Bu gerekçenin üstü kazındığında asıl derdin TC’nin ekonomi-politikalarındaki kontrolsüzlük ve sınırların yerel politikacılar lehine zorlandığı gerçeği görülür. Söz konusu kurumun “kara para” ile bir sorunu olmadığı, sorunun “kendi denetimi” olduğu açıktır.
Gri listeye alınmadan önce Amerika Ticaret Bakanlığı Terör ve Mali İstihbarat Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda AKP iktidarı Suriye’deki cihatçı örgütlerin finansmanında aracı olmakla suçlanmıştı. Özellikle emperyalist efendilerinin Orta Doğu politikaları dahilinde bölgede konumlanan, emperyalistler arası çelişkilerden kırıntılarla nemalanmak isteyen faşist diktatörlüğün, efendilerine mahkûm ve sadakatle bağlı bölgesel bir güç olma hayali, olası Kürt ulusal kazanımlarını engelleme gayreti onu cihatçı çetelerle, sadece finansal anlamda sınırlı bir ilişkilenmeye değil askeri ve lojistik tam destek sunmaya doğru itmiştir. IŞİD’e gönderilen MİT tırları, ÖSO ile eğit-donat-savaştır politikası bunun somut biçimleridir.
Gri listeye alınmayı tetikleyen esas neden Türkiye’nin bu dönemde uyuşturucu kartelleri, suç örgütleri, uluslararası mafya grupları için kara para aklama merkezi haline gelmesidir. Vatandaşlık kazandırma dahil kayıt dışı paraların aklamasına olanak sunan devlet gelişmiş ülkelerdeki düzeni de etkileyecek düzeyde cazibeli bir ülke konumuna gelmişti. Kuşkusuz bu süreci ne tek başına AKP-MHP iktidarıyla ne bugün kurulu kirli ilişkilerle ne de teşhir olmuş karakteriyle ünlü dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yla açıklamak doğrudur. Nitekim TC’nin bahsi geçen dönemde tavan yapan ve halen devam eden “Kara Para Aklama” merkezi olma cazibesine yol açan süreç 2018 yılında uygulamaya konulan “Varlık Barışı” ile hız kazanmıştır.
Varlık barışı reel ekonominin küçülme eğilimi yaşadığı, sabit sermaye yatırımlarının büyümediği ve ekonomik durgunluğun baş gösterdiği bir süreçte sıcak para akışına duyulan ihtiyacın ürünü olarak yaşam bulmuştur. Bahsi edilen dönem Merkez Bankası kasasındaki döviz rezervinin dahi piyasaya sürüldüğü bir dönemdir.
2008’deki ABD merkezli finansal krizin etkisinin Türkiye’de de hissedildiği, krizi besleyen Covid krizinin yaşandığı, bununla birlikte “15 Temmuz Darbe Girişimi” sonrasında yasaların rafa kaldırıldığı, bir önceki “reform süreci atmosferi”nin mumla aranır olduğu, Demirtaş, Osman Kavala ve Gezi davaları gibi sembol davalarda AİHM kararlarının da tanınmadığı bir süreçte kayıt dışı da olsa sıcak paraya ihtiyaç çarpıcı ve üzeri örtülemez derecede açıktı. Tekelci sermayenin yaşadığı kriz ile kedi limanlarına çekilme eğilimi ve güven yitimi de bir anlamda Türkiye’ye sıcak para akışını kısıtlamıştı. Tam da böylesi bir süreçte “Varlık Barışı” dönemsel olarak Türkiye’ye sıcak para akışı sağlamanın dermanı haline gelmiştir.
Sıcak para akışına duyulan ihtiyaçla önü açılan kara para, kronikleşmiş ekonomik krize kesin bir çözüm olamazdı ve zaten amaç da bu değildi. Dönemsel misyonunu oynadığı düşünüldüğü anda ondan vazgeçmek, egemenler açısından ekonomi üzerinde yapboz etkisi olan politikaların değişimi kadar kolaydır.
Nitekim kronikleşmiş kriz daha da derinleşmeye başladığı anda 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimindeki rüzgârını da arkasına alan AKP-MHP bloku Mehmet Şimşek önderliğinde yeni ekonomi politikasına geçişin taşlarını örmüştür. Nurettin Nebati döneminde alay-ı vala ile gündemleştirilen “Nas emri” düşük faiz ve Kur Korumalı Mevduat politikasını rafa kaldıran AKP-MHP bloku, Mehmet Şimşek’in Ortadoks ekonomi politikasına onay vermek zorunda kaldı. Nitekim Nebati’ye açıklatılan ve uygulatılan “Ortodoks Politikalardan epistomolojik kopuşu” içeren “Yeni Türk Tipi Ekonomi” sistemi krize çare olmak bir yana, asalak sermayeyi şişirme pahasına Türkiye’nin geri dönülmesi zor bir ekonomik girdaba sürüklemesinin önünü açtı.
Mehmet Şimşek’in başa geçmesi ile yeniden dönülen Ortodoks ekonomi politikasının özünü tekelci sermayenin ve yabancı yatırımcıların Türkiye’ye giriş yapmasını sağlamak vardır. Gerekli olan güvenin ilk adımı öncelikle FATF’ın gri listesinden çıkmak oluşturmaktaydı. Gerek ekonomik gerek siyasal adımların buna göre atılması gerekiyordu. Bu anlamda iktidar ile “muhalefet” arasındaki normalleşme girişimlerini de bu temel içinde değerlendirmek gerekir. Tayyip Erdoğan’ın Özgür Özel’den talep ettiği Sosyalist Enternasyonal toplantısında Türkiye’ye dair olumlu bir imaj çizme talebi bu güven ortamının tesisine hizmet etmek içindir. Politik olarak da adımlar atılması gerekiyordu ki “takip edilen süreç” olumlu bir seyir izleyerek gri listeden çıkışı sağlasın. Dün göze aldıkları gri listeden bugün çıkmak için uyuşturucu çetelerine, mafya gruplarına, kara para aklayanlara yönelik göstermelik büyük operasyonlar yaparak imaj düzeltmekteler.
Döneminde kara para aklayanlara, çetelere, uyuşturucu ticaretine karşı papaz rolü oynayan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yerine cellat rolü oynayan Ali Yerlikaya’nın atanması bu oyundaki piyon hamlesinden ibaretti. Kuşkusuz Süleyman Soylu tarafından çıkar amaçlı kurulan ilişki ağlarına darbeler vurulsa da klik dalaşı barındırsa da gene alay-ı vala ile gerçekleştirilen operasyonlar serisi kamuoyuna sunulduğu gibi Süleyman Soylu’nun ve arkasındaki MHP desteğini tasfiye edilmesi değildir. Elbette içinde bir tür tasfiye de var ancak esas olanın Mehmet Şimşek’in yabancı sermaye ile görüşmelerinde elini güçlendirmesi olduğunu görmek gerekir.
Nitekim devletin kirli işlere doğrudan bulaşması Süleyman Soylu ile başlamamış onun görevden alınmasıyla da son bulmayacaktır. Devletin tüm kurum ve kuruluşlarında kirli işlerin parçası olan mekanizmaların örgütlendiği tarihsel tecrübe ile sabittir. Sadece uyuşturucu ticaretini el aldığımızda dahi bunu görebiliriz. “Pudra şekeri”nden uyuşturucu ticaretine soyunan aralarında bürokrat, tuğgeneral, savcı ve uzman çavuşların da olduğu olaylar somuttur. Bu, devletin yoz yüzüdür. Bu pratiklerin bir ayağını da toplumu yozlaştırmak ve kirletmek oluşturmaktadır. Özellikle Türkiye Kürdistanı’nda daha yoğun yaşanan bu trafiği yine sadece AKP/MHP iktidarı ile bağlantılı okumak yanlıştır. Bu bir devlet politikasıdır.
Netice itibari ile Mehmet Şimşek’in yeniden göreve geldiği ilk andan itibaren kısa vadeli hedefi gri listeden çıkmak olmuştur. Bir anlamda “eşeği kaybettirme” pahasına AKP-MHP iktidarı eliyle girilen gri listeden “eşeği bulma” sevinciyle müjde verilmiştir.
Kuşkusuz gri listeden çıkmak tekelci ve mali sermaye için bir tür yeşil ışıktır. Krizle boğuşan egemen sınıflar için bu önemlidir. Nihayetinde çıkış müjdesi, halk kitlelerini heyecanlandırmasa da tekelci ve mali sermayeye tebessüm ettirdi. Türkiye’nin gri listeden çıkmasının finansal sistemine olan güveni daha da güçlendirmesi, bankacılıktan reel sektöre kadar pek çok alanda olumlu yansımalarının görülmesi bekleniyor. Ancak krizden çıkış sağlayacak bir kudret de söz konusu değil.
Şimşek’in “IMF’siz” IMF politikalarının karşılığı krizden çıkış reçetesini tabana yaymaktır. Orta Vadeli Ekonomi politikasının her zerresinde yoksuldan alıp zengine vermek vardır. Ekonomik krizin yönetilmesinde ve sermaye akışının sağlanmasında çözüm faturanın kapsamının emekçiler aleyhine büyütülmesidir. Orta vadeli Program ile yapısal düzenleme emperyalist sermayeye sunulan güvencedir. Bu güvence daha fazla artı değer sızdırarak sömürüyü yoğunlaştırmak, yönetenlere sınırsız şatafat, yönetilenlere tasarruf politikası uygulamak, kazanılmış sosyal-ekonomik hakları tırpanlamak, dolaylı vergileri büyüterek “taban”ın sırtındaki yükü artırmaktır. Mehmet Şimşek’in Orta Vadeli Programı açıklarken söylediği “Yan etkisiz ilaç biliyor musunuz? Kısa vadede tabii ki aldığımız tedbirlerin etkisi olacak” derken kullandığı “yan etkiler” uzunca bir süredir emekçilerin ıstırabı olan uygulamalardır. Asgari ücretin açlık sınırının altına seyrettiği ve yeni bir zam için emarenin olmadığı koşullarda yarını nasıl çıkaracağını düşünen yığınların sayısı gün geçtikçe büyüyor. Egemenlerin tüm çırpınışları ekonomik krizin daha büyük bir yönetme krizine dönüşmesinin önüne geçmektir. Zira krizin faturasını zaten halkın sırtına yükleyeceklerini her fırsatta pervasızca dillendirmekteler. Kendilerinin girdiği gri listeden çıkış “başarı”sını gerçek ekonomiyi gizlemek üzere kullandıkları gibi, bitmeyen bir sabır beklentisi ile kitleler yönetilmeye çalışılıyor. Bu arada zenginin payı büyürken, yoksula ekmek kırıntısı dahi kalmıyor. Üreten biz, yaşamak için çırpınmak zorunda kalıyoruz.
Bizim yaşamamız için yok olması gereken bir sistem var. Sadece sömürü ile değil, her türlü yalan ve aldatmaca ile ayakta kalmaya çalışıyor. Sömürünün dizginsiz sürdüğü, her türlü temel hakkımızın gasbedildiği koşullarda tırmanan yoksulluğun yarattığı çelişkiyi örgütleyerek emperyalizme ve onun uşaklık edenlere yönelme görevini kuşanma zamanı…