Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim – II

Yazı dizisinin ilk bölümü (Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim – I) için tıklayın.

İNSANLIĞIN ORTAK DEĞERİ

Çalışmada tarım-gıda şirketlerinin egemen hale gelmesiyle 12 bin yıllık tarımın kadim üretim yöntemleri, tekniği ve hafızasının yok edildiği belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 21) Kapitalist üretimin, özellikle emperyalist nitelik kazanmasıyla beraber giderek toplum ve doğa aleyhine daha yıkıcı sonuçlara neden olduğu gerçektir. Bunun boyutları her gün daha iyi görülmekte ve onun artık her bakımdan aşılarak toplumsal mülkiyete geçmenin zorunluluğu, aciliyeti, önemi kendini yakıcı şekilde hissettirmektedir.

Emperyalizmin yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak ancak daha ileri bir üretim tarzıyla, önce sosyalizmle ve ancak onun sayesinde ulaşılabilir olmak üzere komünizmle mümkündür. Toplumlar daha ileri bir üretim tarzının ortaya çıkmasıyla, bu üretim tarzının mevcut ve eskimiş üretim tarzından üstün olup onun yerini almasıyla gelişerek bugünkü aşamaya varmıştır. Sonraki her toplumsal düzen önceki toplumsal bilgi ve kültür birikiminin ve bu birikimin ürünü koşulların içinden çıkarak daha ileri ve yeni bir toplum düzeni olarak kurulabilmiştir. Hiçbir toplumsal düzen kendinden öncekinden farklı bir toplumsal düzen olarak öncekinin tüm kültürel hegemonyasına son vermeden ve bunu sağlamak üzere kitlelerin desteğini almadan kurulmayı başaramamıştır. Bu tarihsel gerçeklikten hareketle diyebiliriz ki 12 bin yıllık tarımın kadim yöntemleri, tekniği ve hafızası ne tek bir tarza-içeriğe sahiptir ne de tek bir toplumun ürünüdür. Salt ve yalıtılmış bir biçimde “teknik”, “hafıza”, “yöntem” değerlendirmesi yapmak apaçık idealizmdir. Kapitalizm dahil tüm toplumsal üretim mekanizmaları tarım üretimini kendi üretim tarzları içinde geliştirmişlerdir ve “kadim gelenek” bunlarda sürüp gitmiştir. Dolayısıyla bu gelenek ne homojendir ne önceki toplumlar kapitalizm karşısında homojen bir gelenek oluşturur ne de kapitalizmden önceki herhangi bir toplumsal düzenin tarımdaki rolü bütünüyle toplumların, doğanın yararına üretimleri koşullayan özelliklerdedir. Toplumsal ihtiyaçlar ve üretim tekniklerinin belirlediği üretim araçlarının gelişimi üretim tarzlarını doğurduğu her durumda toplumlar daha güçlü bir üretim düzeyine eriştiler ve bu geçmişin tüm birikiminden daha ileri bir seviye olarak toplumsal gelişmenin “yararına” olmuştur.

Tohum için “tüm insanlığın ortak malı” (age, s. 162) denirken de aslında aynı şey söz konusu. İnsan toplumunun üretimi bakımından ortak bir değeri temsil ettiği, etmesi gerektiği doğru; ama her şey gibi o da özel üretim ilişkilerine tabi üretimin bir parçasıdır. Bu ilişkilerden soyut bir değere sahip olması o ilişkiler tarafından belirlenmemesi ile mümkündür. Bu da özel mülkiyetin sonlandırılmasına bağlıdır, bundan bağımsız bir şeyi idealize etmek küçük burjuva düşünce dünyasının ham hayalidir. İnsanlığın yaşamı-üretimi bakımından hemen her şey ortak bir değer taşır. İnsanlığın üretim tekniği ve üretici güçlerin seviyesi emeğin ürünüdür. Onları ortak değer yapan ya da onlarda ortak olan değer bu emektir. Kadim ve daimî olan budur; ama bu emek belli toplumsal biçimlerle bu biçimleri belirleyen üretim ilişkilerine tabi bir özellikte var olmuş, nihayetinde “ücretli emek” olarak kapitalizmde de şekillenmiştir. Bu özel mülkiyet ilişkileridir ki emeğin bütün ortak değerlerini özel değere dönüştürerek gasbedilmesi olanağını yaratmıştır. Bu halde burada bu ilişkileri görünmez kıldığı ölçüde ortak değerden bahsetmek bu değerler üzerinde toplumun ortak bir tasarrufta bulunamadığı gerçeğini de görünmez kılar. Özel mülkiyet, toplumun ortak değeri olan her şeyi bu özellikten soyutlayarak gelişir ve ancak üretim araçları özel mülkiyet özelliğinden soyutlandığında ortak değer yoğunlaşmış olarak üst düzeyde bir merkezileşme ile topluma mal olabilir.

Özel mülkiyetin gelişmediği bir toplumda insan üretim araçları üzerinde özel mülkiyet bilincine-birikimine sahip olmadığından buna ve toplumsal yaşamın onunla ilişkili üretimine bağlı bir hak kaybından bahsedilemezdi; haliyle insan, onun yokluğunu “yoksun bırakıldığı bir hak” olarak tarif edemezdi. Tarif edebilmesi için önce bunun koşulunun oluşması gerekirdi ve ancak yoksun bırakıldığı bir hak için insan mücadele edebilirdi, yani onun üretimine, bilincine sahip olduğu aşamada insan bunu konu edebilirdi. Bu ilkel komünal mülkiyetten özel mülkiyete doğru gelişim ile toplumun giderek ürettiği ortak değerlerden soyutlanmasıyla biçimlenen bir durumdur. Örneğin bu soyutlanma ile gen biliminin gelişmesinin sonucunda organizmaların genetiğini değiştirme koşuluna sahip olunması, insanın doğa karşısında bir ilerleme daha kaydetmesi demektir. Bilim-teknik emperyalistlerin mülkiyetinde olduğu sürece her ilerleme, toplumun-doğanın aleyhine sonuçlar üretecek olsa da insanlık için gerekli bilgiyi de içerir ve toplum söz konusu mülkiyet biçimini aştığında bundan doğan aleyhte sonuçlar ortadan kaldırabileceğinden bu ilerleme her şeye rağmen ilerlemedir. Toplum, bu imkânları sağlayan teknik koşulların toplumun aleyhinde değil lehinde kullanılmasını sağlamak için mücadele ederek onun toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırıp üretici güçlerin önünü sınırsızca açabilir. Toplumların tarihsel gelişimi her aşamada daha ileri düzeyde özel mülkiyeti geliştirerek veya her şeyi ona tabi kılarak üretim araçlarının merkezileştirilmesinin artan bir yoğunlukta gelişiminin sağlanması yönündedir. Bu ilerleme üretici güçlerin toplumsal gelişimine uygun olarak üretim araçlarının da toplumsal mülkiyete dönüştürülmesiyle üretici güçlerin özgürlüğünü sağlayabilir ve bu güçlerin ürettiği değerleri tamamen ortak kılabilir.

Kapitalizme kadarki bütün toplumların üretim tarzları daha az kusurlu özelliklere ve sonuçlara sahipmiş gibi kapitalizmin toplumsal devriminin her alanda onlara üstünlüğünün, sadece olumsuz sonuçlar nedeniyle görmezden gelinmesi kabul edilemez bir küçük burjuva yanılsaması-yanlışıdır. Marksizm bu yanlışa-yanılsamaya ne ortak olabilir ne de onu görmezden gelebilir. Çünkü bu aynı zamanda kapitalizmden daha ileri ve üstün bir toplum kurma amacına ve bu anlamda ilerici karakterine aykırıdır. Kapitalizmi, sadece olumsuz sonuçlarıyla konu edip küçük burjuva üretimi onun karşısında olumlamanın bir gerekçesine dönüştürenler doğrudan veya dolaylı olarak sosyalizmi de olumsuzlamış olmaktadırlar.

Tam da bu nedenle bu tezle ileri çıkanlar Marksist tarih görüşünün önemli ölçüde yanlış olduğunu, en iyisi eksik kavradığını ileri sürmüşlerdir!

GIDA EGEMENLİĞİ-GÜVENLİĞİ ÜRETİME EGEMEN OLMAKTAN GEÇER

“Gıda egemenliği endüstriyel kurumsal çiftliklere, toprağın merkezileştirilmesine ve liberalizasyona karşı, gıdayı temel insan hakkı görerek köylü tarımını ve ekolojik üretimi esas alan, doğal varlıkları koruyan bir yaklaşımla gıda ticaretinin yeniden düzenlenmesi dünya çapında açlığın ortadan kalkması ve toplumların demokratik bir şekilde barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesini talep eder.” (age, s. 178) Yazar, La Via Campesina’nın formüle ettiği bu görüşü savunmaktadır. Burada gene sorunun toplumsal üretimle, üretim ilişkileri vs. ile bağını görünmez kılan küçük burjuva ütopyacılığıyla karşı karşıyayız. Emperyalizmin üretim araçlarını merkezileştirmesi gelecekteki sosyalist üretimin maddi temellerini güçlendirmeye hizmet etse de bu ne kadar geç gerçekleşirse toplumlar o kadar büyük acılara, baskı ve sömürüye maruz kalır. Küçük üretim bunları sonlandırmak bir yana ebedi bir eziyete dönüştürmekten başka bir şey yapamaz. Gıda egemenliği-güvenliği adı altında savunulan şey bundan başka bir şey değildir aslında. Köylünün hangi üretim ilişkilerini yaşatacağı ve bununla toplumsal ihtiyaçların ne düzeyde karşılanacağı üretim ilişkilerinin ileriye doğru toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştireceği açıklanmıyor. Köylünün gıdaya-tohuma egemen olması pazara egemen olmasını sağlayamayacağı gibi onun sömürülmesini de engellemez, halkın ihtiyaçlarının yeterli, sağlıklı, güvenli şekilde karşılanmasının da garantisi olmaz.

Kamu güvencesi, sağlıklı, yeterli ve güvenli gıdaya erişim için temel alınarak, “tohumda egemenliği korumak gıda egemenliğini korumak” (age, s. 164) olarak savunuluyor. Burjuva-feodal devletin egemenliği altında bunun mümkün olmayacağı açıktır. Kamuculuk devletin sınıfsal karakterinden bağımsız bir şey değildir ve halk için temel bir güvence oluşturmaz. Kamuculuk gereğinden fazla önemseniyor. Halbuki tohumda egemenlik gıda egemenliği ile eşdeğer bir koşul değildir. Köylü tohumu kendi üretse, geleneksel tohumla üretim yapıyor olsa bile gıdada pazar koşulları üzerinde belirleyici bir rol kazanmaz. Tam da bu yüzden milyonlarca köylü, buna rağmen ne ürettiğinin karşılığını alabiliyor ne de köylüler ürettiklerinin pazarda satış koşullarını belirleyebiliyor. Üretimin, pazarın egemeni küçük üreticiler değildir, belirleyici olan komprador burjuvazi, toprak ağaları, tefeci-tüccar sınıfıdır. Böyle olduğu için üreticiden üretim fiyatının hatta bazı dönemlerde maliyet fiyatının altında bir fiyatla alım yapılmakta, bunun 5 ila 10 katı fiyatla halka satılmaktadır. Geleneksel tohumla üretim yapıldığında da yani tohumdan tohum alındığında da köylülerin ciddi sorunlarla karşılaştıklarını, tohuma egemen olarak gıda, üretim pazar koşullarına da egemen olmadıklarını biliyoruz. Meseleleri tamamen üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinden bağımsız biçimde idealize etme hali gerçekte sorunları çözümsüz bırakmakla eşdeğerdir. Bütün bunlar sanki üretimin bütün ilişkilerini belirleyen bir halka gibi düşünülürse hem ilişkinin yanlış tarifi ile küçük üretimin savunulmasına kapı açılır hem de üretim ilişkilerine egemen olan üretim tarzı ve gerçekte hangi sınıfların egemen olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratılır. Gıda-tohum egemenliği/güvenliği toplumsal üretimin bütün olarak bir parçasıdır, dönüşümü de bununla birlikte tanımlanabilir. Bundan ayrı olarak kendi başına bir egemenlik/güvenlik savunusu toplumsal üretim tarzının mevcut ilişkilerinin tahkimatından öteye geçemez.

Toplumların barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesi savunusu da köylü tarımına, üretimine dayanan toplumların dahil özel mülkiyetli toplumların sınıflara ve sınıf mücadelesine dayalı yapısını bunların toplumsal dayanağını/ilişkilerini görünmez kılarak ve kitleleri sınıf mücadelesi konusunda aldatarak özel mülkiyet sorunu çözülmedikçe barış içinde bir arada yaşama savunusunu emperyalist burjuvaziye hizmet etmesi kaçınılmazdır. Özel mülkiyete dayalı emperyalist sömürü tahakküm sürdükçe toplumlar ancak buna karşı mücadele ile özel mülkiyeti ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği sağlayabilir ve barış içinde hayatlarını/ilişkilerini sürdürebilirler. Böylece halkların karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelmede de sosyalist bir dayanışma geliştirilebilir. Toplumların demokratik temelde örgütlenmesi ve ilişkiler kurması her şeyden önce toplumsal üretim ilişkilerinin demokratik bir karaktere sahip olmasını gerektirir. Çünkü toplum için önemli olan maddi yaşamını sürdürebilmektir, bunu nasıl sürdürdüğü ise üretim ilişkilerine bağlıdır. Bu ilişkilerin demokratik, eşit olabilmesi toplumsal bakımdan bir sınıfın diğer sınıfları tahakküm altına alarak sömürmemesini gerektirir. Bunun temeli toplumsal mülkiyettir dolayısıyla öncelikle toplumların demokratik ilişkiler kurmasına eşit yaşamasına engel olan özel mülkiyetin olumsuzlanması/ortadan kaldırılması gerekir. Toplumlar bunu başarabildiği ölçüde üretimi demokratik temelde gerçekleştirebilir ve karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelebilirler. Köylü üretimi hem özel mülkiyete dayalı yapısı nedeniyle hem de toplumsal üretimi karşılayabilecek kapasiteye sahip olmaması nedeniyle toplumda demokratik ilişkileri egemen kılamaz. Bu üretim ya küçük özel niteliğiyle toplumsal ilişkilere sefil bir ebediyet kazandırabilir ya büyük özel mülkiyete dönüşerek bunu sürdürebilir ya da bütün bu sefaleti ile tarihsel yok oluşa sürüklenir. Bunlardan başka topluma sunacağı bir gelecek yoktur. Onun bütün olarak karşı olduğu şey büyük üretim ve toplumsal mülkiyettir. Toplumların bu yöndeki ilerlemesini küçük üretim araçlarının üretim güçleri sonsuz şekilde parçalayarak, kötüleştirerek tecrit ederek engeller, toplumu köylünün dar çıkarlarına hapseder.

Toprağın merkezileştirilmesi burjuva-feodal mülkiyetin egemenliğinde gerçekleşmesi nedeniyle toplumun aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Bizim toprak dahi üretim araçlarının merkezileştirilmesinde olumsuzladığımız şey merkezileşme değildir, bu merkezileşmenin toplumsal mülkiyet aleyhinde olmasıdır. Bunun çözümü merkezileşen üretim araçlarını küçük mülkiyete bölerek toplumu küçük köylü mülkiyetiyle cezalandırmak değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete dönüştürerek ödüllendirmektir. Böylece hem köylüyü mahkûm olduğu üretim ilişkilerinden hem de toplumu bütün olarak bu ilişkilerden kurtarmak mümkün olur. Emperyalist tekellerin tarımı yıkıma uğratan, dejenere eden özelliği ciddi bir sorun olmakla beraber buna karşı çözüm köylü üretimini savunarak kapitalizmin tarımda yarattığı ilerlemeyi-dönüşümü büsbütün yadsımak olmamalıdır. Sosyalist üretim ne küçük üretimi temel alır ne de kapitalist üretimin kendisi, yararına ortaya çıkardığı maddi koşulları, ilerlemeyi yadsır. Aksine bu üretimin maddi koşullarını merkezileştiren gelişmelerini her şeye rağmen bir ölçü, basamak olarak önünde bulacak ve ondan toplumun çıkarları için yararlanacaktır. Mevcut olanı hepten reddetmek aslında toplumun birikimini, üretici güçlerin geldiği aşamayı daha geri bir üretim tarzıyla yadsımak, daha ileri olanı olumsuzlamaktır ki bu proleter bir bakış açısı değildir, küçük burjuva bakış açısıdır. Bu bakış açısı burjuva mülkiyeti üretmekten başka sonuç vermemiştir, vermeyecektir.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK SEFALET

Kitapta endüstriyel tarımın ürettiği gıdanın dünya nüfusunun sadece yüzde 30’una ulaştığı, buna karşılık nüfusun yüzde 30’unu oluşturan çeşitli küçük ölçekli üretim tarzlarının ise dünya nüfusunun en az yüzde 70’inin ana besin kaynağını sağladığı Mustafa Başoğlu’ndan aktarılıyor ve “… endüstriyel tarıma mecbur olunmadığı çok nettir…” denilerek bunun kapitalizmin aşırı, anarşik üretim yapısının somut ürünü olduğu belirtiliyor. (age, s. 22)

Kapitalizmin ürettiği tarımsal gıdaların nüfusun yüzde 30’una ulaşması kâr amaçlı üretimin sonucu olarak sadece tarımsal gıda için değil kapitalist üretimin bütünü için geçerli bir durumdur. Ancak problem verimlilik üzerinden bir karşılaştırma yapılarak küçük üretimin olumlanmasıdır. 8 milyardan fazla insanın yüzde 30’unun yani yaklaşık 2,5 milyar insanın nüfusun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılıyor olması küçük üretimin verimsizliğine, bu nedenle büyük bir nüfusun bağımlı haline işarettir. Bu nüfusun, 1/10’u ile bile rahatlıkla yapılabilecek üretim geri üretim tarzıyla/teknikleri ile daha büyük bir nüfusun bağlanmasına neden olmaktadır. Üstelik bu tarz ne toplumlar için ne de bu üretimi gerçekleştirenler için verimli, üretken, gelişimi koşullayan özelliklere sahiptir.

Üretici güçler böylesine gelişmişken toplumlar ihtiyaçlarını daha kısa zamanda, daha az emekle gerçekleştirebilecekken yaşamının, zamanının önemli bir kısmını ayırmakla kalmayıp maddi-manevi gücünü de alabildiğine tüketen, körelten koşullarda üretim yapması toplumun lehine bir durum değildir. Komünizmin toplumun maddi-manevi güçlerini özgürleştirmeyi amaçlayan yaklaşımına karşılık küçük burjuvazi bu güçleri her bakımdan köleliğe-sefalete sürükleyen koşulları idealize ediyor, emperyalist kapitalizmin yarattığı sonuçları böyle ortadan kaldırabileceğini sanıyor. Halbuki emperyalizmin üretim araçlarını daha yoğun bir tarzda merkezileştirmesi toplumun özel mülkiyete son vererek toplum yararına üretim gerçekleştirmesi için muazzam bir olanak sunmaktadır. Bu şekilde sadece kölelikten, sefaletten kurtulmuş olmakla kalmayacak kendisi aleyhine olduğu kadar üretimin doğa aleyhine sonuçlarını da ortadan kaldırmanın olanağına kavuşacaktır. Küçük burjuvazi bu olanağı yadsımakla kalmıyor, şövalye ruhuyla toplumu bulunduğu noktadan daha geriye götürmeye soyunuyor.

Üretici güçlerin ileriye her ilerlemesi, toplumun üretim için gerekli emek zamanını azaltarak üretici güçlerin bağımlılığını sınırlamaya, giderek ortadan kaldırmaya, kısaca onu bütün engellerinden kurtarıp özgürleştirmeye hizmet eder. Büsbütün bunun aksi bir çalışmaya dayalı olan küçük üretim, üretici güçlerin özgür gelişimini engelleyerek yeteneklerini körleştirir, sınırlar, yozlaştırır. Üretim araçlarının sonsuz parçalanması, insan iş gücünün sınırsız israfı, üreticilerin tecrit olması, üretim koşullarının ve araçlarının gittikçe kötüleşmesi küçük üretimin ideal özellikleridir. Küçük burjuvazinin böyle bir erdemi topluma layık görmesi topluma layık bir erdem taşımamasındandır. Tam da bu yüzden hangi koşullarda nasıl gerçekleştirildiğini umursamaksızın neredeyse toplum nüfusunun 1/3’ünün yaklaşık 2,5 milyar insan nüfusunun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılaması muazzam bir şey, kurtuluş olarak görülüyor. Böylece bütün nüfusun ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla sayıda insanın küçük üretime bağlanması da kaçınılmaz hale gelecektir. Topluma vaat edilen şey özgürlük değil toplumun kendi kendini köleleştirmesidir.

“Son 20-25 yılda tarımsal üretimin neredeyse tamamı tarımsal tekelci şirketlerin eline geçmiş, gıda sektörü bütünüyle bu güçlerce kontrol edilir hal almıştır.” (age, s. 26)

Tekellerin bütün üretim alanlarındaki egemenliği tartışmasızdır. Yalnız belli ki yazarımızın kafası biraz karışık. Bir yandan dünyadaki nüfusun küçük üreticinin yüzde 30’unun yüzde 70’in ihtiyacının karşıladığını, büyük ölçekli üretim yapan işletmelerin (tekeller) nüfusun ihtiyacını yüzde 30’unu karşıladığını iddia ederken diğer yandan tarımsal üretimin neredeyse tamamen onların egemenliğine geçtiğini söylüyor.

Tekeller tarımsal üretimde de egemense bu üretimi de belirledikleri anlamına gelir. Dolayısıyla yüzde 70’i ihtiyacını karşılayan yüzde 30 da bu belirli belirlenime dahildir ve bağımsız olarak bir belirlenimde bulunma gücü yok demektir. Gene de yüzde 30 yüzde 70’in ihtiyacını karşılıyor olsa bile bu verimliliğin göstergesi olarak değerlendirilemez. Zira dünya aktif tarım nüfusu 1 milyar 300 milyonken toplam tarım nüfusu 3 milyardır. (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 15) Bu toplam nüfusun yarısına yakındır, yani yüzde 30’un yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığı iddiası hem aktif hem de toplam tarım nüfusu bakımından tartışılırdır. 400 milyonun 1 milyar kişiyi beslemesi durumunda (age, s. 15) aynı koşullara sahip aktif toplam tarım nüfusunun ancak 3 milyar nüfusu besleyebileceği, bunun da toplam nüfusun yüzde 70’ini değil, yüzde 40’ına yakınını kapsayacağı anlaşılır. Sonuçta aktif tarım nüfusu (bin 300) toplam tarım nüfusunu (3 milyar) besleyebiliyor, yani kendi kendine yetiyor. Verimlilik bu açıdan da tartışılır. Buna rağmen (verilerin doğruluğunu bir kenara bıraksak bile) yüzde 30’un ihtiyacının belli sayıda tekel tarafından karşılanması kıyas kabul etmez şekilde tekel üstünlüğünün kanıtıdır. Bunu 5-10 tekel sağlıyorsa bunun 2 katı bir tekelle, yaklaşık 2,5 milyar üreticinin ihtiyacını karşıladığı kadar bir nüfusun ihtiyacı karşılanacaktır. Yazarın küçük üretime duyduğu hayranlık onun defalarca kanıtlanmış olan geriliği, yetersizliği, verimsizliği ve kapitalist büyük üretim karşısında kaçınılmaz yok oluşunu kendi keyfince yadsımaktan başka bir şey değildir. 5-10 tekelin nüfusun yüzde 30’unun ihtiyacını karşılaması ne ki siz 2,5 milyar insanın yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığından ve bunun muazzam bir şey olduğundan haberdar değilsiniz herhalde diyerek bizi küçük üretimin üstünlüğüne ikna etmeye çalışıyor. Çalışıyor ama ateş ederken silahı ters tuttuğu için sürekli kendini vuruyor. Bir yandan küçük üretimin üstünlüğünü savunurken diğer yandan onun sefaletini aktarıyor. “Türkiye şeker pancarı üretiminde dünyada beşinci, Avrupa’da da dördüncü sırada yer almaktadır. Dekar bazlı ürün verimliliğinde ise 21. sıradadır…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 138) “Şeker pancarı üreticisinin yüzde 51’inden fazlası 1-5 dekar, yüzde 29’u 5-10 dekar, yüzde 15’i 10-20 dekar, yüzde 2’si 50 dekarın üzerinde bir toprakta üretim yapmaktadır.” (age, s. 139) Buna dair bir değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyelim: Yazar küçük mülkiyet yapısının değiştiğinden vs. bahsedip 2000 yılında 10 hektar toprağı olan köylülerin oranının yüzde 85 olduğunu, bunun artık çok değiştiğini söylüyor. Ama şeker pancarı olsun, çay üreticisi olsun bunlarla ilgili verileri aktardığında şeker pancarı üreticisi oranlarında da görüleceği gibi aslında belirgin bir farklılık söz konusu değil. Öyle görünüyor ki yazar bulduğu verileri kendi görüşünü destekleyip desteklemediğine bakmaksızın kullanmış, analiz etme gereği duymamış. Öyle olunca da aleyhinde delillerle farkında olmadan kendini mahkûm etmiştir!

Üretimde 4 veya 5. sırada olup verimlilikte 21. sırada olunmasını yazar köylünün kaderiyle baş başa bırakılması ve gelişen teknolojik donanımdan yoksunlukla açıklıyor. Bu meselenin sadece bir yönüdür. Geniş bir alanda yapılan üretimi verimlilikte, üstelik kendisinden çok daha küçük alanlarda yapılan üretimden bu kadar geri olması üretim yapılan alanların verimliliği engelleyecek düzeyde küçük arazi parçalarına, mülkiyete bölünmüş olması, bu ölçekteki arazi üzerinde teknoloji, insan, toprak, hayvan vb. üretici güçlerin kalitesini artırma olanağının sınırlı olması, engellenmesindendir. Bunu hem emperyalizm ve devlet engellemekte hem de köylü bu dönüşüme tutucu tarzda karşı çıkmaktadır. Her ikisi de mevcut mülkiyet ilişkisinin korunmasından yanadır ama bundan asıl kazançlı çıkan emperyalizm ve devlettir. Köylü ne böyle büyük bir dönüşüm için yeterli sermayeye sahiptir ne de devlet ve emperyalizm böyle bir dönüşümün gerçekleşmesinden yanadır. Köylülerin aşağıdan yukarıya çıkma gücünün olmaması emperyalizm ve devletin yukarıdan baskısıyla da desteklenmektedir. Toprak mülkiyetinin yaygınlaşması, bölünmesi köylülüğün farklılaşmasının önkoşulu olsa da burada sorun, önkoşulları bulunmasına karşın köylülüğün farklılaşması ve tarımda kapitalizmin gelişmemesidir.

“Tarımda kapitalist gelişmenin ana hattı tam da yüzölçümü itibariyle küçük işletme kalan küçük işletmenin, üretimin boyutu, hayvancılığın gelişimi, kullanılan gübre miktarı, makine kullanımı vs. itibariyle bir büyük işletmeye dönüşmesinden ibarettir.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt XII, s. 331) Lenin kapitalist gelişmeyi, işletmenin yüzölçümünü değil niteliğini temel alarak ortaya koymamız gerektiğini göstererek belirleyici bir yaklaşım sunmuştur. Yazar ise bu kadar geniş bir arazi-toprak üzerinde yapılan üretimin, örneğin Hollanda’da toplamda Konya’nın yüzölçümüne eşdeğer bir alanda yapılan üretimden katbekat verimsiz, ürün değeri bakımından geri vb. olmasının nedenini kavramaktan uzak bir şekilde küçük mülkiyeti-üretimi savunuyor. Üretimde 4 veya 5. verimlilikte 21. olmasının aslında kendisinin savunduğu tezi boşa düşürdüğünü, bütün bunların Lenin’in saydığı koşullar bakımından kapitalist büyük (yüzölçümü olarak değil) işletmeye dönüşmediğinden kaynaklı olduğunu, küçük işletmenin üstünlüğünün ancak böyle bir niteliksel dönüşümle sağlanabileceğini görmüyor. Diğer yandan yazar endüstriyel tarımı (kapitalist tekelci tarım demek lazım) olumsuzlayıp küçük üretimi ona yeğledikten sonra küçük işletmenin geriliğini teknik donanımdan vb. yoksunlukla, bunların aslında kapitalist nitelik kazanamamış olmasıyla gerekçelendirmektedir. Yani bir bakıma olumsuzladığı şeyi olumsuzlayarak küçük işletmelerin içinde bulunduğu geriliği aşacağını önermektedir. Önerdiği şeyin küçük işletmelerin kapitalist dönüşümüne denk geldiğini, oraya varacağını kavramıyor.  Sanki bu küçük işletmelerin mülkiyet ilişkisi kapitalist bir nitelik taşımıyor ve kapitalizmden başka kendi kendine farklı bir üretim ilişkisi, toplumsal örgütlenme yaratabilirmiş gibi hayal ediyor. Bu da yazarın bu ilişkileri kavramakta ne kadar sığ düşündüğünü gösteriyor. Bu mülkiyet ilişkisi gene pazar ilişkilerine göre bir üretime tabi olarak pazar için üretim yapacağından rekabette ayakta kalabilmek için sürekli kendini bu ilişkilere daha iyi uyarlamak, yani daha çok kapitalistleşmek zorundadır. Bu zorunluluk onu kapitalist ilişkilerin merkezine yerleşmeye yöneltir. Böylece olumsuzlanan endüstriyel üretim bunlar için kaçınılmaz bir ilişki olarak devam eder. Yazarın unuttuğu şey küçük mülkiyet sahibinin amacının büyük mülkiyet sahibine dönüşmek olduğudur. Dolayısıyla özel mülkiyete dayalı küçük üretimin kapitalist ilişkiler içinde varacağı yer bu ilişkilere (yazarın yakındığı olumsuz sonuçlarına) karşıtlık değil bizzat bunların üretilmesi olacaktır. Bunların dışında özel bir ilişki üretilmesini beklemek, sanmak küçük mülkiyetin doğasını anlamamaktır ve zaten ancak bunu anlamayanlar ona büyük, özel bir misyon biçebilirler. Yazar “halklar tekellere mecbur değildir” diyor, evet değildir de bunun alternatifi de üretici güçlerin gelişimi sonucu aşılmış hem büyük kapitalist üretime hem de onu da aşacak sosyalist üretime hiçbir üstünlüğü bulunmayan küçük üretim değildir. Büyük kapitalist tekelci üretim ondan daha üstün, üretici güçlerin gelişimine koşut bir üretim tarzıyla aşılabilir ki bunun sosyalist üretim olduğu hiçbir Marksist için bilinmez değildir.

“… tarımsal küçük işletme her türlü aşırı istismarla ayakta kalır. Çiftçinin çalışma ve yaşama gücünün aşırı istismarı, hayvanların güç ve kalitesinin aşırı istismarı, toprağın üretici güçlerinin aşırı istismarı…” (age, s. 159) yazarın kutsadığı şey bu istismardır.

“Üretim araçlarının sonsuz parçalanması ve bizzat üreticilerin tecrit olması, insan iş gücünün korkunç israfı, üretim koşullarının gittikçe kötüleşmesi ve üretim araçlarının pahalılaşması küçük toprak mülkiyetinin zorunlu bir yasası”dır. (age, s. 167) Küçük üretimin neden çare olarak savunulamayacağı açıktır.

Bugünün koşullarında emperyalizmin köylüleri (küçük üretimi temsil eden bütün küçük mülk sahiplerini) biteviye daha ağır, yıpratıcı, sefil, aşırı istismara ve sömürüye dayalı bir üretime mahkûm ettiği özellikle bizimki gibi ülkelerde sayısız örnekle, olayla, ilişkiyle ortadadır. Böyle iken yazar sefaletin benimsenmesini bir erdem gibi sunuyor; oysa, yararlandığı kaynaklardan biri olan “Dünya Tarım Tarihi” kitabında bile yazar iddiasının aksini gösteren verileri görebilirdi. “Tarım emeğinin üretkenliğini, yılda çiftçi başına kaç kental tahıl ya da eşdeğer tahıl üretildiğine bakarak ölçebiliriz. Yarım yüzyıldan biraz daha fazla bir süre içerisinde, dünyanın en az rekabet edebilir olan, yani yalnızca el aletleriyle (çapa, bel, kazma, biçki bıçağı, orak…) yapılan tarımıyla, döneminin en iyi rekabet edebilir ve en iyi ekipmana sahip tarımı arasındaki üretkenlik farkının tavan yaptığını görüyoruz. Bu aralık XX. yüzyıl sonunda iki savaş arasındaki dönemde 1’e 10’dan, 1’e 2000’e yükseldi.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 13) “Dünyanın en az üretken tarımıyla (el aletleriyle yapılan tarım) en üretken tarımı (motorlaşmış ve makineleşmiş tarım) arasında yüzyılın başında 1’e 10 olan emek üretkenliği ilişkisi elliye katlanarak günümüzde yaklaşık 1’e 500’e ulaştı.” (age, s. 27)

Bunlara rağmen yazarın iddiasındaki ısrarını bir tür Monilovculuk sayabiliriz. Küçük aile üreticileri kendi yaşamlarında bu iddianın aksini o kadar acımasızca deneyimliyorlar ki yazarın onları kendi düş aleminde ne görüyorsa öyle göstermesine tanıklık etseler bu sefaleti gizleme çabasına öfkelenmekten kendilerini alamayacaklardır.

TOPLUMSAL MÜLKİYETİN ZORUNLULUĞU

“… Afrikalı tarımcıların yaklaşık yüzde 80’i; Asya ve Latin Amerika tarımcılarının yüzde 40-60’ı yalnızca el aletleriyle çalışmaya devam ediyor; aralarından yüzde 15-30’u hayvan çekişli tarım araçlarına ve yüzde 5’ten daha azı da motorlu araçlara sahip. Demek ki modern tarım dünyada henüz yaygınlaşmadı, diğer tarım biçimleri hala egemen ve hâlâ gelişmekte olan ülkelerin aktif nüfusunun çoğunluğunu kapsıyor.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 23) Tarım için yapılan bu kıyaslama sanayi için de yapılırsa benzer bir sonuca ulaşılacak ve küçük üretimin, yaygınlığı nedeniyle egemenliğinden bahsedilecektir. Ancak bu bir yanılgı olur; çünkü büyük ölçekli üretim de aynı şekilde yaygın değildir, belli ülkelerle ve tekellerle sınırlıdır, genelle kıyaslandığında da diğer üretim tarzlarıyla aynı ölçüde-oranda değildir. Gene de bu dünyada kapitalist emperyalist üretimin egemenliğini tartışılır kılan bir durum değildir. Belirleyici olan genel olarak bu üretim biçimi ve ilişkisidir. Mevcut eşitsizlik emperyalist kapitalizmin gelişiminin temel özelliğidir, bunu büyüterek ilerler.

Belirtildiği gibi henüz modern tarım yaygınlaşmış değil ve geri-küçük tarım üretim biçimleri yaygınlığını koruyor. Ancak bunlar nüfusun ihtiyaçlarını tamamıyla, yeterince karşılama konusunda hiçbir bakımdan yeterli olanağa, güce sahip değiller. “…temel gıda maddelerinin uluslararası fiyatı, dünyadaki köylülerin büyük çoğunluğunun kendi emekleriyle yaşamalarını ve üretim araçlarını yenilemelerini yani yatırım yapmalarını ve ilerlemelerini sağlamak için çok düşüktür.” (age, s. 17)

devam edecek…