[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Rus emperyalizminin Ukrayna işgalinin ardından, ABD emperyalizminin başını çektiği NATO kendi içindeki çelişkilerin derinleşen seyrini değiştirmek ve NATO içinde çıkarları birbiri ile çelişik halde bulunan devletlerin bu çıkar mücadelesini daha yumuşak bir zeminde yürütülmesini sağlamaya dair birçok adım atıldı. Yakın geçmişte Libya, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz özgülünde cereyan eden ve tüm çevrelerce görünen NATO içinde yer alan devletler arasındaki çekişmeler de bu sebeple daha düşük yoğunlukta seyretmeye başladı. Bununla birlikte özellikle uşak devletlere yakın zamana kadar çizilen esnek sınırlar, yani birbirleri ile mücadele edebilme ve kimin daha iyi uşaklık edebileceğine dair sınırlar daraltıldı, NATO ve müttefikleri içi gergin hat biraz daha yumuşatıldı. Ancak tümüyle ortadan kaldırılmadı, sadece emperyalist kutuplar arası çelişkilerin sertleşmesinin yarattığı ekonomik, askeri ve politik krizlerin daha iyi karşılanabilmesi adına bir ihtiyacın ürünü olarak bu mücadele geri bırakıldı. Doğu Akdeniz ve Ege’de de ilk etapta böylesi bir süreç yaşandı. Ancak özellikle bir kriz yumağı içinde çırpınan TC açısından emperyalistlerin kendisine tanıdığı hareket serbestisi olan alanları zorlama politikaları devam etmektedir. İçinde bulunduğu yoğun kriz hali başka bir yön izlemesine olanak vermemektedir. Bu sebeple içeride aralıksız saldırı politikalarını takip etmeye devam etmekte, dış politikada da alan buldukça bu politikayı sahaya sürmeye çalışmaktadır.
Kriz halinin ve emperyalist çelişkilerin derinleşmesi ile birlikte kısa süre öncesine kadar bölgede emperyalistlere uşaklık etmede yarış içerisinde olduğu Körfez ülkeleri gibi birçok devletle gerilimi yumuşatmış, hem emperyalistlerin birbiri arasındaki çekişmede bir rol bulabilmek hem de sıcak para akışı sağlamak için bu sözde diplomasi politikasına tutunmuştur. İsrail ile karşılıklı büyükelçilerin dahi atanacağı konuşulurken, dış politikada tükenmişlik TC açısından öyle bir hale gelmiştir ki Esad ile istihbarat düzeyinde görüşmeler sağlandığı açıktan ifade edilmeye başlanmıştır. Esad ve Erdoğan’ın doğrudan görüşme planları dahi artık dillendirilir duruma gelmiştir.
DOĞU AKDENİZ GERİLİMİ VE TC’NİN DIŞINDA KALDIĞI ÇEMBER
Ancak tüm bu yumuşama ifadelerinin içinde Yunanistan ile gerilimin arttığı izlenimi verilmeye çalışılmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda özellikle Oruç Reis isimli sondaj gemisinin tartışmalı MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) alanlarında sondaj çalışmaları yapması ile zirveye çıkmıştır. Uzun yıllardır iki ülke arasında, azınlık sorunu, Kıbrıs işgali, deniz ve hava yetki alanları, adaların silahlandırılması ve egemenlik ihtilafı zaten mevcut iken; tüm bu ihtilaflara MEB çatışması da eklenmiştir. Özellikle Kıbrıs çevresi ve Doğu Akdeniz’de başkaca birçok alanda zengin doğal gaz yataklarının keşfi, tüm bu ihtilafların yeniden alevlendirilmesine sebebiyet vermiştir. Doğu Akdeniz hidrokarbon yatakları için Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan arasında bir ortaklık oluşturulmuş; toplamda 122 trilyon metreküp rezervin olduğu düşünülen bu alanda ABD merkezli Exxon Mobil ve Fransa merkezli Total şirketleri başta olmak üzere alandaki kaynakların talanına ilişkin ihaleler sunulmuştur. Bu ortaklıktan Türkiye dışarıda bırakılmış, bunun üzerine kendi arama-tarama faaliyetlerine başlamış ve emperyalistlerden bir rol kapabilmek umudu ile sahaya çıkmıştır. Aynı zamanda Libya’da tutunduğu rolünü de bu alandaki çekişmede kullanarak bir deniz yetki anlaşması imzalamış ve bu anlaşmaya göre Girit’in güneybatısına kadar uzanan bir bölgede Türkiye, yetki iddiasında bulunmaktadır. Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs’ın büyük bir deniz yetki alanı bulunmakta ve neredeyse Türkiye bu alanların tamamen dışında kalmaktadır. Türkiye ise bu alanda pay sahibi olabilmek adına Münhasır Ekonomik Bölge tartışmalarında belirleyici olanın “kıta sahanlığı” olduğu, adaların kıta sahanlığına sahip olamayacağı (Yunanistan’ın bir ada ülkesi olmamasına dayanarak) yani yalnızca karasuları gibi dar bir bölgeye sahip olacağı, aynı zamanda Kuzey Kıbrıs’a da geniş bir yetki alanı ilan ederek, Yunanistan adalarından içerilere kadar geniş bir bölgede hak iddia etmektedir. Yani Türkiye’nin iddiasının kabul görmesi halinde Türkiye, bir yandan Mısır kıta sahanlığına, diğer yandan Girit çevresine kadar geniş bir bölgede hak sahibi olacaktır. Türkiye’nin bu politikasını, uluslararası politik arenada ihtilaflı durumlarda tarafların pazarlığı en üst perdeden açması için kullanılan maksimalist iddialar olarak değerlendirmek bir yana, niçin bu denli “egemenlik” tartışması ortaya çıkaracak kadar keskin iddialar ile sahaya adım attığını da açıklamak gerekmektedir. Özellikle Afrika’da kendisine son yıllarda özellikle ABD emperyalizmi tarafından biçilen kimi ileri karakol görevleri, Türkiye’nin bu sahada daha iddialı bir figür olarak yer edinebileceği fikrine yol açmıştır. Bir diğer olgu ve esas sorun ise bu bölgenin ekonomik ve stratejik önemi sebebi ile emperyalizme layık bir biçimde hem ileri karakolluk görevlerini daha üst düzeyde yerine getirebilme hem de bu alandan ekonomik fayda elde edebilme amacı oluşturmaktadır. Ancak bölgede kendisi gibi benzer çıkarlar için aynı paydada mücadele etmek isteyen uşak karakterde başkaca gerici devletler de mevcuttur. Bu sebeple bu alandaki politik ve ekonomik olarak kendilerine bütün pastadan küçük kırıntılar düşmesine olanak tanıyacak her mücadeleye, emperyalistlerin izin verdiği ölçüde girmekten geri durmamaktadırlar. Girit Adasının Güney kısmı yani Yunanistan sahası içinde yer alan 40.000 kilometrekarelik bir alanda Exxon Mobil ve Total şirketleri ile Yunan Petrollerinin konsorsiyumunda Yunanistan’ın payının yüzde 20 olduğu belirtilmektedir. Yani bölgedeki uşak devletler Türkiye ve Yunanistan arasında yürütülen çatışma, hidrokarbon yataklarının hakimiyeti mücadelesi veya sınırların nasıl çizileceği mücadelesi değil; bu maksimum yüzde 20 dolaylarında olacak emperyalistlerden artan kırıntının nasıl paylaşılacağının mücadelesidir.
“YUMUŞAMA” GİRİŞİMLERİ VE KONTROLLÜ GERGİNLİK SİYASETİ!
Bu alandaki arama tarama faaliyetleri, emperyalistlerce ileri zamanlara yayılmış, dolayısı ile gerginlik de düşmeye başlamıştır. Türkiye’nin sondaj gemilerini geri çekmesi, Yunanistan’ın ise Türkiye’nin çekişmeyi ekonomik alan çatışmasından çıkararak geniş çaplı tüm ihtilaflı konuları içine alacak şekilde derinleştirmesinin önüne geçmek için diyalog çağrıları ile birlikte sürecin git gide gerginliğinin azaldığı bir döneme girilmiş, hatta 13 Mart’ta Miçotakis Türkiye’ye gelerek Erdoğan ile görüşmüş, gerginliğin azaltılması noktasında ciddi ilerlemelerin kaydedildiği imajını vermiştir. Ancak 1 ay gibi kısa bir süre içerisinde tüm bu yumuşama resmi tam tersine çevrilmiştir.
Bu gerginliğin yeniden tırmandırılması ise Türkiye’nin kullanışlı bir uşak olarak yeterli rolün kendisine biçilmediğine dair oluşan hezeyan halidir. Son dönemde ABD emperyalizminin Avrupa ve Balkanlarda askeri varlığını artırma politikalarının bir ürünü olarak Yunanistan’ı devasa bir ABD askeri üssüne çevirmesi, Türkiye’nin Ege ve Doğu Akdeniz’deki rolünün azalmasına ya da sınırlanmasına sebep olmaktadır. Ancak iki devletin de üst notadan “gerginliği tırmandıran” açıklamalarına rağmen sahaya yansıyan gerginlik, iki yıl öncesine göre gerginliğin çok alt seviyelerde olduğu yönündedir.
GERİLEN İLİŞKİLER SAHADA NASIL KARŞILIK BULUYOR?
Son on yılların konusu olan “hava sahası ihlallerinin” köpürtülerek servis edilmesi dışında, 2 yıl önce donanma gemilerinin dalaş sırasında çarpışması düzeyinde bir gerginliğin olmadığı bilinmektedir. Elbette NATO içerisinde yer alan ve aynı emperyalist kampa uşaklık eden iki devletin arasındaki ihtilaf ve çekişmenin ne yönde seyredeceğinin kaderi de emperyalistlerin elindedir. Onların çizdiği sınırlar içerisinde bu iki gerici devletin birbiri ile rol mücadelesi yürütmesi ve çelişik halde olması emperyalistlerin yararına birçok olanak barındırmaktadır. Ancak bu çelişkinin derinleşerek bir çatışmaya dönüşmesi ise emperyalistler açısından her zaman istenilen bir şey değildir. Ege ve Doğu Akdeniz gibi hem ticari hem de askeri anlamda ciddi stratejik öneme sahip bir alanın iki yakasını tutan bu iki devletin arasındaki çatışmanın alevlenmesi, bu bölgede NATO ve ABD emperyalizminin de kontrolünün zayıflaması anlamına gelmektedir. Bu sebeple Rus emperyalizmine yönelik kıskacın daraltılması hamlesinde önemli bir payı olan bu alanda herhangi bir sıcak çatışmaya mahal vermeleri olası görünmemektedir. Kamuoyuna yansıyan savaş uçakları arasında yaşanan “it dalaşı” haberlerinin dönem dönem yoğunluğunun artması ise Yunanistan ve Türkiye arasında yeni olmayan, on yıllardır süregelen ve artık rutin olarak adlandırılabilecek bir durumdur.
Bununla birlikte TC yeni sondaj gemilerini sahaya sürmekte, ancak bunlardan kısa süre içinde göreve başlayacak olanlardan bir tanesini olan Abdülhamid Han gemisinin Doğu Akdeniz’de görev alacağı ancak, Kıbrıs ve Yunanistan’ın ilan ettiği görev alanlarının dışında yer alacağı belirtildi. Yani bu görevlendirmeden de bir gerilimin tırmanması beklenmemektedir. Ayrıca bu alandaki doğalgaz rezervinin keşfi, gerekli alt yapı çalışmalarının yürütülmesi, çıkarılması ve lojistiği; hem çok maliyetli hem de yıllara yayılacak bir süreçtir. Henüz araştırma faaliyetleri dahi emperyalist tekellerce sürece yayılarak ilerlemekteyken uşaklık çekişmesinin de yüksek perdeden devam etmesine yol açacak bir yerde durmamaktadır.
İki ülke arasındaki gergin hat, iki ülkenin halklarının egemen yerel gerici güçlere ve emperyalistlere karşı ortak mücadele geliştirmelerinin de engellenmesi adına korunmaktadır. İki ülke de kendi iç kamuoyunda bu gerginlik vesilesi ile şoven dalgayı diri tutmakta ve “ulusal beka” söylemleri ile iktidar konumlarını pekiştirmeye çalışmaktadır. İki gerici devlet arasında birçok ihtilafın bulunduğu muhakkaktır, bu ihtilaflar üzerinden oluşturulan gerginliğe zaman zaman ihtiyaç duymaktadırlar. Ekonomik olarak içerisinde bulundukları çöküntü halini bu gibi suni gerginliklerle gölgelemeye, halkı gerçek sorun ve çıkarlarından uzaklaştırmaya çalışmakta ve kendi gerici çıkarlarının hizmetinde tutmaya çalışmaktadırlar. Özellikle iki gerici uşak devletin de politikalarında sıklıkla işledikleri düşmanlık hukuku, onların çıkar çatışmasının niteliği berrak bir şekilde açığa çıkmaya başladıkça, halklar arasında karşılık bulmamakta ve öfke artık daha fazla gerici egemen sınıflara ve onların şoven politikalarına karşı yönelmektedir.