Tasfiyeci sürecin en önemli etkilerinin başında devrimci öznelerin nitelik olarak daralması geliyor. Bu daralmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri MLM kavramların, değerlerin, ilkelerin içeriğinin boşaltılmasıdır. Bu değer ve ilkeler ideolojik duruşun göstergesi olması açısından daha bir önem arz ediyor. İdeolojik duruşun zayıfladığı noktada, burjuva ideolojiyle aradaki farkın kapanması söz konusu hale gelir. Daha açık bir ifadeyle burjuva ideolojinin etkileri ve etkilenimler artar, devrimci yanı da çürütür. Bugün herkesin “devrimci” olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. İdeolojik duruşun aşındığını gösteren en bariz olgulardan biri anti-emperyalizmdir. Kavramın hem içeriği hem de devrimci ilke olması gerçekliği altüst ediliyor. Öyle ki bu köhne düzenin savunucuları dahi kendini anti-emperyalist ilan eder hale geldi. İşin kötüsü devrimci öznelerin bu sömürü düzeninin savunucularını anti-emperyalist olarak görmeleridir. Dolayısıyla anti-emperyalizmin bir kez daha ele alınıp tartışılması ve hakkını verenlere teslim edilmesi elzem niteliğindedir.
Emperyalizm ve anti-emperyalizm konusunda ilk durağımız kuşkusuz ki Lenin yoldaşın emperyalizm tanımı olacaktır. Bu tanım anti-emperyalizm konusunda hareket noktamızdır.
“… Emperyalizmin aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanım yapmak zorundayız; 1) üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamda tayin edici rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir seviyeye ulaşmıştır; 2) banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe geçmiş ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşi oluşturmuştur; 3) meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı özel bir önem kazanmıştır; 4) dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur; 5) kapitalist büyük güçler tarafından dünyanın teritoryal paylaşımı tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt 5, İnter Yay., 1995, s. 91)
Lenin yoldaştan öğrendiğimiz üzere emperyalizm tekeller ve büyük devletlerle sınırlı değil, bunları da içinde barındıran kapitalist sistemin en yüksek aşamasıdır. Bu anlamıyla emperyalizm, kapitalist sistemden koparılamaz veya ondan bağımsız ele alınamaz. Dolayısıyla emperyalizme karşı olmanın özünde, tekellere ve büyük devletlere değil doğrudan sisteme karşı olmak vardır. O halde anti-emperyalizm emperyalist kapitalist sisteme karşı olmakla özdeştir.
Teorik çerçevede emperyalizme dair devrimci çerçevede farklı tartışmalar olsa da özü itibariyle değişik bir yaklaşım söz konusu değildir. Sömürü ve talan noktasında hemfikirlik nesnel gerçekliğin kaçınılmazıdır. Fakat emperyalizme karşı mücadele veya anti-emperyalist kavramına yaklaşımda farklılıklar vardır. Bu farklılığın temelinde sisteme karşı koyuşta ideolojik ve politik şekilleniş olduğunun altı çizilmelidir.
Durumu daha vahim kılan olgu, tasfiyeci sürecin ideolojik saldırılarıyla birlikte liberal burjuva değerlerin daha bir etkin hale gelmesidir. Devrimci öznelerdeki niteliksel daralmayla birlikte dün devrimci anlama-içeriğe sahip olan kavramların bugün aşınmış ve farklı içeriğe büründüğü, buna rağmen devrimci olarak nitelendiği görülmektedir. Bu kavramlardan biridir anti-emperyalizm. Öyle ki düzen partileri (CHP, İYİP, Vatan Partisi) sömürücü sınıfın temsilcileri bile kendini anti-emperyalist olarak niteleyebilmektedirler. Meselenin somutlanması açısından Kaz Dağları eylemi iyi bir analiz örneğidir. Eylem, altın arayan çok uluslu şirketin (ÇUŞ) Kanadalı olması nedeniyle Kanada emperyalizmini ve ÇUŞ’u hedef almaktadır. Dikkat çeken nokta eylemde emperyalizme karşı duruşun olmamasıdır. Buna rağmen eylem anti-emperyalist olarak nitelendirilmektedir. Düzen partileri ve reformistler sınıfsal karakterlerine göre hareket etmektedirler. Bunu yaparken de devrimci kavramları kullanarak burjuva ideolojiyi egemen kılmaktadırlar. Burada reformizmin işçi sınıfı ve ezilen kesimler içinde nasıl bir burjuva ajanı olduğu daha net görülmektedir. Ortaya konulan eylem, söylemde emperyalizme karşıdır. Fakat bir anti-emperyalist eylem değildir. Anti-emperyalizm ideolojik ve politik olarak kurulu düzeni redde dayanmaktadır. İkinci olarak da faşizmi ve devleti doğrudan karşısına alır. Zira Kanadalı ÇUŞ’a Kaz Dağları’nda arama izni veren emperyalizm değil devletin kendisidir. Bu nedenledir ki düzen partilerinin “anti-emperyalistliklerinin” içeriği emperyalist tekeller ve bağlı oldukları ülkelerin emperyalizme karşı duruşundan bağımsız değildir. Dolayısıyla onların “anti-emperyalizmin” içeriği milliyetçi ve şovenisttir. Kaz Dağları’ndaki maden tekeline karşı çıkarlar fakat Burkina Faso’da maden Türk şirketine karşı çıkmazlar.
Bir diğer sorunlu yaklaşım ise kimi devrimci öznelerin pratiğinde görülmektedir: Kapitalist emperyalist sistemi anti-faşist temelde karşısına almasına ve savaşçı yönde pratik sergilemesine rağmen devrimci öznelerde anti-emperyalizm konusunda teori ve pratiğin uyumsuzluğu söz konusudur. Teorik, ideolojik ve politik olarak emperyalizmin ne olduğu ortaya genel olarak ortaya konulurken, baş çelişmenin emperyalizmle ezilen halk ve uluslar arasındaki çelişme biçimiyle belirlenmesi sorunlu bir yaklaşımdır. Bu belirleme anti-emperyalist mücadele kapsamında devleti aradan çıkarmaktadır. Emperyalizme karşı mücadele anti-faşizmden koparılmaktadır. Fakat ideolojik-politik anlamda ise anti-faşist mücadele benimsenmektedir. Teori ve pratik arasındaki bu uyumsuzluk başka noktalara da yansımaktadır. Bu durum ABD emperyalizminin saldırgan ve katliamcı olarak ön plana çıkmasından ziyade emperyalizm kavrayışı ve anti-emperyalist konumlanıştaki ideolojik yetmezliğin ürünüdür. Bu Marksizmden değil küçük burjuva ideolojiden beslenmenin kaçınılmaz sonucudur. ABD emperyalizmini diğer emperyalistlerden ayıran hiçbir niteliksel fark yoktur. Dünya halkları üzerindeki azgın sömürü ve kan kusturulmasından tüm emperyalistler sorumludur. Rusya, Çin, Kanada, Japonya ve Avrupalı emperyalistlerin eli en az ABD kadar kanlı ve kirlidir. Dolayısıyla anti-emperyalist konumlanış tek bir emperyalist ülkeyle sınırlı tutulamaz. Sistemi topyekûn karşısına alıp, onunla savaşan bir siyasetin düştüğü ideolojik açmaz sosyal şovenizmdir. Öyle ki anti-emperyalistlik adına emperyalistler arasında “ortak düşman” tespitiyle tercih yapıp Suriye paylaşım savaşında Rusya’yı kurtarıcı görmenin siyasi literatürde başka bir izahı yoktur. ABD’nin Suriye’deki amacı ve hedefi neyse diğer emperyalistlerin de amaç ve hedefi aynıdır. Anti-emperyalist tavır hem Rusya’ya hem ABD’ye hem de diğer emperyalistlere karşı ezilen halk yığınlarının yanında olmaktır. Bunun dışındaki yaklaşımların muhtevası ne olursa olsun anti-emperyalist nitelikte değil sosyal şoven niteliktedir.
Anti-emperyalizm konusunda bir diğer sorunlu yaklaşım, ABD emperyalizmine karşı tavır alan bazı devletlerin, kimi devrimci özneler tarafından da anti-emperyalist ilan edilmesidir. Bunun en bariz örneği İran faşizminin anti-emperyalist olarak görülmesidir. Kaddafi döneminde Libya, 1. Körfez Savaşı’nda Saddam’lı Irak, H. Chavez ve ardılı Maduro yönetimindeki Venezuela da bu konuya örnektir.
Her bir örneği Marksizmin temel teorisi olan devlet teorisi üzerinden değerlendirildiğinde bile bu devletlerin anti-emperyalist olmadığı açığa çıkacaktır. Bu ülkelerin anti-emperyalist olabilmeleri için Demokratik Halk Cumhuriyeti veya sosyalist bir niteliğinin olmaları gerekir. Burada söz konusu olan anti-emperyalizmin ideolojik bağlamından kopartılıp salt güncel politikaya indirgenmesidir. Anti-emperyalizm politik alanla sınırlı tutulamaz. Politik alan kabul edilse dahi devrimci özneler için esas olan halkların çıkarı olacağından yine bu devletlere anti-emperyalist denemez.
İran veya Venezuela’nın ABD karşıtlığı, sadece ve sadece ABD karşıtlığıdır. Emperyalizm karşıtlığı değildir. Bu karşıtlığın temelinde de her iki ülkedeki sosyalizm varlığından dolayı ABD’nin yaptığı baskı ve tehditler olmadığı malumun ilanıdır. ABD emperyalizminin pazar payı ve kâr oranının düştüğü, bölgesel çıkarlarının zedelendiği, diğer emperyalistlerle ilişkiler güçlendiği için yoğun bir saldırganlık içindedir. İran, ABD karşıtlığı yaparken, diğer yandan ülkeyi neoliberal politikalarla uluslararası pazara açmak için ABD tekellerine izin vermektedir. Ayrıca İran’ın, Rusya ve Çin emperyalizmiyle geliştirdiği ilişkiler göz önüne alındığında politik mecrada bile anti-emperyalist olmadığı görülecektir. Kaldı ki İran’da uygulanan sistem kapitalizmi reddeden bir sistem değildir. İran halkı sömürü, baskı ve zulüm altında ezilmektedir. Buna tepki olarak halk defalarca ayaklanmıştır. Faşizm en koyu biçimiyle uygulanmaktadır. Bu haldeki İran için anti-emperyalist demek diyebilmek politik körlüktür.
Venezuela içinde her ne kadar “sosyalist” söylem ön plana çıkarılsa da anti-emperyalizm konusunda İran’la aynı kefededir. Zira “21. yüzyıl sosyalizmi” yani “Bolivarcı Devrim”, Bolivarcı burjuvazi yaratmaktan öte geçemedi. Venezuela içinde keskin anti-emperyalist olduğu söyleminin ardında Rusya ve Çin yatmaktadır. İran’daki gibi Venezuela da ABD’ye “kafa tutarken” petrol anlaşmalarının çoğu ABD menşeili çok uluslu şirketlerdedir. Yine aynı şekilde ABD hedef alınırken Rusya ve Çin emperyalizmiyle ilişkiler geliştirildi. ABD’nin daha da saldırganlaşmasının sebebi Venezuela pazarındaki kâr payının azalması ve “arka bahçesi” olarak nitelendirilen Latin Amerika’da Rusya ve Çin’in güçlenmesidir. Söz konusu olan emperyalist rekabette Venezuela tavrını Çin ve Rusya’dan yana koymuş (ki bu tavır çıkar ilişkisiyle ilintilidir) ve bunu ABD karşıtlığıyla bezemiştir. Buna da anti-emperyalizm denmektedir. “Bolivarcı Devrim”in popülist politikalarının anti-emperyalizmle bir ilgisi yoktur. Anti-emperyalizm vurgusu Bolivarcı burjuva yaratmanın ve emekçi Venezuela halkını aldatmanın politik aracından başka bir şey değildir.
Aynı sorunlu yaklaşım yıllar önce Kaddafi için de sergilenmiştir. Kaddafi’nin kendi meşrebinde izlediği ulusal politikalar ve ABD karşıtı duruşu anti-emperyalizm olarak yorumlanmış ve nitelendirilmiştir. Fakat özünde Kaddafi de emperyalist kapitalist sisteme karşı değildi, sadece ABD emperyalizmine karşıydı.
Örnekler değişse de farklı somut koşullar ortaya konulsa da niteliksel bir değişim söz konusu değildir. Küçük burjuva bakış açısı, yaprak kıpırdadığında nasıl ki orada devrim görüyorsa, nerede bir ABD karşıtı söylem varsa orada da anti-emperyalizm görmektedir.
Konu kapsamında bir parantez de Kürt Ulusal Hareketi’ne açmak yerinde olacaktır. Ulusal hareket karakteri gereği emperyalizmle ilişki geliştirebilir. Zira özünde burjuva hareketlerdir. Burada dikkatle izlenmesi gereken veya sorun edilmesi gereken emperyalizmle ilişki kurulması değil kurulan ilişkinin niteliğidir. O nedenle ulus adına konuşma ve karar vermeden ziyade eleştiri hakkının kullanımı esas olmak zorundadır. Rojava özgülünde KUH’un emperyalizmle ilişki kurması da bu temelde takip edilmelidir. “İlişki kurulmaması”, “işbirlikçilik” gibi eleştiriler nesnel gerçeklikle örtüşmeyen eleştirilerdir. Anti-emperyalist kapsamında vurgulanması gereken nokta ulusal kurtuluş mücadelelerinde anti-kapitalist olmayan ulusal hareketlerin politik mücadelelerinin bir evresinde emperyalizmle ilişkilenmek zorunda kalmasıdır. “Kapitalist modernite” ve “demokratik toplum paradigması”nın her ne kadar kapitalizme “alternatif” olduğu söylense de “Rojava’da uygulanıyor” dense de bu politikanın özünde kapitalizmin, kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan reddi söz konusu değildir. Bu KUH’un niteliği ile de uyumludur. Zira kapitalizmin karakteristik özelliği olan özel mülkiyet konusunun nasıl çözüleceği noktasında açmazlar söz konusudur. Bugünkü savaş koşulları, ulusal sorunun tam anlamıyla çözüme kavuşamaması, emperyalizmin varlığı, Ortadoğu’da emperyalist rekabetin kızışması gibi etkenler bu açmazları görünmez kılan temel etkenlerdir. Esas soru ulusal sorunun çözümü gerçekleştiğinde –ki bunun anti-kapitalist temelde olmayacağı bugünden ve ‘paradigmadan’ bellidir- Kürt burjuvazisi kendi pazarına sahip olduğunda üretim, bölüşüm ve paylaşımın nasıl olacağı sorusudur. “Kapitalist modernite” teorisinin açmazlarından biri bu olurken aynı zamanda anti-kapitalizmden uzak bir ulusal hareketin farklı söylemlerde olsa kapitalizmi var edip yaşatacağının göstergesidir. Ulusal hareketin “paradigması” anti-emperyalist bir konumlanış gibi görünse de durum göründüğü gibi değildir.
Anti-emperyalizm devrimci bir tavırdır. Onu devrimci kılan şu ya da bu emperyalisti hedef alması değil doğrudan emperyalist-kapitalist sistemi ve bu sistemin zor aygıtı olan devleti iktidar perspektifiyle yıkmayı-parçalamayı hedef alıyor olmasıdır. MLM’leri reformistlerden, oportünistlerden, küçük burjuva ideolojilerden ayıran yaklaşım budur. Anti-emperyalizmi sınıf mücadelesinden, iktidar hedefinden, anti-faşist mücadeleden koparmak onu devrimci niteliğinden sıyırmaktır. Devrimci niteliği yozlaştırılan anti-emperyalizmden geriye milliyetçilikten, şovenizm ve sosyal şovenizmden başka bir şey kalmaz. Bugün karşı karşıya kaldığımız sorun da burada düğümlenmektedir. Devrimcilerin veya kendini işçi sınıfının öncü-örgütlü müfrezesi olarak tanımlayan politik öznelerin anti-emperyalizme dair yaklaşımları onların ideolojik ve politik duruşlarının göstergesidir.
Tasfiyeci süreç ve burjuva ideolojinin saldırılarına karşı MLM’lerin ideolojik duruşunu koruması tesadüfi değildir. Anti-emperyalizm konusunda teorik ve pratik uyumun korunması nitelik sorunudur. Dün olduğu gibi bugün de MLM’ler anti-faşist, anti-emperyalist mücadele niteliğinden taviz vermeden mücadelesine yön vermektedir. Anti-emperyalizmin Marksist niteliği ve devrimci bir tavır olmasının en önemli ayağından biri kuşkusuz ki pratik yani anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin yükseltilmesidir. Bu bilinç MLM’lerin görev ve sorumluluklarını artırmaktadır. Tasfiyeci süreç ve sorunlu yaklaşımlara karşı da mücadele etmenin sorumluluğu omuzlarımızdadır. MLM ışığında sürecin ihtiyaçlarına yanıt olalım, mücadele ateşini harlayalım.
*Bu makale Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 19 Eylül 2019 tarihli 44. sayısından alınmıştır.