18 Ekim’de ABD, Fransa ve Almanya’nın da içinde bulunduğu 10 büyükelçi, Türkiye’nin AİHM’in Osman Kavala için verdiği tahliye kararına uyması için ortak bir açıklama yayınladı. Bu açıklamadan sonra ise Tayyip Erdoğan, biraz sonra geri adım atmaya yazgılı olan, “bunları istenmeyen adam ilan etme” açıklamasını yaptı. Bu ortak açıklamaya ABD’nin önderlik etmesinden dolayı Tayyip Erdoğan’ın sert bir karşılık verdiği açıktır. ABD başkanı Biden ile resmi görüşme bir yana, New York’ta Birleşmiş Milletler binasının koridorlarında ayak üstü karşılaşmak için harcanan efora rağmen ortaya çıkan olumsuz sonuçtan sonra, G-20’de görüşmek için dikkat çekmenin elzem olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanlığı nezdinde, büyükelçilere yönelik alınması istenen tavır açıklamasından sonra bunun nasıl hayata geçirilemeyeceğine dair “dışişleri diplomasisi” devreye girmiş, Osman Kavala açıklamasının arkasında durularak “ülkenin içişlerine karışmamayı” taahhüt eden uluslararası Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine ABD büyükelçiliği bağlılığını açıklayarak, Tayyip Erdoğan’ın baştan geri adım atmaya mahkûm olan çıkışına aranan gerekçe bu şekilde sağlanmıştır. Elbette bu çıkışla birlikte Erdoğan G-20 zirvesinde Biden ile görüşmeyi garantilemiş, içerde “milli ve yerli” şovenizm balonunu bir daha ama oldukça cılız ve isteksiz bir şekilde şişirmiştir. Bu politik sonuçlar yanında Merkez Bankası’nın faiz indirimiyle dalgalanan döviz kuruna birde bu şekilde geçici ve geri çekileceği açık olan bir dalgalanma sağlanarak hem Merkez Bankası’nın kararının manipüle edilmesi başarılmış hem de kısa günün kârı olacak şekilde döviz kurundaki bu dalgalanmayla en yakın sermaye gruplarına tatlı bir vurgun olanağı sağlanmıştır.
Kuşkusuz büyükelçiler krizi “yapay bir kriz” olarak değerlendirilemez. Ancak TC’nin ABD, NATO ve AB emperyalistleriyle siyasi-ekonomik ilişkileri, “elçileri göndermeye” varacak düzeyde bir krizi kaldıracak nitelikte de değildir. Bu bağlamda ortaya konulan söylemsel sertliğin bir yanı daha iyi ilişkiler kurma ya da daha kullanışlı hale gelme mücadelesi olarak görülmelidir. Yani yaşanan sorun ve çelişkileri Türk devleti emperyalistlerle daha güçlü birleşme amacına hizmet edecek şekilde kullanmaya mahkumdur. Bunun gereği olan her türlü sertliği, tehdidi ve nihayetinde sınıra ulaştığını gördüğü anda geri adım atmayı hayata geçirebilir. Nitekim büyükelçiler krizinde de uşağı olduğu ABD emperyalizmine en etkili şekilde derdini anlatmayı başarmıştır. Bu tavır aynı zamanda onun bir dizi meselede gösterdiği direncin kırıldığı nokta da olmuştur.
31 Ekim tarihinde G-20 zirvesinde Biden ile Erdoğan arasında 20 dakika planlanan görüşme 1 saat 10 dakika olarak gerçekleşmiştir. Tayyip Erdoğan’ın görüşme sonrası yaptığı basın açıklamasının içeriğinde, cümlelerindeki “özeninde” her açıdan görüşmeden memnun olduğu anlaşılmaktadır. ABD başkanının belirlediği “S-400, Doğu Akdeniz, Suriye, Libya”, büyükelçiler krizine neden olan “güçlü demokratik kurumlar ve insan haklarına saygı”yı anımsatma ve “Türkiye’nin bir NATO müttefiki olarak önemini teyit etme” gündemleriyle görüşme gerçekleşmiştir. F-35 programından çıkarılmanın kesinleştirildiği “acaba F-16’lar alabilir miyiz” noktasına gelmiş bir Tayyip Erdoğan gündemi de toplantıda yer edinmiştir! ABD emperyalizmine ve NATO’ya göbekten bağımlı olan Türk hâkim sınıflarının son gelişmeler ve oluşan tabloda bu bağımlılıkları bir kez daha güçlü ve net şekilde teyit edilmiştir. Ancak yaşanan gelişmeler AKP-MHP faşist bloğunun ve Tayyip Erdoğan’ın emperyalist tekeller ve onların temsilcileri nezdinde ciddi bir itibar kaybettiği, bunun Türk hâkim sınıflarının klikleri arasındaki güç dengelerinde karşılığının kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını göstermektedir. Bir eğilim şeklinde örülen sürecin devam ettiği görülmektedir.
FAŞİST KLİKLER ARASI MÜCADELE, TEZKERE İLE CHP’NİN GÜÇ DENEMESİ!
Bu güç değişimini engellemek için Tayyip Erdoğan tüm kozları, olanakları ve politik argümanları hayata geçirmektedir. Bir yandan emperyalistlere hala güçlü işlevi olacağını anımsatma mücadelesi yürütürken içerde ise rakip klikleri “sopayla” tehdit etmekten ve baskı altına almaya çalışmaktan geri durmamaktadır. Tayyip Erdoğan, Büyükelçiler krizindeki şovenist rüzgârı arkasına alarak 27 Ekim’de TBMM grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara Çubuk’ta linç görüntülerini “millet size ders verir” retoriğiyle gündeme yeniden getirdi. Bu mücadelenin ne kadar sertleştiğinin, keskinleştiğinin ve hangi düzeye geldiğinin göstergesi niteliğindedir.
26 Ekim’de Irak ve Suriye tezkeresine yönelik CHP’nin sürpriz şekilde “hayır” tavrı ise klikler arası mücadele de hiç kuşkusuz politik bir meydan okuma, CHP’nin devşirdiği gücün politik sınanması niteliğindedir. Zira CHP’nin 2015’den bugüne her yıl düzenli gelen bu tezkerelere “evet” dediği ve yine aynı tutumu alacağı bekleniyordu. Ancak tezkerenin meclise geldiği gün “hayır” tavrı açıklandı. CHP’nin bu tutumu, AKP-MHP’nin Irak ve Suriye’de izlediği Kürt düşmanı ve saldırgan politikasına karşı bir öze sahip olmasından ileri gelmemektedir. Bu bir yanıyla Kürtlere göz kırpan bir siyasi hamledir ama esas olarak AKP-MHP egemen çizgisine ve pervasızlığına karşı bir güç gösterisi, kendi gücünü ve kamuoyu oluşturma ve yönlendirme durumunu test etme hamlesidir. CHP’nin bu tavrı oluşacak politik iklimi, üzerine yoğunlaşacak AKP-MHP “baskısını” yönetme kabiliyetine ulaştığına yönelik bir tutumu ve esasında yerli ve yabancı efendilerinden destek aldığı gerçeğini ifade etmektedir. Bu açıdan aldığı tavrı yani politikasını meşrulaştırma ve yönetme kabiliyeti aynı zamanda CHP’nin gücünü de test etme fırsatı anlamına gelecektir. CHP, tezkereye aldığı tavırla artık bir “eşiğin” aşıldığı, güç ilişkilerinde yeni bir eşiğe gelindiği mesajını vermektedir. Ancak bunu yaparken kendi ittifakının diğer üyesi İYİP ile danışıklı bir şekilde hareket etmeyi ihmal etmemektedir. Klikler arası mücadelede durmaksızın yeni hamlelerin yapıldığı, mücadelenin daha fazla kızıştığı, güç dengelerinin değişim arayışının ivme kazanarak devam ettiğini söylemek mümkündür.
İŞÇİ, EMEKÇİLERE VE KÜRT ULUSUNA SALDIRILAR DURMUYOR, DURMAYACAK!
Egemenler arası mücadele, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi düşmanı politikalarına, Kürtlere, kadınlara yönelik saldırganlığına, halkın örgütlü güçlerine karşı amansız ve acımasız bir politik saldırganlık içinde olmasına engel olmamaktadır. Ekonomik krizin sonuçları işçi ve emekçilere ağır bir yoksullaşma, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamamaya götürmektedir. Ücretleri enflasyon karşısında erimekte, sosyal haklar tırpanlanmakta, işsizlik tırmanmakta ve emek pazarında göçmenlerin de kullanılmasıyla yıkıcı ve öldürücü bir durum oluşmaktadır. Özellikle işsizliğe ve örgütsüzlüğün dayatılmasına karşı işçi sınıfının parça parçada olsa hak arayışları anlamlı bir direniş rotasına oturmaktadır. Direniş hattı grev eğilimiyle birleşmekte, sokaklara doğru bir akış hissedilir şekilde güçlenmektedir. Şimdi daha fazla işçi, memur, emekli ve esnafın başta Ankara’da meydanlar olmak üzere, sokaklara çıkarak sesini duyurması gerektiği, mücadele edilmeden hak verilmeyeceğinin anımsatılmaya başladığı görülmektedir. Mücadele hattı, örgütlenme eğilimi, isyan ve karşı durma bilinci gün be gün mayalanmaktadır. Faşizmin polis, yargı ve siyasi araçlarıyla oluşturduğu baskı ve sindirmeye karşı direncin daha fazla güçlenmesi söz konusudur. Böylesi süreçler yani her yönüyle çelişkilerin keskinleştiği koşullar, tüm değişim isteğini olanı kabul etmeme eğilimi besler, mücadele ve örgütlenme arayışını cesaretlendirir. Komünistlerin görevi ise bu arayışı ve eğilimi daha güçlü bir devrim bilinci ile donatmak, seferber etmek olmalıdır. Siyasi iktidar bilinci, onun yolu olan Halk Savaşını ve bu devrimci mücadelenin beslendiği kanalın halkın mücadelesi olduğunu kavrayarak, bunlar arasındaki sıkı ilişki ve mücadeleye önderlik etme sorumluluğunu üstlenerek şekil almak yaşamsal düzeyde ihtiyaç olan devrimci sorumluluktur.