TC’nin, kuruluşundan itibaren görünürde statükonun korunması biçiminde bir bölge politikası benimsediği söylenebilir. “Yurtta sulh cihanda sulh” cümlesi, bu politikanın özeti olarak gösterilir. Fakat öte yandan bir “Misak-ı Milli” anlayışı olduğu da biliniyor. M. Kemal tarafından 1937 yılında Amerikalı general Mac Arthur’a söylendiği iddia edilen “Ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dâhil Batı Trakya’yı Türkiye hudutlarına katacağım” sözleri bölge politikasının şartlara bağlı olduğunu, komşu ülkelerin topraklarına göz dikildiği ve hak iddia edildiğini gösteriyor. 1960’lı yılların sonunda, Ecevit CHP sekreteri iken İnönü’nün bizzat kendisine “Şartlar el vermiyordu biz alamadık, fakat şartlar oluştuğunda siz Musul’u mutlaka almalısınız.” dediği kayıtlardadır. Aynı Ecevit’in şartlar oluştu ve Kıbrıs’ı aldık, sözleri de kayıtlardadır. Statükonun korunması politikasının koşullara içerili olduğu ve olası politika değişikliğinin imparatorluk bakiyesi olmanın getirdiği duygusal bir motivasyondan değil Türk komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının emperyalizmin işbirlikçisi olsa da emperyalistler adına veya onların onayıyla yayılmacılık heveslerinin bir sonucu olacağı belirtilmelidir. Buna bir örnek olarak 1991’de yaşanan “I. Körfez Krizi”ni verebiliriz. Saddam’ın başında olduğu Irak devleti Kuveyt’i yutmaya kalkışınca başını ABD’nin çektiği emperyalist güçler yer altı ve yer üstü zenginliklerinin kendilerine rağmen yutulamayacağını göstermiş ve Irak’ı vurma kararı almışlardı. Baba Bush, Özal’a “Biz güneyden, siz kuzeyden Irak’a girin, Musul ve Kerkük de hakkınız var, buraları alın” diyor. (Akt: ANAP’ın eski Sakarya mv. Yalçın Koçak) Aynı kaynağın anlattıklarına göre, Özal’ın Bush’a “Sayın Bush, bugün gir diyorsunuz yarın da çık dersiniz” dediğini, Bush’un “Kim girdiği yerden çıktı ki siz de çıkacaksınız… Kıbrıs’a girdikten sonra çıktınız mı?” biçiminde cevap verdiği belirtiliyor. Genel olarak politika, koşullar ve güç dengeleriyle ilişkili bir sorundur dolayısıyla TC uzun yıllar “yerleşik olanın korunması” anlamına da gelen statükonun korunmasını bölge politikası olarak benimsemişse de bu, Türk hâkim sınıflarının karakteri hakkında örneğin barışçı oldukları yönünde bir yanılsama yaratmamalıdır. Koşullar ve güç ilişkileri farklı bir politikaya hayat hakkı tanımadığı ya da tanımayacağı için uygulamadaki politikaya bağlanmışlardır. Faşist Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak ağaları gerçekleşme olasılığından bağımsız olarak diğer devletler ve onların hâkim sınıfları gibi yayılmacıdır. Yayılmacılık bütün gerici sınıfların güttüğü bir politikadır.
T. Kürdistanı üzerinde 100 yıllık siyasi ilhak TC’nin yayılmacı, işgalci karakterini gösteriyor; sorun şurada ki ekonomik olarak emperyalizme bağımlı yarı-sömürge, yarı-feodal yapı TC’nin sömürge savaşı yürütmesine, yayılmacı heveslerinin gerçekleşmesine imkân sunmuyor. S. Kürdistanı’nda belli yerlerin TC tarafından işgal edilmiş olması; I. Kürdistanı’nda 20 civarında üs bölgesinin ve denetlediği bir coğrafyanın bulunması ve son olarak Libya’ya asker gönderme kararı ve fiilen Libya’da bulunması ise bugünkü defakto durumda atılmış fakat kalıcılığı olmayan adımlar olarak görülmelidir. Bu gerçekle birlikte TC’nin özgün bir politikaya sahip olduğunu görüyoruz. Şöyle ki: Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak ağalarının hâkim kliği içerde politik İslamcı bir çizgi izlememekle birlikte bölge özgülünde politik İslamcı akımın bir biçimi olan İhvan hareketiyle yani Müslüman Kardeşler hareketiyle ilişkilidir. 2010-2011 de başlayan “Arap İsyanları” görece örgütlü olan İhvan’a kimi ülkelerde işbaşına geçme imkânı sundu; Mısır’da Mursi, Tunus’ta Nahda, Libya’da Adalet ve İnşa, Müslüman Kardeşler’e ait ve işbaşına geçmiş politik güçlerdi. Aynı dönemde Suriye İhvan’ı da harekete geçmiş ve BAAS rejimini zorlamaya başlamıştı. Sanki “Arap” değil yaşanan İhvan baharıydı! Fakat Amerika İhvan’dan desteğini çekti, Mısır’da Sisi, Mursi’yi devirdi. HAMAS Suriye’yi terk etti, BAAS rejimi direndi ve Suriye İhvan’ı tutunamayıp kapağı Türkiye’ye attı. Nahda ise İhvan’ın devamı olmadığını söyledi. Libya’da ise 2014 yılında oluşturulan Kurucu Meclis, hâkimiyet mücadelesine çözüm olmadı. İhvan’ı temsil eden Sarraj, belirlenen tarihte ülkeyi seçime götürmeyerek görevi devretmeye yanaşmadı. Hafter önderliğinde ve Tobruk’u merkez alan yeni bir iktidar oluştu ve Libya’da egemenlik mücadelesi aldığı yeni biçimle bugüne kadar sürmeye devam etti.
Faşist Türk egemen sınıfları “Arap isyanları”ıyla oluşan politik iklimde Müslüman Kardeşler’e yaslanarak nüfuz mücadelesi ve Yakın Doğu’da hegemon bir güç olma politikasını benimsedi. Bunu yaparken yanında Katar, karşısında ise Mısır, S. Arabistan, BAE vs. vardı. Yakın Doğu’da Sünni-İslam içerisinde yaşanan bu saflaşma tamamen söz konusu ülkelerin hâkim sınıflarının çıkarlarıyla ilgilidir. TC, Müslüman Kardeşler’i araçsallaştırdığı ölçüde ismini saydığımız ülkelerle ayrıştı; öyle ki İslam İşbirliği Teşkilatı başta olmak üzere kalıcı veya geçici tüm oluşumlarda TC ve Katar yalnızlaştırıldı. İhvan üzerinden hayata geçirilen politika, diğerlerini karşılarına alma dışında, TC ve Katar için askeri, siyasi, ekonomik alanlarda da somut, görünür sonuçlar üreten, üretmiş olan bir politikadır. Çünkü, Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak ağaları, içinden geçilen süreci yayılmacı heveslerini gerçekleştirebilir bir süreç olarak gördükleri ve İhvan olgusunun buna imkân sunduğunu belirledikleri için bu politikayı geliştirmişlerdir.
TC’nin güttüğü politika ve geliştirdiği ilişkiler biraz yakından incelendiğinde bölgedeki Şiilere dönük İran’ın izlediği politikanın bir benzeri karşımıza çıkmaktadır. Yakın Doğu ve Orta Doğu’nun birçok ülkesinde hatırı sayılır oranda bir Şii nüfus mevcuttur. İran bölgedeki siyasal, sosyal ve inançsal çelişkilerin boyutunu ve seyrini görerek inanç temelli bir gücün ve giderek bir blokun oluşumuna önderlik etmiş, örgütlü bir “Şii aks” yaratmıştır. Şii aks İran yayılmacılığının bir ifadesidir. Yakın zamanda ABD tarafından öldürülen Kasım Süleymani bölgedeki Şii askeri ve siyasi gücün oluşturulması, geliştirilmesi, sevk ve idare edilmesinden sorumlu biriydi.
Türk hâkim sınıflarının işbaşındaki kliği, İhvan’la bölgeyi domine etme gibi bir sürece girerken İhvan’ın temsiliyetinden bağımsız olarak İran’ı bir model olarak almış olmalıdır. Yakın ve Orta Doğu coğrafyasında Şiilik dışında politik İslamcı olarak fundamentalistler ve Müslüman Kardeşler mevcuttur. İşbaşındaki yönetimler alttaki bu politik İslamcı hareketten korkuyor, bunları bir tehdit olarak algılıyorlar. TC elinde tuttuğu Müslüman Kardeşler gücüyle bu oluşumun sürekliliğini sağlamanın yanı sıra İdlib’de olduğu gibi HTŞ (Heyet Tahrir El Şam) ve benzer güçlere de nüfuz etmekte, üzerlerinde etkili olmaktadır. TC tıpkı İran gibi bölge özgülünde askeri ve siyasi güçler oluşturmakta, bunlar arasında koordinasyon kurup bu güçleri belli hedeflere yöneltmektedir. ÖSO ve Libya, TC’nin uyguladığı politikayı anlamak açısından iki ayrı örnektir.
“Arap İsyanları” dalgası Suriye’ye vurduğunda TC, ABD emperyalizmiyle birlikte BAAS rejiminin devrilmesi ve Suriye İhvanı’nın işbaşına gelmesi için çaba harcadı. Rejim devrilmedi. TC, Suriye’nin geleceği hakkında söz söyler konumda olmak için “Suriye muhalefeti”ne yatırım yaptı, ÖSO’yu örgütledi, eğitti. ABD emperyalizmi ÖSO projesinden vazgeçti, ÖSO imkânı ya da gücü esasta TC’nin elinde kaldı. TC eldeki ÖSO gücüyle Suriye’de bir güç oldu, Cerablus, Azez, Bab ve Efrin, son olarak Gire Spi ve Serekaniye ÖSO kullanılarak işgal edildi. ÖSO S. Kürdistanı topraklarını işgal etme dışında da farklı amaçlar için de işlevlidir.
Libya’daki iki yönetimden biri Sarraj’ın başında olduğu Trablus hükümetidir. Sarraj, İhvancı Adalet ve İnşa Partisi’nin başkanıdır. TC başından beri Sarraj’la ilişkili olup Sarraj’a destek vermektedir. Fakat özellikle dengeler güçlü biçimde Hafter güçlerinin lehine değişmeye başladığı 2017 sonrası bu destek daha da artmıştır. Türk kontgerillasının parçası olan SADAT, Sarraj güçlerini eğitiyor ve fiilen savaşın içerisinde yer alıyor. Ayrıca SADAT’la aynı dönemde ÖSO içerisinden belli sayıda insan da Libya’ya gönderiliyor. TC ile Sarraj arasında gerçekleşen mutabakat ve TC’nin Libya’ya asker gönderme tezkeresi sonrası binlerce ÖSO’cu Libya’ya aktarılmış durumda. Libya ve Suriye özellikle Libya operasyonunun başındaki isim ise Korgeneral iken kadrosuzluk nedeniyle emekli edilmiş olan SADAT başkanı Adnan Tanrıverdi’dir. Bu kişi aynı zamanda R. T. Erdoğan’ın başdanışmanıdır. Görüldüğü kadarıyla TC’nin Kasım Süleymani figürü SADAT kurucusu A. Tanrıverdi’dir. ‘İslam Birliği kurulacak, Mehdi gelecek, sahayı düzeltmeliyiz’ demişti ve evet, sahayı düzeltmekle uğraşıyor.
Türk hâkim sınıflarının sözcüleri gerçekleşen işgal ve asker göndermeyle ilgili tezkereyi ‘Türkiye’nin bekası ya da Türkiye’nin savunması Libya’dan başlar’ gibi sözlerle açıklasalar da devreye koyulan yayılmacılık politikasıdır. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gerçekliği yayılmacı emellerin gerçekleşmesine imkân vermiyor, ineğe öykünüp şişen kurbağa örneği yaşanıyor. Girdiği yayılmacılık yolu, krizden çıkış yolu değil daha bir batma yoludur. Halkımızın yoksulluğunu derinleştirse de baskı ve katliamları büyütse de faşizm bu yolda kanlı ayak izleri bıraksa da kurtuluşunu değil yıkılışını adımlıyor. Bize de daha yüksek bir bilinç, daha güçlü bir örgüt ve daha büyük savaş için seferber olmak düşüyor.