Taylan’a… İkna Etmek İçin İkna Olmak, Bulmak İçin Aramak Gerekir!

İkna etmek için ilk önce kendin ikna olmalı ve inanmalısın ki ikna edesin. Bu inançtır ki anlatmaya, inandıklarına ortaklık edecek insanları da aratır, buldurur ve yola düşülür.

Bir sonbahar günüydü; yaprakların yavaştan sararmaya başladığı, kış için odun, kömür ihtiyaçlarının tedarik edildiği bir sonbahar günü. Arkadaşlarla o gün için işlerimizi tamamlamış büroda çaylarımızı yudumluyorduk. Küçük bir büroydu, tek odalı bir yer. Kapı açıldı ve içeri kocaman gülüşüyle Mustafa girdi. Onu öncesinden tanıyan arkadaşlar vardı ama biz o gün tanışacaktık. Hiç yabancılık çekmiyordu Mustafa. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibiydi, sarılıyordu. Kendine güveni ilk dikkat çeken izlenimi yaratıyordu. “Merhaba yoldaş ben Mustafa” diyerek sarıldı, daha ismimi bile söylememiştim ama buna zaten gerek yoktu. Mıstık bir nefeste kendini tanıttı. Sivas’ta okuyordu. Ailesinin ekonomik durumu öyle refah içinde yaşayan bir aileyi tariflemiyordu. Samsunlu Sünni bir aileydi. Nereli olduğunun hangi inançtan geldiğinin önemi yoktu ki zaten. Mustafa’nın peşine arayıp bulduğu da ailesinin, kendisinin insanların, işçilerin, kadınların, bunca yokluk, yoksulluk içinde yaşamasına sebep olan esas sebebin, temel etkenlerin neler olduğuydu. Mustafa bu sebepleri çoktan keşfetmişti. Aradığı tek bir şey kalmıştı. Nasıl yol yürünecekti? Ve Kutup Yıldızı’nın yol göstericiliğini arıyordu. Aradığı şey hakkında da zaten oldukça kol kat etmişti. Tüm bunları Mıstık tek başına kendisi aramış, bulmuş keşfetmişti. Kendisi ikna olmuştu, mücadele etmek gerekiyordu, edecekti. Nasıl yapacağını da biliyordu, tek başına olmazdı. Kendisi gibi yaşayan ve düşünenlerin bir araya geldiği bir birliktelik gerekiyordu. Yolun, yolculuğunda, yoldaşları arıyordu, bulmuştu da. şimdi bunu bilimsel yöntemlere dökmek, örmek kalıyordu… Daha fazla ikna olmak için daha fazla öğrenmek gerekiyordu. Mıstık soruyordu. Sorularına, cevap bulabilmek için dinliyor, dinlediklerini kavramak için gerekli gördüğü kitapları okuyor. Okuduklarını yaşama geçirmek içinde sabırsızlanıyordu.

Mustafa ile ilk tanışanlarda bıraktığı izlenim. Kararlılığı, kendi güveni, olgunluğu ve harekete geçmedeki isteğiydi. Birlikte sohbet edip, çaylarımızı yudumlarken, sorularına verilen cevapları özenle dinliyordu. Ki dinlemek çok önemliydi Mustafa için. İlk önce iyice dinlemeli ki anladığını anlayıp cevap olabilsin. Sohbet her geçen dakika koyulaşıyordu. Mustafa anlatıyor, yoldaşları dinliyor, yoldaşları anlatıyor, Mustafa dinliyordu. Bu esnada Mustafa ihtiyacı olabilecek kitapları öneriler dahilinde raflarda gözleriyle tarıyordu. Ama gözünün biri de saatten ayrılmıyordu. “Hadi yoldaşlar hazırlanmayalım mı? Basın açıklamasına yürüyüşe, az kaldı.” diyerek uyarıları yapan da Mustafa’ydı. Ulucanlar anma yürüyüşü ve açıklamasıydı… Yoldaşları hazırlıklarını yapmışlardı. Hazırlıkların yapıldığını öğrenince kendine kızdı “Keşke ben de size yardım etseydim” diyerek. Zaten sonrasında fazlasıyla telafi edecekti. Mustafa kitaplardan okumuştu ve birçok şeyi de öyle yaşamak istiyordu. Mustafa’nın istekli olması her tanıyanı etkiliyordu. Eylem öncesi heyecanı, açıklama-yürüyüş esnasındaki coşkusu… Sanki o an direnişin tam ortasındaydı. Halil oluyordu, yoldaşlarıyla omuz omuza. O anları görüyor, yaşıyor, hissediyordu. Belli ki Ulucanlar direnişine dair öncesinden okumuş, araştırmıştı… Ölümsüzleşenlerin isimleri okundukça Mustafa’nın yumruğu daha güçlü kenetleniyordu. Sesi daha gür çıkıyordu. Gözlerinden okunuyordu Mustafa’nın öfkesi. Yürüyüş sonrası doğal olarak değerlendirmelerde bulunuyor,  “Daha kitlesel olmamız, disiplinli olmamız” gerektiğini vurguluyordu… Bunların oluşabilmesi için de sorumluluk alması gerektiğini elbette biliyordu ve hiç tereddüt etmedi. Ne, nasıl yapılacaksa, katılmak, yapmak istiyordu. Beklemekle olacak iş değildi, iknaydı zaten; harekete geçmek gerekiyordu. Yarın üniversiteye gidecek, yoldaşlarıyla birlikte çalışmalara katılacaktı. Kaçta gidecek? Ne yapacak? Hepsini özenle dinliyordu. Tam zamanında yoldaşlarıyla buluşmuşlardı. Gün boyu verimli bir kitle faaliyeti de yürütmüşlerdi. Çalışmaya katılan yoldaşları Mustafa ile ilgili izlenimlerini “Mıstık birine yapıştı mı ikna etmeden bırakmıyor. Bildiriyi alanla sohbet ediyor. Almayan olursa da almadığına pişman ediyor. Çünkü bildiriyi zaten anlatıyor. Bir de yoldaş dinlenmeyi pek sevmiyor” diyerek gülüyorlardı. Evet öyleydi ve bu özellikleri daha da gelişip büyük bir inanç ve kararlılığa dönüşüyordu.

Mustafa’nın ailesi devrimci düşüncelere yabancı bir aileydi. Fakat o, düşüncelerini ailesine anlatmaktan hiç vazgeçmedi. Anlaşılmadığında ikna etmenin farklı yollarını denedi lakin ailesi tarafından engellenmeye çalışıldığında o duvarı yıkıp geçmeyi ustalıkla başardı. Ailesini hiçbir zaman gerekçe yapmadı. Mustafa artık eylemlerde, açıklamalarda, üniversitelerde gençliğin en çok tartışanı, emek vermekten çekinmeyen bir eylemcisiydi. Elbette bu coşkusunu Sivas’a da taşıyacaktı. Zaten yapıyordu… Sivas’a gitmesine az bir zaman kalmıştı… Üniversitede çalışma yürüten dostlara, sivil faşistler (İşçi Partisi) saldırmıştı. Dayanışma için üniversiteye gidenlerin içinde Mustafa da vardı. Üniversite kapısından girmek mümkün olmayınca (Çünkü ablukaya alınmıştı okul) birkaç denemeden sonra geri dönmeyi düşünenler olmuş ama Mustafa öyle kolay vazgeçmeyecekti, bir yolu olmalıydı. İçeride yoldaşları, dostları vardı. Bir süre sonra içeri girmenin yolunu da bulmuşlardı. Üniversitenin içi gergin ve hareketliydi… O gerginliğin içinde patlayan ses Mustafa’ya aitti. İşte durumun teşhirini yapıyordu meraklı gözlerle bakan öğrencilere. Mustafa sakin ve soğukkanlı, ne yaptığını bilen yoldaşlarından kopmadan nereye yöneleceğini görüyordu. Günün sonunda saldırı püskürtülmüş, Mustafa kendi doğallığında durumun olumlu-olumsuz yanlarını değerlendirip, deneyim çıkartıyor ve bunları hem anlatarak hem yazarak paylaşıyordu.

Sivas’a, okula gitme dönemi gelip çatmıştı. Ama bir ayağı hep Ankara’da olacaktı. Vedalaşmaya gerek yoktu zaten ekmek almaya giderken bile sarılıp gidiyordu yoldaşlarıyla birbirlerine. Sivas’a gidiyordu, yağmur damlası gibi sevdiği yâriyle birlikte. Gittikleri her yere birbirlerini yüreklerine taşıyorlardı. Düşleri belki ayrıydı ama sevdaları aynıydı. Şimdi Sivas’taydı, Sivas’ta faaliyet yürütüyor öğreniyor ve öğretiyordu. Sivas’ta uzun zamandan sonra ilk pankartlar açılıyordu. Açılan o pankartlar Mustafa’nın yüreğinde ne coşku ve umut yaratıyorsak başka diyarlarda, kentlerde de küçük ama önemli adımların mutluluğunu yaşatıyordu. Ve işte Ocak ayı gelmişti, Mustafa günlerdir bu dönemi yaşıyor, ne yapabileceklerini, nasıl yapacaklarını tartışıyordu… Umudun Ateş Topları’nı anacaklardı. Mustafa için olanaksızlık kabul edilebilir bir şey değildi. Daha doğrusu sonuna kadar mücadele etmeden vazgeçmezdi. Bulunduğu alanın olanakları oldukça sınırlı olsa da bir yolu olmalı, bir yolu bulunmalıydı. Bir kere karar alınmıştı ve vazgeçilemezdi. Mustafa başta olmak üzere yoldaşlar ellerinden geleni yaparak hazırlanmışlardı etkinliğe. “Sinevizyon, şiir, açıklama.” Bir anma programında olabilecek ne varsa tamamlıyorlardı. Son anda etkinliğin yapılacağı yerde sorun çıktı. Engellenmek isteniyordu anma fakat Mustafa bir yolunu bulacaktı. İş Mustafa’nın ikna yeteneğine kalmıştı ve sorun çözüldü. Artık başlıyordu anma programı. Mustafa öyle heyecanlıydı ki kalp atışlarının sesini yanındaki yoldaşlarının duymaması imkansızdı. Saygı duruşuyla başlayan anmada Mustafa’nın yumruğu kenetlenmiş, Mustafa’nın yüreği coşkun ve gözlerinde gurur ve inanç vardı. İşte defalarca gördüğü o görüntüler gözlerinin önünde akıyordu; “Meral bir, Haydar iki…” gözleriyle gördüğü yüreğine işliyor, bilincine yazılıyordu tek tek. Kim diyebilirdi ki “umut yok” diye, kim diyebilirdi ki “onlar artık yok” diye. İşte gözlerinde, bilincinde, omuz başındaki sıkılı yumruklarda, ses oluyor, can olup büyüyorlardı yüreğinde. Mustafa böylesi zamanlarda hep kendine sesleniyordu ve çağırıyordu, “bir adım ileriye” diyordu. Mustafa o adımları atıyordu ve her adım attığında yoldaşının elinden tutup omuz veriyor, emek veriyor ve güç katıyordu.

Okul dönemi bitmiş Ankara’ya gelmişti Mıstık. Duracak değildi, yaşadıklarını, okuduklarını bir süzgeçten geçirip yazıya döküyor, öğrenip, öğretmeye çalışıyordu. Kitle faaliyetlerinde örgütleyendi. Yoksul ailelerin evlerine konuk oluyorlardı. Gecekonduların bulunduğu mahallelerde, sokaklarda çocuklarla kocaman gülerek oyunlar oynuyordu. Çocukları zaten çok seviyordu. Misafir oldukları evlerde ev sahibi gibi, mutfağa girer hazırlıklara yardım eder, ev ahalisi itiraz ettiğinde Mustafa anlatmaya başlardı. İtiraz eden ikna olurdu. Öyle hızlı ve rahat ilişki kurabiliyordu ki bir mali sorun olduğunda veya bir ihtiyaç hasıl olduğunda akla gelen ilk yoldaşlardan biri oluyordu. Yoldaşları “Mustafa yoldaş kesin ikna eder” diyerek stresli birçok göreve Mustafa’yı öneriyorlardı. Zaten artık adı “ikna Mustafa”ydı. Yapılacak şey bir görevse, çözülmesi gereken ve mazeret yaratılmayacak bir durumu ifade ediyordu onun için. Elbette çözümsüz olduğunu gördüğünde bunu da değerlendirmenin gerçekliğini biliyordu.

Yoldaşlarıyla ilişkileniş biçimi ne kadar içten, samimi ise bir o kadar da nasıl davranılacağına dikkat ediyordu. Gereksiz sohbetlerden uzak duruyor, bir anlık boşluğa düşen olursa yoldaşlık sorumluluğu gereği kırmadan uyarıyordu. Malum her yoldaşın her şeyi bilmesine ve anlatmasına gerek yoktu… Bu zamanların dışında emek sürecine katılıyordu. Hem kendi ihtiyaçlarını karşılamak hem de kolektife katkı sunmak gerekiyordu. Hamallık yapıyordu, ilk işe gittiği gün yoldaşları da vardı yanında. Sabah erkenden gelmişti. Kahvaltıyı gidecekleri yerde yapmayı planlıyorlardı. Sigara içenler birer tane poğaçayı yemişlerdi bile. Kamyona binmeden önce yoldaşları “sen öne bin arkası hem toz hem de bizim şoför çukurları seviyor, işe başlamadan bir yerlerini kırabilirsin” diye takılsalar da Mustafa elbette kasaya bindi. Kamyon kasasında gülerek yol alıyorlardı. Çünkü eski hamalların yola, şoföre, hamallığın zorluğuna dair “övgülerini” dinliyorlardı. Mustafa hamallarla tanışıp sohbete başlamıştı. Hamallardan yaşlı olanı “oğlum sen okuyorsun, eli kalem tutan bir iş bulsaydın ya hamallığa gelmişsin ey kör olası dünya” diye iç geçirince sohbetin kapısı sonuna kadar açılmıştı artık. Yoldaşları izliyordu usta hamalla Mustafa’yı, işin nereye varacağını biliyorlardı. Kendi aralarında konuşup gülüyorlardı. Usta hamal “oğlum sen haklısın ama ne yapalım, elime bak, sırtıma bak, ömrümüz böyle geçti. Sen de bunlar gibi komünistsin anlaşıldı” deyince kahkahalar kamyonun kasasında patladı. Kamyon çukura girdiğinde artık gülmekten gözlerinden yaş geliyordu. Hamalların bir çoğu Çorumluydu. Kaypakkaya’yı ismen de olsa tanıyorlardı. İşe başladıklarında kimse Mustafa’ya kıyamadığı için küçük eşyaları Mustafa’ya veriyorlardı. Hem ilk gündü hamlardı ama Mustafa “bu adaletsizlik ama” diyerek sırtlanıyordu eşyaları. Ama bu sefer deneyim Mustafa’yı ikna etti… Yorulmuştu hem de çok yorulmuştu. 7. kattan 3. kata eşya taşımışlardı. Evet günlük yevmiyelerinin yanı sıra bahşiş de almışlardır. Dönüş yolunda iş bitiminde Mustafa düşüncelere dalmıştı. Yoldaşı sordu “Çok yoruldun. Yorduk seni değil mi?” diye, “Yok yoldaş ondan değil de 7. kattan eşya taşıdık. O evde neredeyse her eşyadan çifter çifter vardı. İki kamyona yakın eşya. Biz şimdi gecekondu mahallesine gidiyoruz. Hamallar orda yaşıyor. Bu binayı yapan işçiler de gecekondularda yaşıyorlar. Aradaki uçurumu düşünüyorum. Biz gerçekten çok doğru ve haklı bir yerdeyiz. Elbette arkadaşlar da bu uçurumu görüyorlar ama yürünecek yolu bulamıyor veya umutlarına rehberlik edecek şeyi göremiyorlar” diyerek ellerine baktı Mustafa. Yoldaşları durur mu hemen başladı türküye; “Hammal Ali, Ali emmi, her gün üç paket birinci, akşam olur basar sancı…” hep birlikte coşkuyla söylediler türküyü. Hamallar “bu bizim türkümüz” diyordu.

Bir sabah kapıdan gelen seslerle uyandı. Gelen polisti, hızlıca ne yapacağını, nasıl tavır alacağını düşündü. Tavır netti, gözaltına alındı ve tutuklandı. Kısa sayılacak tutukluluk sürecini de okuyarak ve üreterek değerlendirdi. Tutsakken yaptığı boncuktan saat hâlâ büro duvarındadır şimdi. Tahliye olduğunda hiç duraksamadı. Tereddüt etmedi. Şimdi İstanbul’da olma zamanıydı. O da öyle yaptı. Üniversitelerden liselere adımlarını hızlandırarak koşuyor, yetişmeye çalışıyordu. Hem Sarıgazi’nin doktoru da oradaydı. Tekel direnişinde işçiler Kızılay’ı zaptetmişti. Yoldaşları gece gündüz demeden direnişi zafere ulaştırmak için çalışıyor, emek verip bilinç taşıyorlardı. Özgüç oradaydı, Gül oradaydı, Hasret oradaydı. Mustafa ve yoldaşları durabilir miydi. Bekleyebilir miydi? Beklemediler. Semtlerden üniversitelere, üniversitelerden liselere, fabrikalara “Tek El Tek Yumruk Direnişe Omuz Ver” diyerek çalışıyorlardı. İşte liselerden ilk ve güçlü gelen adımların sesi duyuluyordu. Sarıgazi Mehmetçik Lisesi’nden Doktor’du bu sesi büyüten. Genç elleriyle işçilerin sesine ses katan, ellerini buluşturan. Doktor’un öncülüğünde sokağa çıkıyordu lise; bu coşkuyu, ne polis durdurabiliyordu ne de okul idaresi. Mustafa oradaydı Doktor’un sesini duyuyor. Sesine karşılık veriyordu. Ankara’ya işçilere, yoldaşlarına “Yalnız değilsiniz biz haklıyız ve kazanacağız” diyerek koşuyorlardı. Evlerinden, dükkanlarından çıkan işçiler, kadınlar, alkışlıyordu onları. Sanki bir geçit töreni gibi. Sloganlar büyüyordu, büyüyordu sokaklarda, Doktor’la Mustafa umut olabilmenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Kortej yürüdükçe büyüyor, büyüdükçe coşku artıyordu. Artık sadece liseliler değildi yürüyen; işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler yürüyordu. En önde Mustafa ve Doktor yürüyordu. Ankara’ya da direniş alanına da geldiler. Sarıldılar yoldaşlarıyla ama gören bu sarılmanın ne olduğunu, nasıl tarifleneceğini bilemezdi ki. Yaşamak gerekiyordu öyle sarılabilmek için, yoldaş olmak gerekiyordu sarılıp hissetmek için. Doktor’un haklı gururu, enerjisi gözlerinden okunuyordu. Ama durmaya hiç niyetleri yoktu. Getirdikleri pankartı görünür bir yere asmalıydılar. Sloganlar eşliğinde astılar pankartı ve bir an önce işçilerle tanışıp sohbet etmek istiyorlardı. Yorulmuyorlardı, gazete, bildiri, kitle çalışması… Tekrar İstanbul’a dönme vakti geldiğinde Doktor’un işçilerden ayrılmaya hiç niyeti yoktu. Ama okulunda, semtinde görevleri, sorumlulukları vardı, vedalaşıp ayrıldılar.

Mustafa’nın tutsaklık yaşadığı dönemden deneyimlediği şeyler vardı. Bunları paylaşmalıydı, ilk kendini eleştirdi, özeleştiri yaptı. İzmir’de bir toplantıda bu değerlendirmelerini kürsüden yapıyordu. “Yoldaşlar bu salonda bulunan bizlerin her birimizin tutsak olma ihtimali var hatta çok yüksek bu ihtimal. Sebeplerini biliyoruz ancak bir tutsaklarla yeterince dayanışma içinde değiliz. Bu olumsuz bir durumu teşkil eder. Bende tutsak düşmeden yeterince farkında değildim. Ama yaşayarak pratik edindim. Haliyle her yoldaşın koşulu uygun olan yoldaşların tutsaklara bir kartı, bir mektup yazması, denemesi önemlidir…” diyerek önceden hazırladığı kartları ve mektup adreslerini dağıtmaya başladı. Eleştiri yaptığı gibi kendisini eleştirmekten kaçınmıyor. İlk elden kendisine yöneliyor, sonra yoldaşlığın gereği olarak kırmadan yoldaşını daha güçlü kılabilmek için eleştiriyordu.

Günler geçti, zaman geldi. Yeniden yola çıkma vaktiydi artık. Mustafa yola çıkmaya hazırdı evvelden. Sıradakini bekletemezdi, inandığı, ikna olduğu yolda yürümenin coşkusu, heyecanı göğüs kafesini dövüyordu. Selam söyleyecek ve selam yollayacaktı bizden onlara, onlardan bizlere. Yol uzun, yol çetin… Kentlerden üniversitelerden kırlara ulaşmıştı yürüdüğü yol. Kat ettiği yol zorlu tırmanışları getirmişti. Umuda, direnişe direnç katmaya çalışmıştı. Şimdi dağlarına arasında kurulu küçük bir köydeydi. Yoldaşları karşılıyordu Mustafa’yı. Gülerek yaklaşan Sefagül, Gülizar ya diğer yoldaş, Erol’du evet Erol. Mustafa da yalnız değildi. Şair yürekli Hasan’dı yanındaki. O güne kadar hiç karşılaşmamış, tanışmamışlardı fakat öyle sarılıyorlardı ki sanki kırk yıldır tanışıyorlardı. Mustafa ve Hasan öyle heyecanlılardı ki Mustafa heyecanını sorduğu sorularla bastırmaya çalışıyordu ve hemen öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Sabırsızlanıyordu pratiğe girmek için. Hava kararmıştı, bir eve misafir oldular. Kısa da olsa sorulan sorulardan yoldaşları nefes alacaklardı. Ev halkı gelenleri görmenin mutluluğuyla hemen sofrayı hazırlamışlar, Mustafa ve Şair köy yaşamına dair köylülerle sohbete dalmışlardı bile. Köylülerse bölgeye yeni gelen gençleri tanımaya, kendi yöntemleriyle gençlerin ne denli bilinçli ve inançlı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Gençlerin çoğu üniversite okuyan gençlerdi. Bilirlerdi ki kısa zamanda gerilla yaşamına alışacaklardı. Acaba bu gençler hangi bölümü okuyor veya meslekleri ne diye işten içe düşünüyorlardı. Acaba doktor mu? öğretmen mi? mühendis mi? veya avukatlar mıydı? Çünkü koca koca okulları okurken buralara gelip elleri kat kat nasır tutasıya kadar çalışıyor, ömürlerini adıyorlardı. Bir an olsun “of” demiyorlardı. Bundandır ki köy halkının gözünde ayrı bir sevgi ve saygıyı da oluşturuyorlardı. Böylece Mustafa köylülere kimya mühendisliği bölümünü okuduğunu, Şair de öğretmenlik okuduğunu söyledi. Köy halkı sağlıktan anlayan veya avukatlık okuyanlardan öneriler almaya çalışır hatta reçeten yazdırmaya çalışanlar bile olabiliyordu. Bilgilerini karşılıklı paylaşmak ayrıca bir güven ve mutluluk kaynağıydı. Mustafa da ilerde köylülere gübreleme yöntemiyle ilgili önemli bilgiler ve öneriler sunacaktı. Teori-pratikle buluşacaktı Mustafa için.

O gün çok geç kalmadan köylülerden müsaade isteyip kalktılar. Malum köy yeriydi. Yarın çalışmaya başlayacaklardı. Yoldaşlarının hazırlıkları vardı ama Mustafa ve Hasan’ın üst başı yeterince hazırlıklı değildi. Ve ellerinde bir tane keleş vardı. Bu keleşi Mustafa mı kullanacak yoksa Hasan mı kullanacaktı. Yoldaşları karar vermek için konuşurken Gülizar söze girerek “Yoldaşlara soralım hangisi silah işine alışıksa ona verelim” dedi. Mustafa’nın öğrenme isteği ve girişkenliği olası tereddütleri ortadan kaldıracaktı. Yoldaşları deneyimli oldukları için keleşin nasıl kullanılacağını anlatarak Mustafa’ya verdiler. Öyle ya tutarken çok sıkarsan ellerin su toplardı. Dikkatsiz olursan başka tehlikelere yol açabilirdi. Öylece orta yere bırakılmazdı. Böylece Şair de yük taşımaya yardımcı olacaktı. Konaklayacakları noktaya yolculukları başlıyordu. Şair çantayı yerden kaldırdığında yükün biraz ağır olduğunu fark etti. gayet tabi çantanın içinde ne olduğunu merak etti. Yeni gelenler şanslıydı, yoldaşları Şair ve Mustafa’nın gelişini kutlamak için hazırlık yapmışlardı. Yabanda sürüden ayrılmış bir koyuna denk gelmişlerdi. Yapılacak yemeğin tedariğiydi çantayı ağır kılan. Ağır yükü paylaşarak yola koyuldular. Patikanın kimi yerlerinde el ele tutuşup düşe kalka vardılar yolun sonuna. Ama Mustafa ile Hasan bir hayli yorulmuş ve gözlerinden uyku akmaktaydı. Belki de bundan dolayı yol boyu sorulan sorular seyrelmiş, en sonunda sesleri çıkamayacak hale gelmişlerdi. Herhalde günün öğrenme safhasını bir yana bırakıp uyuyacak zaman ve yere ulaşmayı bekliyorlardı. Haklıydılar elbet, çok yorucu bir günü geride bırakmışlardı. Hem öyle bir gün ki yaşamları boyu hatırlayacakları, yeni bir zirvenin tırmanıldığı ve fethedildiği bir gün. O günün tüm yorgunluğu tatlı bir sızı gibiydi dizlerinde. İşte bu sızıyla o günden bu güne dolaşacaklardı ince uzun yolları.

İlk günün tüm anlam ve önemi serin bir gece rüzgarıyla salınıp duran ağaçların hışırtısıyla ve derin cana can katan uykusuyla bir ödüle dönüşecekti. Daha önce hiç uyumadıkları kadar güzel bir uykuya dalmışlardı. Ama ne yazık ki güzel olan her şey gibi kısa sürmüştü. Gerilla, tan ağarmadan erkenden yola koyulurdu. Şafak sökmeden uyanmışlardı, onlar için öğrenilecek o kadar çok şey vardı ki her anları sabırsızlıkla doluydu. Bir yoldaşları ateşi yakmıştı bile, kırmızı ve sarı alevler arasında kara demlik kaynıyordu. Oradaki ilk çaylarını yudumluyorlardı ve artık tutkuyla içlerini ısıtacaktı. Tabakasından hiç eksik etmeyecekti tütünü. Elleri kat kat nasır olacaktı ve yine gülecekti ellerine bakarken. Çünkü ellerdi yaratan. Halka umut taşımanın işaretiydi ellerindeki nasırlar. Yeni günde aldıkları her nefes ciğerlerine dolduğunda yeniden doğmuş gibi yapıyordu onları. Mustafa ve Hasan zamanla birbirini tamamlayan iyi bir ikiliye dönüşeceklerdi. Birlikte yürüyeceklerdi, kimi zaman adımları hızlanacak, kimi zaman yavaş ama emi adımlarla ilerleyeceklerdi. Yürüyeceklerdi, hiç tereddütleri yoktu. Şimdi selam yolluyorlardı gülüşleriyle. Onlardan bizlere, bizim onlara selamlarımızı ulaşmıştır muhakkak. Biz de selamlarınızı aldık, gezden, gözden, arpacıktan ve gülüşlerinizden.

Şimdi yüzlerce, binlerce yürek gülüşlerinize bakıyor. Sizin sesiniz olup sizi haykırıyoruz. İşte yine adımlıyorsunuz patikaları, caddeleri, sokakları. En önde siz varsınız, ardınızda uzayan kortejler. Dilden dile dolaşıp, bilinçlere işleyen düşleriniz, yürüyor Umudun Ateş Topları, yürüyor… Yürüyor, Taylan, Şerzan ve nice Halk Savaşçısı… Çiçekte bitmeyen tohumlar umutla büyüyor, rengarenk sarıyor tüm toprağı, doğayı.

Bir TKP/ML Dava Tutsağı