Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim

DEVRİMDE TUTARSIZ ANLAYIŞLARA YER YOKTUR

GİRİŞ

Uzun süredir var olan büyük kapitalist krizin tüm ülkelerde neden olduğu kriz dalgaları ve buna karşı gerçekleşen, kitle refleksi biçiminde ifade edilebilir isyanlar önümüzdeki günlerin nasıl geçeceğine dair net fikirler vermektedir. Sadece yarı sömürgelerde değil gelişmiş kapitalist ülkelerde de görülen “ekonomik bozulma”lar ve kitlesel yoksullaşma, sorunun “ülke yönetimleri”nin acziyeti, yöneticilerin dar çıkarlarına göre davranmaları, fanatik olmaları, dinlerine veya milletlerine aşırı tutkuları olmadığını, bunlar da olmakla birlikte asıl sorunun kapitalist sisteme içkin olan (çok meşhur bir ifade olarak buna “yapısal” deniyor! Oysa konu ettiğimiz şey kurguyla oluşan bir “yapı”dan çok insan toplumunun üretim ve yeniden üretim ile gerçekleştirdiği toplumsal ilerlemedir. İnsanın bunun içindeki “kurgusu” genel olarak esası teşkil etmez. İnsan bu toplumsal ilerleme süreçlerinde, yer yer bilinçte sıçramayla meydana gelen devrimler haricinde esas olarak belirlenendir.) aşırı üretim, kâr oranlarının düşmesi, sermaye birikiminin önce yavaşlaması ve ardından düşmesi olduğunu göstermektedir.

Serbest rekabetin ilk döneminden, kapitalizmin olgunlaşmasından itibaren insanlık bu sistemin kaçınılmaz krizlerinin sonuçlarını yaşamaktadır. Üretim araçlarının muazzam gelişmesine, üretimin olabildiğince toplumsallaşmasına yol açan kapitalizm bütün tarihi boyunca kitlelere yoksulluk, işsizlik, gelirde eşitsizlik dayatmıştır. Bunlar onun kaçınılmaz sonuçları olarak gerçekleşmektedir, kapitalizm şartlarında bunlardan kurtuluş yoktur. Çünkü bu sistem nihayetinde artı değer sömürüsüne, canlı insan emeğinin üretim sürecinde gerçekleşen sömürüsüne dayanır. Üretim kâr amaçlı ve piyasaya dönük olduğu için esasen planlı bir ekonomi söz konusu olamaz. Planlı ekonomi uygulamaları denilen ekonomi politikaları burjuva sınıfına hizmet eden devletlerin büyük sermaye gruplarının, büyük tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek için “düzenleyici” rolü oynamalarından ibarettir. Örneğin son süreçte Türkiye’de uygulanan, “planlı ekonomi” olarak tanımlanmasa da “tasarrufun planlanması” diyebileceğimiz ekonomi politikaları büyük tekellere, finans merkezlerine ödenmek “zorunda” olunan borçların tahsili içindir. Sadece bu da değil “yatırım şartlarını düzeltmek” adı verilen ama aslında amacı finans merkezlerine “talan ve sömürü şartlarını” sunmak olan bu “tasarruf ekonomisi” böyle bir ekonomidir.

Merkez Bankası rezervlerinin yükseltilmesi, faizlerin yüksek tutulması, ücretlerin düşük tutulması (asgari ücrete yapılan zammın sürekli olarak enflasyon oranının çok gerisinde kalması, beklenen “ara zammın” gerçekleştirilmemesi), emekli maaşlarının güven kaybına rağmen, ısrarla artırılmaması vb. hep büyük sermaye gruplarının, büyük tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek içindir. Şu anda Dünya’da hiçbir yer, hiçbir ülke üreterek, emek sömürüsüne dayanan kâr ile “yeniden sermaye”yi gerçekleştirmek, bu yolla zenginleşmek için yeterli şartlara sahip değildir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, uzun süreceğe benzer bir durgunluk süreci söz konusu. ABD, enflasyonu düşürmek üzere faizi artırma politikasından vazgeçemediği için bugün ciddi bir resesyona girmiş bulunmakta. ABD ekonomisinin halihazırda dünya ekonomisinin motoru olduğu gerçeği bu resesyonun yaygınlaşacağını, derinleşeceğini gösterir. Krizin son belirtisi “tarım dışı istihdam ve işsizlik” oranındaki beklentinin altında kalan artış oldu. Borsaları ve genel olarak piyasaları etkileyen bu düşüşle birlikte ciddi bir “değer kaybı”ndan, ABD borsalarında bir gecede (perşembeyi cumaya bağlayan gece) 2.9 trilyon dolarlık bir kayıp yaşandığından söz edilmektedir. Ekonomisinde durgunluk olduğu gerçeğini uzun bir süredir suni önlemlerle, enflasyon ve faiz dengesini finansal hamlelerle kurarak gizleyen Fed yönetiminin piyasayı manipüle eden yorumlarının sonuna gelindiğinden kuşku yoktur. Borsada ve gerçek ekonomide ciddi kayıplar yaşayan, sermeyesini yeniden üretecek dinamikleri bir süreliğine kaybeden ABD ekonomisinin bu krizi bir dünya ekonomisi krizi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekir.

Bağımlı ülkelerdeki kapsamlı ekonomik sorunları salt bu ülkelerdeki “başarısız ekonomi yönetimlerine” bağlayan yaklaşımın bir manipülasyon aracı olduğunu ileri sürüyoruz. Aslolan emperyalist dünyanın dayandığı kapitalist ekonominin kaçınılmaz krizleridir. Bu ülkelerin büyük sermaye gruplarının, tekellerinin ekonomik krizlerin yarattığı sonuçlara göre bağımlı ülkelerdeki kaynaklara yönelmeleri bu ülkelerdeki ekonomi politikalarının belirleyici unsurlarından biridir. Bu güçlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emperyalizmin yarattığı olanaklar kullanılarak bağımlı ülkelerdeki geri ekonomik şartlar sürdürülmektedir. Ülkemizde yarı feodal şartların halen varlığını sürdürmesi, feodalizmin tümden, tüm kalıntılarıyla tasfiye edilmesinin esasta faşizm uygulanarak engellenmesi emperyalizmin kaçınılmaz olarak ürettiği bir sonuçtur. Benzeri tüm ülkelerdeki aşırı milliyetçi, dindar, tam gerici bir avuç yönetici grubun dar çıkarlarına dayalı ekonomi politikalarının temel dayanaklarından biri emperyalizmdir.

Emperyalizme karşı mücadele ülkemizdeki tüm halk sınıflarının ve katmanlarının ortak konusudur. Böyle olmakla birlikte bu ortak bir amaçla hareket etmenin doğal/kendiliğinden koşullarını yaratmaz.

Yoksul ama toprağı olan köylünün, küçük işletme sahiplerinin, küçük burjuvaların, ulusal burjuvaların emperyalizme karşı mücadelesi “kendi mülkiyet biçimlerine” ve bunlardan kaynaklanan bilinçlerine yansır. Sosyalizm yönünde değil de küçük üretimini ve mülkiyetini korumak yönünde davranmaları da bu nedenle kaçınılmazdır. Bu, onları devrim düşmanı yapmaz. Bununla birlikte sosyalizmin tutarlı savunucusu da yapmaz. Emperyalizme karşı tutarlı çizginin başarısında onların olmazsa olmazlığı emperyalizme karşı kaçınılmaz ortak mücadelede tanımlıdır.

Bu yazı dizimizde bizimki gibi ülkelerdeki feodal şartların, dinamiklerin gerçekliğini de ortaya koyarak küçük üretime dair olumlu bir rota çizmenin anti bilimsel ve anti Marksist özelliklerini ortaya koyacağız. Böylelikle kapitalist krizlerin neden olduğu sonuçlarla, özellikle sermaye ihracı ile gerçekleşen değişimlerin anlamı da çözümlenebilecektir. Ayrıca ülkemizdeki devrimin, toplumsal gelişimin doğal bir ürünü olduğunu ileri sürdüğümüz büyük toplumsal dönüşümlerin ülkemizdeki somut durumu da gözler önünde serilmiş olacaktır. “Devrimimiz kimlere karşıdır ve kimler içindir” sorusunun bir özet yanıtı niteliğindeki yazımızda yaygın bir üretim biçimi olarak küçük üretimi tartışacağız…

Kapitalist ekonominin tarımda oynadığı devrimci rol toplumsal ilerlemenin en önemli, değeri çok büyük tarihi rollerden biridir. Bugünkü toplumsal üretimin gücü ve yetkinliği, ayrıca gelecekteki toplumsal mülkiyetin de bu olaydan ayrı değerlendirilemez. Ne var ki bu devrimci rol kapitalizmin emperyalizm aşaması ile birlikte tamamen sona ermiştir. Günümüzde emperyalizm aşamasının ileri bir düzeyine sahip kapitalizm tarımda devrimin bütünlüklü ilerlemesinin önünü kesen, geri ekonomik şartlardaki ülke ekonomilerinin tarımını kimi zaman dehşet verici biçimlerde baltalayan bir role sahiptir. Uzun bir süredir bu ülkelerdeki tarımsal devrim bu kapitalizme karşı güçlü ve yok edici toplumsal eyleme gereksinim duymaktadır. Yarı feodal ülkelerdeki bu tür bir devrimi kavramadıkça tüm insanlığın gerçek kurtuluşu, toplumsal mülkiyetin tüm şartları gerçekleşemeyecektir. Nasıl bir toplumsal düzene sahip olduğumuzu öğrenerek, bunun için kafa yorarak kurtuluşumuzun dinamiklerini anlamak zorundayız. Bunu engelleyen, buna bir biçimde muhalefet eden, gerici yaklaşımlarla toplumsal kurtuluşun gerçek bilincini bulanıklaştıran, kendi dar düşünüşünü ve belirsiz geleceğini bütün topluma yayan anlayışlara karşı mücadele söz konusu anlama zorunluluğunun bir parçasıdır. Bütün çalışmalarımızın temelinde özellikle yer alan “anlama zorunluluğu” ideolojik ve teorik mücadelelerimizin de bir parçasıdır. Bu zorunluluğun gerçekleşmesine/kavranmasına vesile olacağını umarak dizi yazımıza başlıyoruz…

TARIMDA YARI FEODAL İLİŞKİLERİN TEMEL DAYANIĞI: KÜÇÜK ÜRETİM-I 

Lenin Tarım Sorunu teorisinde (Cilt-12) kapitalizmin tarımda oynadığı devrimci rolü Kautsky’den şu alıntıyla ortaya koyar: “Kapitalizm tarımda, yoksulluk ve cehalet içinde ezilen köylülerin geleneksel zanaatını tarımbilimin bilimsel uygulamasına dönüştürerek, tarımın ezeli durgunluğunu kırarak ve toplumsal emeğin üretici güçlerinin hızla gelişmesine ivme kazandırarak devasa bir devrim gerçekleşmiştir…” (Lenin, 1998:19)

Hayvanların, toprağın ıslahı, tarımda uzmanlaşmanın ve iş bölümünün gelişmesine tekniğin eşlik etmesiyle beraber ürün değişimi yaygınlaşmış, çeşitlilik ve verimlilik önemli bir artış göstermiştir. Makinede buhar ve elektriğin kullanılmasıyla bu üretim dalında muazzam gelişmeler yaşanmış, bakteriyoloji tarıma uygulanmış, bitki fizyolojisine uygun yapay gübre kullanımı gelişmiştir. Bunların hepsi toplumun doğaya bağımlılığını, doğa karşısındaki acziyetini azaltmada önemli rol oynayan yadsınamaz ilerlemelerdir. Bunun başat aktörünün kapitalizm/burjuvazi olması, gerçekliği değiştirmez. Burjuvazinin gericileşip emperyalist karakter kazanmasıyla beraber toplumun ilerlemesine, üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkilerinin devrimci dönüşümüne bütün olanaklarıyla engel olmaya başlaması tarihsel olarak oynadığı ilerici rolü inkâr etmek, hepten olumsuzlamak için, daha da kötüsü onun karşısına kutsamak ve kurtuluş gibi sunmak üzere küçük üretimi-mülkiyeti yerleştirmek için doğru, haklı bir gerekçe olamaz. Neden olduğu olumsuz toplumsal sonuçları, daha ileri ve üstün bir toplumsal düzenle, sosyalizm-komünizmle aşmanın gerekçesine dönüştürmek gerekirken kıyaslanarak değerlendirildiğinde korkunç derecede yıkıcı da olsa emperyalizme küçük üretimi tercih etmek, bu geri üretim ve mülkiyet biçimini kutsayıp bir direnç noktası görmekte ısrar tarihsel gericiliktir.

Kuşkusuz bu teoriler yeni değil, hemen her tarihsel dönemeçte “devrimci” bir çözüm olarak değişik biçimlerde savunulmaktadır. Bu görüşleri mümkün olduğunca eleştiri konusu yapıp mahkûm etmek ideolojik mücadelenin bir gereğidir.

Bundan hareketle “Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım” başlıklı Nisan Yayımcılık’tan çıkarılan kitaptaki görüşleri konu edeceğiz. Meselenin, özellikle son yıllarda önemli gelişmelerle beraber yoğun tartışılması, daha kapsamlı ele alınmayı gerektirdiğine kuşku olmasa da değerlendirmemizin sınırlı olacağını belirtmeliyiz.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK AMAÇ

…büyük çiftliklerde şirketler tarafından yapılan endüstriyel tarıma karşı küçük aile üretiminin önemi Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir araştırmayla kanıtlanmıştır. BM, 57 ülkede, bin civarında noktada yapılan bir araştırma sonucuna göre küçük aile üreticiliği ile yapılan tarımsal üretim endüstriyel tarım üretimiyle kıyaslandığında küçük aile üretimiyle yapılan üretim verimliliği endüstriyel tarım sanayi üretimine karşı ürün çeşitlerine göre yüzde 30 ile 70 arasında değişen oranlarda daha verimli olduğunu tespit etmiştir…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, Nisan Yayımcılık, s. 249)

Küçük meta üretimi kapitalizmin çekirdeğidir, onun büyüyüp gelişmesi yani büyük üretime dönüşmesi kapitalizmin zaferini pekiştirir. Büyük üretimin zaferi pekiştikçe küçük üretimin de sefaleti derinleşir. Küçük üretim her ne kadar kapitalizmin gelişiminin koşulu olsa da bu gelişim sadece küçük üretimin yıkımı pahasına olur. Kapitalizmin onun mahvına neden olması ne küçük üretimin savunulmasını gerektirir ne de kapitalizmin çekirdeği olan bu üretimi bir kurtuluş, bir çare gibi görmeyi. Kapitalizmi kötülüklerin sebebi ilan edip olumsuzlarken bağrında kapitalist ilişkileri taşıyan daha geri bir üretimi olumlamak tutarlı da değildir. Küçük üretim ne meta ilişkilerini ortadan kaldırma karakteri taşır ne de onun egemenliği kapitalizmin yol açtığı sorunların çözümünü sağlar. Onun varacağı yer sermayenin-metanın egemen olacağı bir burjuva toplumdan başka bir şey olmayacaktır. Emperyalizm küçük aile üretimini-mülkiyetini yıkıp proleterleşmeyi artırırken ve bu daha ileri düzeyde bir sınıfsal savaşımı proletaryanın görevi haline getirip büyük sosyalist üretimin koşullarını geliştirirken küçük burjuvanın savunduğu şey, geriye dönüp küçük aile üretimini inşa etmek, korumak olmaktadır. Bu bile onun proleter görüşten, ideolojiden yoksunluğunu gösterir. Küçük üretim sosyalizmin maddi koşullarını sağlayamayacağına, gelişmiş kapitalizm bu koşulları küçük üretime göre daha büyük ve geniş ölçüde sağlayacağına, proletarya için sınıf savaşımı olanağını her bakımdan daha ileri düzeye vardıracağına göre proleter bakış açısından bu ikisi arasında küçük üretim lehine bir tercih yapılamaz. Proletarya tarihsel ve iktisadi bakımdan toplumsal ilerlemeyle sonuçlanmış/sonuçlanan hiçbir durum karşısında ilerici hiçbir özellik taşımayan daha geri bir toplumsal üretim-ilişki biçimini diriltme taraftarı değildir, olamaz. Buna taraf olan da proleter karakterden yoksundur.

Küçük üretimin iktisadi açıdan giderek daha fazla geriletilmesi bizi büyük özel mülkiyetin büyük sosyalist mülkiyete dönüştürülmesi doğrultusunda daha tam bir kararlılık göstermeye zorlarken küçük mülkiyeti kutsama-koruma görevine soyunmak tam bir acziyet halidir. Engels küçük köylünün kaçınılmaz yok oluşunu gördüğümüzü; ama bunu çabuklaştırmakta hiç de yükümlü olmadığımızı, proletaryanın iktidarında büyük toprak sahipleri için gerçekleştirdiğimiz zorla kamulaştırmayı küçük köylüler için aklımızdan bile geçirmeyeceğimizi, onu olumlu örneklerle, büyük toplumsal üretimin toplumsal faydalarını pratikte göstererek ikna edeceğimizi söylerken temel yaklaşımımızı ifade ediyordu. Bu görüş temel bir anlayış olarak Marksistlerin tartışmasız ortak görüşüdür.

Sosyalist üretimin karşısında küçük üretimin kaçınılmaz yok oluşu kendiliğinden, hiçbir zorlama, zor alımı olmadan örnekler yoluyla iknaya dayalı iken kapitalizmde bu tam tersi şekilde gelişir, gerçekleşir. Biz nasıl ki onun kaçınılmaz yok oluşunu çabuklaştırmakla yükümlü değilsek kapitalizmin bunu çabuklaştıran gelişimini engellemekle de yükümlü değiliz. Bu bize rağmen gerçekleşen bir süreçtir ve proletarya bu yıkımın karşısında ancak büyük toplumsal mülkiyeti savunabilir. “Genel olarak konuşmak gerekirse, küçük mülkiyeti desteklemek gerici bir şeydir, çünkü böyle bir destek büyük ölçekli kapitalist ekonomiye karşı yöneltilmiştir ve sonuç olarak toplumsal gelişmeyi geciktirir ve sınıf savaşımını engeller ve örter. Ancak bu durumda biz, küçük mülkiyeti kapitalizme karşı değil, serfliğe karşı desteklemek istiyoruz; bu durumda küçük köylülüğü desteklemekle, sınıf savaşımının gelişmesine güçlü bir dürtü kazandırmış oluyoruz…”(Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, s. 38) Proletaryanın büyük amacı kendisiyle beraber bütün sınıfların kaçınılmaz yok oluşu doğrultusunda toplumun dönüştürülmesini sağlamaktır. Dolayısıyla kendisi dahil herhangi bir sınıfın kaçınılmaz yok oluşunu engellemek için özel bir amaç gütmesi onun kendi büyük amacına aykırıdır. Bu yüzden proletarya küçük üreticiyi kapitalizmden ancak kapitalizmi yok ederek kurtarabilir. Bu, aynı zamanda kapitalizmi üreten, ona dayanak teşkil eden küçük üretimin de sosyalist üretime örnekler yoluyla iknaya dayalı asimilasyonunu gerektirir.

Kapitalizm altında küçük üretimin korunmasının özellikle kapitalizmin egemen hale gelemediği Türkiye gibi ülkelerde üretici güçlerin gelişimi bakımından özel politikalarla ele almayı gerektirdiği de üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bu noktada problem (Lenin’in de belirttiği gibi onu kapitalizme karşı değil, serfliğe karşı desteklemek) onun hangi ilişkilerin gelişimine bağlandığını ayırt etmektir. Örneğin komprador burjuvazi ve toprak ağalarının mevcut ilişkilerini üretmeye hizmet edecek şekilde ele alınırsa ne üretici güçlerin gelişimine hizmet edebilir ne de egemen yarı feodal ilişkilerin-üretimin cenderesinden kurtulabilir.

Emperyalizmin tahakkümündeki egemen sınıfların, üretimin kendisini güçlendirmekten başka bir sonuç elde edilemez. Bu ilişkiler altında küçük üretimin korunması kapitalizmin gelişimine hizmet edecek kapitalist bir önlem olarak bile gerçekleştirilemez. Ancak proletarya onu bu yarı feodal gerici ilişkiler karşısında üretici güçlerin gelişimi doğrultusunda kararlı bir şekilde teşvik edebilir, destekleyebilir ve o, ancak proletarya ile ittifak halinde bu boyundurluğu kırıp önündeki engelleri kaldırarak sefaletten kurtulabilir. Proletarya Partisi bu yaklaşımını özel taktikler, çalışmalar, kampanyalar vb. ile de güncel politikada somutlaştırabilir. (Yazının konusu olmadığından bu sorumluluğa genel bir vurgu yapmakla yetiniyoruz.)

İNSANLIĞIN ORTAK DEĞERİ

Çalışmada tarım-gıda şirketlerinin egemen hale gelmesiyle 12 bin yıllık tarımın kadim üretim yöntemleri, tekniği ve hafızasının yok edildiği belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 21) Kapitalist üretimin, özellikle emperyalist nitelik kazanmasıyla beraber giderek toplum ve doğa aleyhine daha yıkıcı sonuçlara neden olduğu gerçektir. Bunun boyutları her gün daha iyi görülmekte ve onun artık her bakımdan aşılarak toplumsal mülkiyete geçmenin zorunluluğu, aciliyeti, önemi kendini yakıcı şekilde hissettirmektedir.

Emperyalizmin yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak ancak daha ileri bir üretim tarzıyla, önce sosyalizmle ve ancak onun sayesinde ulaşılabilir olmak üzere komünizmle mümkündür. Toplumlar daha ileri bir üretim tarzının ortaya çıkmasıyla, bu üretim tarzının mevcut ve eskimiş üretim tarzından üstün olup onun yerini almasıyla gelişerek bugünkü aşamaya varmıştır. Sonraki her toplumsal düzen önceki toplumsal bilgi ve kültür birikiminin ve bu birikimin ürünü koşulların içinden çıkarak daha ileri ve yeni bir toplum düzeni olarak kurulabilmiştir. Hiçbir toplumsal düzen kendinden öncekinden farklı bir toplumsal düzen olarak öncekinin tüm kültürel hegemonyasına son vermeden ve bunu sağlamak üzere kitlelerin desteğini almadan kurulmayı başaramamıştır. Bu tarihsel gerçeklikten hareketle diyebiliriz ki 12 bin yıllık tarımın kadim yöntemleri, tekniği ve hafızası ne tek bir tarza-içeriğe sahiptir ne de tek bir toplumun ürünüdür. Salt ve yalıtılmış bir biçimde “teknik”, “hafıza”, “yöntem” değerlendirmesi yapmak apaçık idealizmdir. Kapitalizm dahil tüm toplumsal üretim mekanizmaları tarım üretimini kendi üretim tarzları içinde geliştirmişlerdir ve “kadim gelenek” bunlarda sürüp gitmiştir. Dolayısıyla bu gelenek ne homojendir ne önceki toplumlar kapitalizm karşısında homojen bir gelenek oluşturur ne de kapitalizmden önceki herhangi bir toplumsal düzenin tarımdaki rolü bütünüyle toplumların, doğanın yararına üretimleri koşullayan özelliklerdedir. Toplumsal ihtiyaçlar ve üretim tekniklerinin belirlediği üretim araçlarının gelişimi üretim tarzlarını doğurduğu her durumda toplumlar daha güçlü bir üretim düzeyine eriştiler ve bu geçmişin tüm birikiminden daha ileri bir seviye olarak toplumsal gelişmenin “yararına” olmuştur.

Tohum için “tüm insanlığın ortak malı” (age, s. 162) denirken de aslında aynı şey söz konusu. İnsan toplumunun üretimi bakımından ortak bir değeri temsil ettiği, etmesi gerektiği doğru; ama her şey gibi o da özel üretim ilişkilerine tabi üretimin bir parçasıdır. Bu ilişkilerden soyut bir değere sahip olması o ilişkiler tarafından belirlenmemesi ile mümkündür. Bu da özel mülkiyetin sonlandırılmasına bağlıdır, bundan bağımsız bir şeyi idealize etmek küçük burjuva düşünce dünyasının ham hayalidir. İnsanlığın yaşamı-üretimi bakımından hemen her şey ortak bir değer taşır. İnsanlığın üretim tekniği ve üretici güçlerin seviyesi emeğin ürünüdür. Onları ortak değer yapan ya da onlarda ortak olan değer bu emektir. Kadim ve daimî olan budur; ama bu emek belli toplumsal biçimlerle bu biçimleri belirleyen üretim ilişkilerine tabi bir özellikte var olmuş, nihayetinde “ücretli emek” olarak kapitalizmde de şekillenmiştir. Bu özel mülkiyet ilişkileridir ki emeğin bütün ortak değerlerini özel değere dönüştürerek gasbedilmesi olanağını yaratmıştır. Bu halde burada bu ilişkileri görünmez kıldığı ölçüde ortak değerden bahsetmek bu değerler üzerinde toplumun ortak bir tasarrufta bulunamadığı gerçeğini de görünmez kılar. Özel mülkiyet, toplumun ortak değeri olan her şeyi bu özellikten soyutlayarak gelişir ve ancak üretim araçları özel mülkiyet özelliğinden soyutlandığında ortak değer yoğunlaşmış olarak üst düzeyde bir merkezileşme ile topluma mal olabilir.

Özel mülkiyetin gelişmediği bir toplumda insan üretim araçları üzerinde özel mülkiyet bilincine-birikimine sahip olmadığından buna ve toplumsal yaşamın onunla ilişkili üretimine bağlı bir hak kaybından bahsedilemezdi; haliyle insan, onun yokluğunu “yoksun bırakıldığı bir hak” olarak tarif edemezdi. Tarif edebilmesi için önce bunun koşulunun oluşması gerekirdi ve ancak yoksun bırakıldığı bir hak için insan mücadele edebilirdi, yani onun üretimine, bilincine sahip olduğu aşamada insan bunu konu edebilirdi. Bu ilkel komünal mülkiyetten özel mülkiyete doğru gelişim ile toplumun giderek ürettiği ortak değerlerden soyutlanmasıyla biçimlenen bir durumdur. Örneğin bu soyutlanma ile gen biliminin gelişmesinin sonucunda organizmaların genetiğini değiştirme koşuluna sahip olunması, insanın doğa karşısında bir ilerleme daha kaydetmesi demektir. Bilim-teknik emperyalistlerin mülkiyetinde olduğu sürece her ilerleme, toplumun-doğanın aleyhine sonuçlar üretecek olsa da insanlık için gerekli bilgiyi de içerir ve toplum söz konusu mülkiyet biçimini aştığında bundan doğan aleyhte sonuçlar ortadan kaldırabileceğinden bu ilerleme her şeye rağmen ilerlemedir. Toplum, bu imkânları sağlayan teknik koşulların toplumun aleyhinde değil lehinde kullanılmasını sağlamak için mücadele ederek onun toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırıp üretici güçlerin önünü sınırsızca açabilir. Toplumların tarihsel gelişimi her aşamada daha ileri düzeyde özel mülkiyeti geliştirerek veya her şeyi ona tabi kılarak üretim araçlarının merkezileştirilmesinin artan bir yoğunlukta gelişiminin sağlanması yönündedir. Bu ilerleme üretici güçlerin toplumsal gelişimine uygun olarak üretim araçlarının da toplumsal mülkiyete dönüştürülmesiyle üretici güçlerin özgürlüğünü sağlayabilir ve bu güçlerin ürettiği değerleri tamamen ortak kılabilir.

Kapitalizme kadarki bütün toplumların üretim tarzları daha az kusurlu özelliklere ve sonuçlara sahipmiş gibi kapitalizmin toplumsal devriminin her alanda onlara üstünlüğünün, sadece olumsuz sonuçlar nedeniyle görmezden gelinmesi kabul edilemez bir küçük burjuva yanılsaması-yanlışıdır. Marksizm bu yanlışa-yanılsamaya ne ortak olabilir ne de onu görmezden gelebilir. Çünkü bu aynı zamanda kapitalizmden daha ileri ve üstün bir toplum kurma amacına ve bu anlamda ilerici karakterine aykırıdır. Kapitalizmi, sadece olumsuz sonuçlarıyla konu edip küçük burjuva üretimi onun karşısında olumlamanın bir gerekçesine dönüştürenler doğrudan veya dolaylı olarak sosyalizmi de olumsuzlamış olmaktadırlar.

Tam da bu nedenle bu tezle ileri çıkanlar Marksist tarih görüşünün önemli ölçüde yanlış olduğunu, en iyisi eksik kavradığını ileri sürmüşlerdir!

GIDA EGEMENLİĞİ-GÜVENLİĞİ ÜRETİME EGEMEN OLMAKTAN GEÇER

“Gıda egemenliği endüstriyel kurumsal çiftliklere, toprağın merkezileştirilmesine ve liberalizasyona karşı, gıdayı temel insan hakkı görerek köylü tarımını ve ekolojik üretimi esas alan, doğal varlıkları koruyan bir yaklaşımla gıda ticaretinin yeniden düzenlenmesi dünya çapında açlığın ortadan kalkması ve toplumların demokratik bir şekilde barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesini talep eder.” (age, s. 178) Yazar, La Via Campesina’nın formüle ettiği bu görüşü savunmaktadır. Burada gene sorunun toplumsal üretimle, üretim ilişkileri vs. ile bağını görünmez kılan küçük burjuva ütopyacılığıyla karşı karşıyayız. Emperyalizmin üretim araçlarını merkezileştirmesi gelecekteki sosyalist üretimin maddi temellerini güçlendirmeye hizmet etse de bu ne kadar geç gerçekleşirse toplumlar o kadar büyük acılara, baskı ve sömürüye maruz kalır. Küçük üretim bunları sonlandırmak bir yana ebedi bir eziyete dönüştürmekten başka bir şey yapamaz. Gıda egemenliği-güvenliği adı altında savunulan şey bundan başka bir şey değildir aslında. Köylünün hangi üretim ilişkilerini yaşatacağı ve bununla toplumsal ihtiyaçların ne düzeyde karşılanacağı üretim ilişkilerinin ileriye doğru toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştireceği açıklanmıyor. Köylünün gıdaya-tohuma egemen olması pazara egemen olmasını sağlayamayacağı gibi onun sömürülmesini de engellemez, halkın ihtiyaçlarının yeterli, sağlıklı, güvenli şekilde karşılanmasının da garantisi olmaz.

Kamu güvencesi, sağlıklı, yeterli ve güvenli gıdaya erişim için temel alınarak, “tohumda egemenliği korumak gıda egemenliğini korumak” (age, s. 164) olarak savunuluyor. Burjuva-feodal devletin egemenliği altında bunun mümkün olmayacağı açıktır. Kamuculuk devletin sınıfsal karakterinden bağımsız bir şey değildir ve halk için temel bir güvence oluşturmaz. Kamuculuk gereğinden fazla önemseniyor. Halbuki tohumda egemenlik gıda egemenliği ile eşdeğer bir koşul değildir. Köylü tohumu kendi üretse, geleneksel tohumla üretim yapıyor olsa bile gıdada pazar koşulları üzerinde belirleyici bir rol kazanmaz. Tam da bu yüzden milyonlarca köylü, buna rağmen ne ürettiğinin karşılığını alabiliyor ne de köylüler ürettiklerinin pazarda satış koşullarını belirleyebiliyor. Üretimin, pazarın egemeni küçük üreticiler değildir, belirleyici olan komprador burjuvazi, toprak ağaları, tefeci-tüccar sınıfıdır. Böyle olduğu için üreticiden üretim fiyatının hatta bazı dönemlerde maliyet fiyatının altında bir fiyatla alım yapılmakta, bunun 5 ila 10 katı fiyatla halka satılmaktadır. Geleneksel tohumla üretim yapıldığında da yani tohumdan tohum alındığında da köylülerin ciddi sorunlarla karşılaştıklarını, tohuma egemen olarak gıda, üretim pazar koşullarına da egemen olmadıklarını biliyoruz. Meseleleri tamamen üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinden bağımsız biçimde idealize etme hali gerçekte sorunları çözümsüz bırakmakla eşdeğerdir. Bütün bunlar sanki üretimin bütün ilişkilerini belirleyen bir halka gibi düşünülürse hem ilişkinin yanlış tarifi ile küçük üretimin savunulmasına kapı açılır hem de üretim ilişkilerine egemen olan üretim tarzı ve gerçekte hangi sınıfların egemen olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratılır. Gıda-tohum egemenliği/güvenliği toplumsal üretimin bütün olarak bir parçasıdır, dönüşümü de bununla birlikte tanımlanabilir. Bundan ayrı olarak kendi başına bir egemenlik/güvenlik savunusu toplumsal üretim tarzının mevcut ilişkilerinin tahkimatından öteye geçemez.

Toplumların barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesi savunusu da köylü tarımına, üretimine dayanan toplumların dahil özel mülkiyetli toplumların sınıflara ve sınıf mücadelesine dayalı yapısını bunların toplumsal dayanağını/ilişkilerini görünmez kılarak ve kitleleri sınıf mücadelesi konusunda aldatarak özel mülkiyet sorunu çözülmedikçe barış içinde bir arada yaşama savunusunu emperyalist burjuvaziye hizmet etmesi kaçınılmazdır. Özel mülkiyete dayalı emperyalist sömürü tahakküm sürdükçe toplumlar ancak buna karşı mücadele ile özel mülkiyeti ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği sağlayabilir ve barış içinde hayatlarını/ilişkilerini sürdürebilirler. Böylece halkların karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelmede de sosyalist bir dayanışma geliştirilebilir. Toplumların demokratik temelde örgütlenmesi ve ilişkiler kurması her şeyden önce toplumsal üretim ilişkilerinin demokratik bir karaktere sahip olmasını gerektirir. Çünkü toplum için önemli olan maddi yaşamını sürdürebilmektir, bunu nasıl sürdürdüğü ise üretim ilişkilerine bağlıdır. Bu ilişkilerin demokratik, eşit olabilmesi toplumsal bakımdan bir sınıfın diğer sınıfları tahakküm altına alarak sömürmemesini gerektirir. Bunun temeli toplumsal mülkiyettir dolayısıyla öncelikle toplumların demokratik ilişkiler kurmasına eşit yaşamasına engel olan özel mülkiyetin olumsuzlanması/ortadan kaldırılması gerekir. Toplumlar bunu başarabildiği ölçüde üretimi demokratik temelde gerçekleştirebilir ve karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelebilirler. Köylü üretimi hem özel mülkiyete dayalı yapısı nedeniyle hem de toplumsal üretimi karşılayabilecek kapasiteye sahip olmaması nedeniyle toplumda demokratik ilişkileri egemen kılamaz. Bu üretim ya küçük özel niteliğiyle toplumsal ilişkilere sefil bir ebediyet kazandırabilir ya büyük özel mülkiyete dönüşerek bunu sürdürebilir ya da bütün bu sefaleti ile tarihsel yok oluşa sürüklenir. Bunlardan başka topluma sunacağı bir gelecek yoktur. Onun bütün olarak karşı olduğu şey büyük üretim ve toplumsal mülkiyettir. Toplumların bu yöndeki ilerlemesini küçük üretim araçlarının üretim güçleri sonsuz şekilde parçalayarak, kötüleştirerek tecrit ederek engeller, toplumu köylünün dar çıkarlarına hapseder.

Toprağın merkezileştirilmesi burjuva-feodal mülkiyetin egemenliğinde gerçekleşmesi nedeniyle toplumun aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Bizim toprak dahi üretim araçlarının merkezileştirilmesinde olumsuzladığımız şey merkezileşme değildir, bu merkezileşmenin toplumsal mülkiyet aleyhinde olmasıdır. Bunun çözümü merkezileşen üretim araçlarını küçük mülkiyete bölerek toplumu küçük köylü mülkiyetiyle cezalandırmak değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete dönüştürerek ödüllendirmektir. Böylece hem köylüyü mahkûm olduğu üretim ilişkilerinden hem de toplumu bütün olarak bu ilişkilerden kurtarmak mümkün olur. Emperyalist tekellerin tarımı yıkıma uğratan, dejenere eden özelliği ciddi bir sorun olmakla beraber buna karşı çözüm köylü üretimini savunarak kapitalizmin tarımda yarattığı ilerlemeyi-dönüşümü büsbütün yadsımak olmamalıdır. Sosyalist üretim ne küçük üretimi temel alır ne de kapitalist üretimin kendisi, yararına ortaya çıkardığı maddi koşulları, ilerlemeyi yadsır. Aksine bu üretimin maddi koşullarını merkezileştiren gelişmelerini her şeye rağmen bir ölçü, basamak olarak önünde bulacak ve ondan toplumun çıkarları için yararlanacaktır. Mevcut olanı hepten reddetmek aslında toplumun birikimini, üretici güçlerin geldiği aşamayı daha geri bir üretim tarzıyla yadsımak, daha ileri olanı olumsuzlamaktır ki bu proleter bir bakış açısı değildir, küçük burjuva bakış açısıdır. Bu bakış açısı burjuva mülkiyeti üretmekten başka sonuç vermemiştir, vermeyecektir.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK SEFALET

Kitapta endüstriyel tarımın ürettiği gıdanın dünya nüfusunun sadece yüzde 30’una ulaştığı, buna karşılık nüfusun yüzde 30’unu oluşturan çeşitli küçük ölçekli üretim tarzlarının ise dünya nüfusunun en az yüzde 70’inin ana besin kaynağını sağladığı Mustafa Başoğlu’ndan aktarılıyor ve “… endüstriyel tarıma mecbur olunmadığı çok nettir…” denilerek bunun kapitalizmin aşırı, anarşik üretim yapısının somut ürünü olduğu belirtiliyor. (age, s. 22)

Kapitalizmin ürettiği tarımsal gıdaların nüfusun yüzde 30’una ulaşması kâr amaçlı üretimin sonucu olarak sadece tarımsal gıda için değil kapitalist üretimin bütünü için geçerli bir durumdur. Ancak problem verimlilik üzerinden bir karşılaştırma yapılarak küçük üretimin olumlanmasıdır. 8 milyardan fazla insanın yüzde 30’unun yani yaklaşık 2,5 milyar insanın nüfusun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılıyor olması küçük üretimin verimsizliğine, bu nedenle büyük bir nüfusun bağımlı haline işarettir. Bu nüfusun, 1/10’u ile bile rahatlıkla yapılabilecek üretim geri üretim tarzıyla/teknikleri ile daha büyük bir nüfusun bağlanmasına neden olmaktadır. Üstelik bu tarz ne toplumlar için ne de bu üretimi gerçekleştirenler için verimli, üretken, gelişimi koşullayan özelliklere sahiptir.

Üretici güçler böylesine gelişmişken toplumlar ihtiyaçlarını daha kısa zamanda, daha az emekle gerçekleştirebilecekken yaşamının, zamanının önemli bir kısmını ayırmakla kalmayıp maddi-manevi gücünü de alabildiğine tüketen, körelten koşullarda üretim yapması toplumun lehine bir durum değildir. Komünizmin toplumun maddi-manevi güçlerini özgürleştirmeyi amaçlayan yaklaşımına karşılık küçük burjuvazi bu güçleri her bakımdan köleliğe-sefalete sürükleyen koşulları idealize ediyor, emperyalist kapitalizmin yarattığı sonuçları böyle ortadan kaldırabileceğini sanıyor. Halbuki emperyalizmin üretim araçlarını daha yoğun bir tarzda merkezileştirmesi toplumun özel mülkiyete son vererek toplum yararına üretim gerçekleştirmesi için muazzam bir olanak sunmaktadır. Bu şekilde sadece kölelikten, sefaletten kurtulmuş olmakla kalmayacak kendisi aleyhine olduğu kadar üretimin doğa aleyhine sonuçlarını da ortadan kaldırmanın olanağına kavuşacaktır. Küçük burjuvazi bu olanağı yadsımakla kalmıyor, şövalye ruhuyla toplumu bulunduğu noktadan daha geriye götürmeye soyunuyor.

Üretici güçlerin ileriye her ilerlemesi, toplumun üretim için gerekli emek zamanını azaltarak üretici güçlerin bağımlılığını sınırlamaya, giderek ortadan kaldırmaya, kısaca onu bütün engellerinden kurtarıp özgürleştirmeye hizmet eder. Büsbütün bunun aksi bir çalışmaya dayalı olan küçük üretim, üretici güçlerin özgür gelişimini engelleyerek yeteneklerini körleştirir, sınırlar, yozlaştırır. Üretim araçlarının sonsuz parçalanması, insan iş gücünün sınırsız israfı, üreticilerin tecrit olması, üretim koşullarının ve araçlarının gittikçe kötüleşmesi küçük üretimin ideal özellikleridir. Küçük burjuvazinin böyle bir erdemi topluma layık görmesi topluma layık bir erdem taşımamasındandır. Tam da bu yüzden hangi koşullarda nasıl gerçekleştirildiğini umursamaksızın neredeyse toplum nüfusunun 1/3’ünün yaklaşık 2,5 milyar insan nüfusunun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılaması muazzam bir şey, kurtuluş olarak görülüyor. Böylece bütün nüfusun ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla sayıda insanın küçük üretime bağlanması da kaçınılmaz hale gelecektir. Topluma vaat edilen şey özgürlük değil toplumun kendi kendini köleleştirmesidir.

“Son 20-25 yılda tarımsal üretimin neredeyse tamamı tarımsal tekelci şirketlerin eline geçmiş, gıda sektörü bütünüyle bu güçlerce kontrol edilir hal almıştır.” (age, s. 26)

Tekellerin bütün üretim alanlarındaki egemenliği tartışmasızdır. Yalnız belli ki yazarımızın kafası biraz karışık. Bir yandan dünyadaki nüfusun küçük üreticinin yüzde 30’unun yüzde 70’in ihtiyacının karşıladığını, büyük ölçekli üretim yapan işletmelerin (tekeller) nüfusun ihtiyacını yüzde 30’unu karşıladığını iddia ederken diğer yandan tarımsal üretimin neredeyse tamamen onların egemenliğine geçtiğini söylüyor.

Tekeller tarımsal üretimde de egemense bu üretimi de belirledikleri anlamına gelir. Dolayısıyla yüzde 70’i ihtiyacını karşılayan yüzde 30 da bu belirli belirlenime dahildir ve bağımsız olarak bir belirlenimde bulunma gücü yok demektir. Gene de yüzde 30 yüzde 70’in ihtiyacını karşılıyor olsa bile bu verimliliğin göstergesi olarak değerlendirilemez. Zira dünya aktif tarım nüfusu 1 milyar 300 milyonken toplam tarım nüfusu 3 milyardır. (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 15) Bu toplam nüfusun yarısına yakındır, yani yüzde 30’un yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığı iddiası hem aktif hem de toplam tarım nüfusu bakımından tartışılırdır. 400 milyonun 1 milyar kişiyi beslemesi durumunda (age, s. 15) aynı koşullara sahip aktif toplam tarım nüfusunun ancak 3 milyar nüfusu besleyebileceği, bunun da toplam nüfusun yüzde 70’ini değil, yüzde 40’ına yakınını kapsayacağı anlaşılır. Sonuçta aktif tarım nüfusu (bin 300) toplam tarım nüfusunu (3 milyar) besleyebiliyor, yani kendi kendine yetiyor. Verimlilik bu açıdan da tartışılır. Buna rağmen (verilerin doğruluğunu bir kenara bıraksak bile) yüzde 30’un ihtiyacının belli sayıda tekel tarafından karşılanması kıyas kabul etmez şekilde tekel üstünlüğünün kanıtıdır. Bunu 5-10 tekel sağlıyorsa bunun 2 katı bir tekelle, yaklaşık 2,5 milyar üreticinin ihtiyacını karşıladığı kadar bir nüfusun ihtiyacı karşılanacaktır. Yazarın küçük üretime duyduğu hayranlık onun defalarca kanıtlanmış olan geriliği, yetersizliği, verimsizliği ve kapitalist büyük üretim karşısında kaçınılmaz yok oluşunu kendi keyfince yadsımaktan başka bir şey değildir. 5-10 tekelin nüfusun yüzde 30’unun ihtiyacını karşılaması ne ki siz 2,5 milyar insanın yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığından ve bunun muazzam bir şey olduğundan haberdar değilsiniz herhalde diyerek bizi küçük üretimin üstünlüğüne ikna etmeye çalışıyor. Çalışıyor ama ateş ederken silahı ters tuttuğu için sürekli kendini vuruyor. Bir yandan küçük üretimin üstünlüğünü savunurken diğer yandan onun sefaletini aktarıyor. “Türkiye şeker pancarı üretiminde dünyada beşinci, Avrupa’da da dördüncü sırada yer almaktadır. Dekar bazlı ürün verimliliğinde ise 21. sıradadır…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 138) “Şeker pancarı üreticisinin yüzde 51’inden fazlası 1-5 dekar, yüzde 29’u 5-10 dekar, yüzde 15’i 10-20 dekar, yüzde 2’si 50 dekarın üzerinde bir toprakta üretim yapmaktadır.” (age, s. 139) Buna dair bir değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyelim: Yazar küçük mülkiyet yapısının değiştiğinden vs. bahsedip 2000 yılında 10 hektar toprağı olan köylülerin oranının yüzde 85 olduğunu, bunun artık çok değiştiğini söylüyor. Ama şeker pancarı olsun, çay üreticisi olsun bunlarla ilgili verileri aktardığında şeker pancarı üreticisi oranlarında da görüleceği gibi aslında belirgin bir farklılık söz konusu değil. Öyle görünüyor ki yazar bulduğu verileri kendi görüşünü destekleyip desteklemediğine bakmaksızın kullanmış, analiz etme gereği duymamış. Öyle olunca da aleyhinde delillerle farkında olmadan kendini mahkûm etmiştir!

Üretimde 4 veya 5. sırada olup verimlilikte 21. sırada olunmasını yazar köylünün kaderiyle baş başa bırakılması ve gelişen teknolojik donanımdan yoksunlukla açıklıyor. Bu meselenin sadece bir yönüdür. Geniş bir alanda yapılan üretimi verimlilikte, üstelik kendisinden çok daha küçük alanlarda yapılan üretimden bu kadar geri olması üretim yapılan alanların verimliliği engelleyecek düzeyde küçük arazi parçalarına, mülkiyete bölünmüş olması, bu ölçekteki arazi üzerinde teknoloji, insan, toprak, hayvan vb. üretici güçlerin kalitesini artırma olanağının sınırlı olması, engellenmesindendir. Bunu hem emperyalizm ve devlet engellemekte hem de köylü bu dönüşüme tutucu tarzda karşı çıkmaktadır. Her ikisi de mevcut mülkiyet ilişkisinin korunmasından yanadır ama bundan asıl kazançlı çıkan emperyalizm ve devlettir. Köylü ne böyle büyük bir dönüşüm için yeterli sermayeye sahiptir ne de devlet ve emperyalizm böyle bir dönüşümün gerçekleşmesinden yanadır. Köylülerin aşağıdan yukarıya çıkma gücünün olmaması emperyalizm ve devletin yukarıdan baskısıyla da desteklenmektedir. Toprak mülkiyetinin yaygınlaşması, bölünmesi köylülüğün farklılaşmasının önkoşulu olsa da burada sorun, önkoşulları bulunmasına karşın köylülüğün farklılaşması ve tarımda kapitalizmin gelişmemesidir.

“Tarımda kapitalist gelişmenin ana hattı tam da yüzölçümü itibariyle küçük işletme kalan küçük işletmenin, üretimin boyutu, hayvancılığın gelişimi, kullanılan gübre miktarı, makine kullanımı vs. itibariyle bir büyük işletmeye dönüşmesinden ibarettir.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt XII, s. 331) Lenin kapitalist gelişmeyi, işletmenin yüzölçümünü değil niteliğini temel alarak ortaya koymamız gerektiğini göstererek belirleyici bir yaklaşım sunmuştur. Yazar ise bu kadar geniş bir arazi-toprak üzerinde yapılan üretimin, örneğin Hollanda’da toplamda Konya’nın yüzölçümüne eşdeğer bir alanda yapılan üretimden katbekat verimsiz, ürün değeri bakımından geri vb. olmasının nedenini kavramaktan uzak bir şekilde küçük mülkiyeti-üretimi savunuyor. Üretimde 4 veya 5. verimlilikte 21. olmasının aslında kendisinin savunduğu tezi boşa düşürdüğünü, bütün bunların Lenin’in saydığı koşullar bakımından kapitalist büyük (yüzölçümü olarak değil) işletmeye dönüşmediğinden kaynaklı olduğunu, küçük işletmenin üstünlüğünün ancak böyle bir niteliksel dönüşümle sağlanabileceğini görmüyor. Diğer yandan yazar endüstriyel tarımı (kapitalist tekelci tarım demek lazım) olumsuzlayıp küçük üretimi ona yeğledikten sonra küçük işletmenin geriliğini teknik donanımdan vb. yoksunlukla, bunların aslında kapitalist nitelik kazanamamış olmasıyla gerekçelendirmektedir. Yani bir bakıma olumsuzladığı şeyi olumsuzlayarak küçük işletmelerin içinde bulunduğu geriliği aşacağını önermektedir. Önerdiği şeyin küçük işletmelerin kapitalist dönüşümüne denk geldiğini, oraya varacağını kavramıyor.  Sanki bu küçük işletmelerin mülkiyet ilişkisi kapitalist bir nitelik taşımıyor ve kapitalizmden başka kendi kendine farklı bir üretim ilişkisi, toplumsal örgütlenme yaratabilirmiş gibi hayal ediyor. Bu da yazarın bu ilişkileri kavramakta ne kadar sığ düşündüğünü gösteriyor. Bu mülkiyet ilişkisi gene pazar ilişkilerine göre bir üretime tabi olarak pazar için üretim yapacağından rekabette ayakta kalabilmek için sürekli kendini bu ilişkilere daha iyi uyarlamak, yani daha çok kapitalistleşmek zorundadır. Bu zorunluluk onu kapitalist ilişkilerin merkezine yerleşmeye yöneltir. Böylece olumsuzlanan endüstriyel üretim bunlar için kaçınılmaz bir ilişki olarak devam eder. Yazarın unuttuğu şey küçük mülkiyet sahibinin amacının büyük mülkiyet sahibine dönüşmek olduğudur. Dolayısıyla özel mülkiyete dayalı küçük üretimin kapitalist ilişkiler içinde varacağı yer bu ilişkilere (yazarın yakındığı olumsuz sonuçlarına) karşıtlık değil bizzat bunların üretilmesi olacaktır. Bunların dışında özel bir ilişki üretilmesini beklemek, sanmak küçük mülkiyetin doğasını anlamamaktır ve zaten ancak bunu anlamayanlar ona büyük, özel bir misyon biçebilirler. Yazar “halklar tekellere mecbur değildir” diyor, evet değildir de bunun alternatifi de üretici güçlerin gelişimi sonucu aşılmış hem büyük kapitalist üretime hem de onu da aşacak sosyalist üretime hiçbir üstünlüğü bulunmayan küçük üretim değildir. Büyük kapitalist tekelci üretim ondan daha üstün, üretici güçlerin gelişimine koşut bir üretim tarzıyla aşılabilir ki bunun sosyalist üretim olduğu hiçbir Marksist için bilinmez değildir.

“… tarımsal küçük işletme her türlü aşırı istismarla ayakta kalır. Çiftçinin çalışma ve yaşama gücünün aşırı istismarı, hayvanların güç ve kalitesinin aşırı istismarı, toprağın üretici güçlerinin aşırı istismarı…” (age, s. 159) yazarın kutsadığı şey bu istismardır.

“Üretim araçlarının sonsuz parçalanması ve bizzat üreticilerin tecrit olması, insan iş gücünün korkunç israfı, üretim koşullarının gittikçe kötüleşmesi ve üretim araçlarının pahalılaşması küçük toprak mülkiyetinin zorunlu bir yasası”dır. (age, s. 167) Küçük üretimin neden çare olarak savunulamayacağı açıktır.

Bugünün koşullarında emperyalizmin köylüleri (küçük üretimi temsil eden bütün küçük mülk sahiplerini) biteviye daha ağır, yıpratıcı, sefil, aşırı istismara ve sömürüye dayalı bir üretime mahkûm ettiği özellikle bizimki gibi ülkelerde sayısız örnekle, olayla, ilişkiyle ortadadır. Böyle iken yazar sefaletin benimsenmesini bir erdem gibi sunuyor; oysa, yararlandığı kaynaklardan biri olan “Dünya Tarım Tarihi” kitabında bile yazar iddiasının aksini gösteren verileri görebilirdi. “Tarım emeğinin üretkenliğini, yılda çiftçi başına kaç kental tahıl ya da eşdeğer tahıl üretildiğine bakarak ölçebiliriz. Yarım yüzyıldan biraz daha fazla bir süre içerisinde, dünyanın en az rekabet edebilir olan, yani yalnızca el aletleriyle (çapa, bel, kazma, biçki bıçağı, orak…) yapılan tarımıyla, döneminin en iyi rekabet edebilir ve en iyi ekipmana sahip tarımı arasındaki üretkenlik farkının tavan yaptığını görüyoruz. Bu aralık XX. yüzyıl sonunda iki savaş arasındaki dönemde 1’e 10’dan, 1’e 2000’e yükseldi.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 13)“Dünyanın en az üretken tarımıyla (el aletleriyle yapılan tarım) en üretken tarımı (motorlaşmış ve makineleşmiş tarım) arasında yüzyılın başında 1’e 10 olan emek üretkenliği ilişkisi elliye katlanarak günümüzde yaklaşık 1’e 500’e ulaştı.” (age, s. 27)

Bunlara rağmen yazarın iddiasındaki ısrarını bir tür Monilovculuk sayabiliriz. Küçük aile üreticileri kendi yaşamlarında bu iddianın aksini o kadar acımasızca deneyimliyorlar ki yazarın onları kendi düş aleminde ne görüyorsa öyle göstermesine tanıklık etseler bu sefaleti gizleme çabasına öfkelenmekten kendilerini alamayacaklardır.

TOPLUMSAL MÜLKİYETİN ZORUNLULUĞU

“… Afrikalı tarımcıların yaklaşık yüzde 80’i; Asya ve Latin Amerika tarımcılarının yüzde 40-60’ı yalnızca el aletleriyle çalışmaya devam ediyor; aralarından yüzde 15-30’u hayvan çekişli tarım araçlarına ve yüzde 5’ten daha azı da motorlu araçlara sahip. Demek ki modern tarım dünyada henüz yaygınlaşmadı, diğer tarım biçimleri hala egemen ve hâlâ gelişmekte olan ülkelerin aktif nüfusunun çoğunluğunu kapsıyor.”(Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 23) Tarım için yapılan bu kıyaslama sanayi için de yapılırsa benzer bir sonuca ulaşılacak ve küçük üretimin, yaygınlığı nedeniyle egemenliğinden bahsedilecektir. Ancak bu bir yanılgı olur; çünkü büyük ölçekli üretim de aynı şekilde yaygın değildir, belli ülkelerle ve tekellerle sınırlıdır, genelle kıyaslandığında da diğer üretim tarzlarıyla aynı ölçüde-oranda değildir. Gene de bu dünyada kapitalist emperyalist üretimin egemenliğini tartışılır kılan bir durum değildir. Belirleyici olan genel olarak bu üretim biçimi ve ilişkisidir. Mevcut eşitsizlik emperyalist kapitalizmin gelişiminin temel özelliğidir, bunu büyüterek ilerler.

Belirtildiği gibi henüz modern tarım yaygınlaşmış değil ve geri-küçük tarım üretim biçimleri yaygınlığını koruyor. Ancak bunlar nüfusun ihtiyaçlarını tamamıyla, yeterince karşılama konusunda hiçbir bakımdan yeterli olanağa, güce sahip değiller. “…temel gıda maddelerinin uluslararası fiyatı, dünyadaki köylülerin büyük çoğunluğunun kendi emekleriyle yaşamalarını ve üretim araçlarını yenilemelerini yani yatırım yapmalarını ve ilerlemelerini sağlamak için çok düşüktür.” (age, s. 17)

Bununla beraber düşük fiyatlı gıda maddeleriyle rekabet edememeleri gelişmelerini durdurarak aşırı yoksulluğa ve açlığa varan sürekli yoksullaşmaya neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak yeni tarım teknikleriyle, üretim araçlarıyla net 1000 kg buğday üreten bir tahıl üreticisinin durumunu şu örnek iyi anlatmaktadır: “Bu üretici 50 yıl önce 1000 kg buğdaydan 2001’in 30 dolarına denk düşen bir para kazanıyordu. Aletlerini vb. yenilemek için bunun 400 kg’ını satmak zorundaydı ve ona 4 kişilik bir ailenin mütevazı bir biçimde beslenmesi için 600 kg kalıyordu. Bu 600 kg’ın bir bölümünü ayırıp 100 kg’ını daha etkili yeni aletler edinmek için satabilirdi. 20 yıl önce 1000 kg buğdaydan yalnızca 2002’nin 20 dolarına denk düşen bir para kazanıyordu. Aletlerini yenilemek için bunun 400 kg’ını satacaktı ve ona bu kez 4 kişilik bir aileyi beslemek için yetersiz olan 600 kg kalacaktı; bu durumda yeni aletler satın alamayacaktı. Bugün, üretici 1000 kg buğdaydan yalnızca 10 dolar kazanıyor, aletlerini yenilemek için bunun 600 kg’ından fazlasını satmak zorunda ve bu da elbette olanaksız. Çünkü 400 kg buğdayla 4 kişilik aileyi besleyemez. Aslında bu fiyata, ne zaten yeterince gülünç olan aletlerini yenileyebilir ne karnını doyurabilir ne de çalışmaya devam edebilir. Yani borçlanma, işsizlik ve düşük ücretlerin egemen olduğu, yetersiz ekipmanlı, yetersiz sanayileşmiş gecekondulara göç etmeye mahkûm edilmiştir.” (age, s.17) Bu örnekten de hareketle geri teknik araçlarla yapılan üretimin yaygınlığının onun üretime egemen olduğu sonucuna varmak için tek kıstas olamayacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu üretim kendi kendine yeten bir düzeyin ötesine geçme koşullarından daha ileri teknikle, sermaye ile gerçekleştirilen üretim tarafından sürekli uzaklaştırılmaktadır. Dünya Tarım Tarihi kitabının yazarları bu sonuçtan hareketle yeşil devrimi ve çağdaş tarım devrimini daha ileriye götürmeye yönelik kalkınma politikalarının ve daha ucuz gıda temin etmeye yönelik politikalarının açlığa karşı mücadelede neden ters etki yaptığının ve köylüleri neden daha da yoksullaştırdığının anlaşıldığını belirtiyorlar (age, s. 17-18). Sorunun kendisi üretim tekniklerinin, üretici güçlerin daha ileri bir nitelik kazanmasından kaynaklanmıyor, asıl olarak bunlar üzerindeki özel mülkiyetin pekişmesi nedeniyle toplumun büyük çoğunluğunun bunlardan mahrum kalmasıyla daha geri üretim tarzlarına, daha kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilmesinden kaynaklanıyor. Bu bakımdan çözüm azınlığın üretim araçları üzerindeki mülkiyetini toplumsallaştırarak toplumları geri üretim tarzlarından kurtarmak olabilir. Yoksa ne geri üretim tarzlarıyla toplum, içinde bulunduğu durumdan kurtulabilir ne de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sürdükçe modern üretim tarzı toplumsallaşabilir. Emperyalist kapitalizm bunun önündeki belirleyici engeldir. Büyük mülkiyet küçük mülkiyeti giderek daha fazla egemenlik altına alarak, kötürümleştirerek, nitelik bakımından zayıf bırakarak muhafaza ederken küçük mülkiyet onu karşısında ne dayanabilir ne de ona üstün gelebilir; sadece giderek daha sefil koşullarda varlığını sürdürebilir. Tarım ve sanayi dahil bütün toplumsal üretimin modernleştirilmesi, küçük üretimin dönüştürülüp toplumsal mülkiyetin egemen kılınmasıyla daha sınırlı toplumsal emek zamanla daha üretken-verimli bir üretim gerçekleştirilecektir. Modern tarımın yaygınlaştırılması bunu daha belirgin hale getirecek, sosyalizm bunu muazzam düzeyde geliştirecek, komünizm bu gelişmeye sınırsız bir içerik kazandıracaktır. Bu nedenle üretim araçlarının mülkiyetinin üretici güçlerin özgür gelişimini sağlayacak toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi temel önemdedir.

SÖZLEŞMELİ TARIM MODERN YARICILIKTIR

Küçük aile işletmelerinin “sözleşmeli tarım” uygulamalarıyla şirket çalışanı pozisyonuna getirilerek kendi toprağında kendi üretim araçlarıyla cüzi bir ücret karşılığında üretimde bulunmak zorunda bırakıldığı, bu sistemle mülkiyet ilişkilerinin anlamsızlaştırıldığı, toprak-üretim araçları mülkiyetinden ziyade sözleşme şartlarının belirleyicilik kazandığı belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 24-25)

Sözleşme şartlarının belirleyici olması tekellerin küçük üretim karşısındaki üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Küçük üretim ve küçük toprak mülkiyeti her zaman büyük toprak mülkiyeti ve tekeller karşısında bu pozisyondadır. Sözleşme buna yasallık kazandıran, bu ilişkiyi onaylayan biçimlerden sadece biridir. Sözleşmeli tarım bir nevi modern yarıcılıkolarak da tanımlanabilir. Kendi toprağında gene kendi üretim araçlarıyla üretim yapması, üretim araçları mülkiyeti kendisine ait olduğu sürece ücretli-emek sermaye ilişkisi gibi değerlendirilemez. Tekeller ve onların yerli komprador taşeronları küçük üreticiyi bir nevi yarıcılık ilişkisi içinde sömürerek artı değere yarı feodal tarzda el koymaktadır. Genelde sermaye dahil üretim için gerekli hemen her şey üretici tarafından sağlanmakta ve üretimde bütün sorumluluk gene üreticiye aitken sözleşmede belirlenen şartların yerine getirilmediği her durumda da sorumluluk gene üreticiye yıkılmaktadır. Böylece üretici yarıcılığın gereklerini yerine getirmediğinde sadece daha sefil koşullara sürüklenmekle kalmayıp daha ağır şartlarda borçlanmaya ve toprak dahil üretim araçlarını ipotek ettirmeye, giderek yitirmeye de sürüklenir. Sözleşmeli tarımda üretici esasen toprak başta olmak üzere üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğundan bu mülkiyet, sermaye/tekeller ne kadar zayıf, küçük, önemsiz olursa olsun küçük üretimin varlığını, devamını sağladığı ve sürekli yeniden onu ürettiği için her şeye rağmen hesaba katılmak, dikkate alınmak zorundadır. Tekellerin tüccar sermayesi gibi küçük üretim üzerinde belirleyici bir rol oynaması, üretimi belirlemesi mülkiyet ilişkilerinin karakterinde, tarzında değişiklikler yaratması kaçınılmazdır; ama üreticiyi üretim araçlarının mülkiyetinden bağımsız kılmadığı sürece onun niteliğinde köklü bir dönüşüm yapmış olmaz. Aksine onun mevcut tarzı, ilişkileri içinde olabildiğince kendine tabi kılıp üretici güçlerin emeğini sömürür. Artı değere üretim araçlarının dolaysız, tam sahibi olarak değil; en büyük hisseli ortağı gibi en büyük paya yarı feodal ilişki ve üretim tarzı içinde el koyar. Buna modern biçimler kazandırması, modern yöntem, araçlar kullanması biçimsel bir şeydir ve gerçeği görünmez kılmaya hizmet eder. Burada biçimin altında gizlenmiş gerçeği açığa çıkarmak, göstermek özel bir önem kazanır. Küçük üreticiyi bu ilişkiye mecbur eden koşullar üzerinde hangi sınıfların belirleyici olduğu kadar üreticiyi hangi ilişkilere tabi kıldıkları da önemlidir.

TÜRKİYE’DE TOPRAĞIN SERMAYELEŞMESİ RASTLANTISAL, KÜÇÜK MÜLKİYETİ ESASTIR 

“Üretim araçları, ancak ve yalnızca emekçiden ayrıldığı ve emekle bağımsız bir güç olarak karşı karşıya geldiği zaman ve ölçüde sermaye halini alır. Ancak anılan durumda (köylünün toprağını ekip biçtiği durum -bn.) emekçi üretim araçlarının sahibidir, malikidir. Bu nedenle nasıl ki üretici, bu üretim araçları karşısında emekçi değilse, bunlar da emekçi karşısında sermaye değildirler…” (Marks, Artı Değer Teorileri)Türkiye’de bu ikisinin ayrılığı rastlantısal, birliği normal biçimdir ve bu ilişki egemendir ve yaygındır. İçsel ve dışsal nedenler, genel koşullar bu ikisinin mevcut ilişkisini tersine çevirecek nitelikte bir etkide bulunmuş değildir. Bu anlamda yüz yıldır anlamlı neredeyse hiçbir değişim gerçekleşmemiştir. Bu emperyalizm komprador burjuvazi ve toprak ağalarıyla beraber bu yapıyı nasıl sürdürdüklerinin de bir göstergesidir. Ne kadar etki ederse etsin bu üretim tarzını, belirleyici bir üretim tarzı olmaktan çıkarmaya, tasfiyeye özel bir yönelim, amaç gösterilmemesi ulusal kapitalizmin egemen hale gelmesini engelleme politikasının yansımasıdır.

Yazar buna rağmen 2000’li yılların başında 10 hektardan az toprağa sahip yoksul ve küçük köylülere ait işletme sayısının toplamın yüzde 85’i olduğunu, sahip oldukları arazinin de toplamın yüzde 42’si olduğunu, bu durumun bugün çok farklı biçimler aldığını, mülkiyet ilişkisinin değiştiğini, uygulanan tarımsal model nedeniyle toprak mülkiyet yapısının zaman içinde öneminin kalmadığı da görülmektedir diyerek aktarıyor. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 27) Bunu da TÜİK’in “2000 yılında köylerde 23 milyon 707 bin kişi yaşarken 2019’da 6 milyona gerilediğine” dair verisine dayandırıyor. (age, s. 27) TÜİK verisini esas alan yazar başka bir yerde (age, s. 112)büyükşehir kanunu ile bir gecede köylü nüfusunun 10 milyon azalarak 66 milyona düşürüldüğünü söylüyor. Nasıl oluyor da bir gecede 10 milyon köylü bu vasfını kaybediyor. Bir gecede buna neden olan hangi toplumsal gelişme olmuştur vs. belli değil. Bunun AB ile tarım politikası anlaşmasının sonucu olarak yapıldığı biliniyor. Bu da mevcut yapının, ilişkilerin, üretimin nasıl da emperyalizmin politikalarından beslendiğini ve ona göre biçim, içerik kazandığını gösteriyor. Tarımsal nüfusun ve desteğin belirlenen düzeye çekilmesi politikası gereği tamamen kâğıt üstünde resmi ve biçimsel şekilde köylüler köylü olmaktan, köy köy olmaktan çıkarılıyor. Böyle yapıldığında 10 milyon köylü, köylü olmaktan çıkmış, içinde bulunduğu üretimini, ilişkileri ortadan kaldırmış oluyor. Böyle olmadığı halde, TÜİK’i referans alıp 10 milyon köylüyü yok sayarak toplumsal ilişkiler, mülkiyet ilişkileri değişmiştir dersek bu bizim toplumsal ilişkileri ne kadar yüzeysel kavradığımızı, derinlemesine incelemediğimizi gösterir. Gerçeğin her zaman resmi rakamlardan, üstelik TÜİK gibi her türlü hile ile gerçeği gizleyen kurumların verilerinden çok farklı olduğunu biliyoruz.

Yoksul-küçük köylülere ait işletme toplamın yüzde 85’i iken bugün hangi orandadır? İster 6,6 milyon içinde isterse 16 milyon içinde olsun bu oran kaçtır? Yazar isterse gene TÜİK’i esas alarak işletmelerin büyüklüğüne, niteliğine dair oranları açıklayarak nasıl bir değişim yaşadığını ortaya koyabilir. Mesela TÜİK 2022 yılında KOBİ’lerin oranını yüzde 99,7 olarak açıklamıştır. Tarım alanında da durumun pek farklı olduğu söylenemez. Çünkü bu üretim tarzı egemen ilişkilerin genel karakteri ile ilgilidir. 10 milyon köylü ve yaşadıkları yerlerdeki üretim ilişkileri nasıl değişmiştir? Küçük köylü mülkiyeti büyük mülkiyete mi dönüşmüştür? Topraklar mı genişlemiştir? Üretim araçları daha nitelikli hale mi gelmiştir? Kısaca buralardaki üretim ilişkilerinin, yaşayış biçiminin nitelik olarak önceki düzeyi aşan hangi toplumsal değişimler yaşanmıştır? “Yazar mülkiyet ilişkileri değişmiştir” derken sorunlu-şaibeli nüfus değişim oranlarından başka bir kanıt göstermeye ihtiyaç duymuyor. Bu değişimin hangi toplumsal gelişmelerin sonucu olduğunu ortaya koymuyor. Küçük-yoksul köylülerin işletmelerinin genel içindeki oranının yüzde 85’ten kaça gerilediğini açıklamıyor.

Uygulanan tarımsal model nedeniyle zaman içinde toprak mülkiyet yapısının öneminin kalmayacağı görüşü de aynı yüzeysellikte, sübjektif bir yorum içeriyor. Bu mülkiyet yapısının emperyalizm karşısında büyük dezavantajlara sahip olması onun dönüşümü için tek başına yeterli bir kriter, neden değildir. Emperyalizmin politikalarının kaçınılmaz olarak kendiliğinden belli değişimlere neden olmak dışında mevcut yapıyı dönüştürmek üzere özel bir amaç içermediği, aksine bizzat bu yapıyı kendisinin temel dayanaklarından birine dönüştürdüğü/dönüştüreceği yüzyıllık emperyalizm deneyimiyle artık bilinmez, tartışılır, kuşku götürür olmamalıdır. Dolayısıyla emperyalist politikaların mülkiyet ilişkilerini, toprak mülkiyetini köklü değişikliklere uğratmak gibi ne ilerici bir niteliği ne de böyle bir amacı bulunmaktadır. Toprak mülkiyeti esasen küçük mülkiyet özelliği nedeniyle emperyalizm karşısında zaten önemsizdir! Onun emperyalist üretimin düzeyiyle, egemenliğiyle kıyaslanabilir bir durumu bulunmuyor; ama bu mülkiyet yapısı varlığını korudukça, dahası bir ülkedeki egemen üretim biçimi olmayı, o ilişkileri belirlemeyi sürdürdükçe o ülkedeki üretim ilişkilerinin niteliğine dair temel bir olgu olmaya devam edecektir. Mesele onun emperyalizmle boy ölçülemez bir mülkiyet yapısına sahip olması değil -ki bu bakımdan sadece küçük toprak mülkiyeti değil bütün özel mülkiyet biçimleri onunla boy ölçüşemezdir- her şeye rağmen bu mülkiyet ilişkisinin toplumsal üretim üzerinde, içinde önemli, belirleyici bir yer tutuyor olması, on milyonlarca insanın yaşamının, ilişkilerinin buna bağlı olarak üretilmesi, sürdürülmesidir. Yoksa Hindistan’daki neredeyse 1 milyar küçük-yoksul köylünün, tüm Dünya’daki milyarlarca köylünün de emperyalist tekeller karşısında ne hükmü var ki? Ya da herhangi bir yarı sömürge ulus devletin, örneğin TC’nin emperyalizm karşısında ne hükmü olabilir ki? Hem yazarımıza göre küçük aile üreticiliği tekellere üstün daha verimli bir üretim tarzı olduğundan 5-10 emperyalist tekelin 6 milyon, dünyada ise milyarlarca köylü karşısında ne hükmü olabilir? Öyle ise zamanla bu tekeller küçük aile üreticiliği karşısında tutunamayacaktır değil mi? Tutunamayacakken bunca kaygı neden?

TARIMSAL NÜFUS GERÇEĞİ

TÜİK verilerinden hareketle 2020 yılında tarım nüfusunun 5 milyon 878 bine düştüğünü (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s.113) temel alan yazar bunun 1980 yılından başlayarak tarımı tasfiye politikalarının bir sonucu olduğunu belirtmekte, bunu koşullayan toplumsal dönüşümlerden ise gene yüzeysel şekilde bahsetmektedir. Yazarın kendisi de büyükşehir kanunu ile bir gecede 10 milyon köylünün köylü olmaktan çıkarılarak köylü nüfusunun 16 milyondan 6 milyona düşürüldüğünü (age, s. 112) ifade etmişken nüfus değişimlerinin üretim ilişkilerinin toplumsal dönüşümlerinin sonucu olduğunu söylemek durumu açıklamak, anlamak için yeterli değil. 1927 yılında 10 milyondan fazla olan kır nüfusu 2000 yılında 24 milyona yaklaşmış, 2010 yılında 17,5 milyona gerilemiştir. (Vasfi Nadir Tekin, Zincirin Halkası, s. 114) 1975 yılında 23,5 milyon civarında olan köylü nüfusu 1980 yılında (yazarın tarım tasfiye politikalarının başlangıç tarihi olarak işaret ettiği dönem) 25 milyona çıkmış, 2000 yılında 24 milyona gerilemiştir. Elimizde sağlıklı veriler bulunsaydı kır nüfusunun TÜİK’in verileriyle ne düzeyde eşleştiğini kıyaslayabilirdik. TÜİK’in manipülatif kıstasları ve hileleri nedeniyle gerçekte köylü olup bu nüfusun dışında bırakılan nüfusun oranını bilme-ölçme olanağımız sınırlı. Gene de mevcut verilerden bazı sonuçlar çıkarmak mümkün. Kır nüfusu 1927’den 1985’e kadar istikrarlı bir şekilde artmış, her 5 yılda bir 1,5-2 milyonluk artışla 25 milyona dayanmış, 1985-2000 arasında yaklaşık 24 milyonda sabitlenmiş, 2020 yılında 16 milyona düşmüş, sonra TÜİK 10 milyonluk nüfusu da yok sayarak nüfusu 6 milyona düşürmüştür. Bu rakamlar 100 yıllık bir süreçte kır nüfusunda anlamlı neredeyse hiçbir değişiklik olmadığını göstermektedir. Kent nüfusunda büyük, belirleyici değişiklikler olmasına rağmen bu kır nüfusunda esaslı bir çözülmenin sonucunda gerçekleşmemiştir. Burada çözülmeden ziyade kırın daha fazla nüfusu artık “kaldıramaması” nedeniyle fazla nüfusun kırdan atılması, nüfus artışının da asıl olarak kentlerde yaşanması söz konusudur. Kır nüfusunun 2000’lere kadar artarak kendini koruması kırdaki mülkiyet ilişkilerinin, toplumsal yapısının güçlü şekilde korunduğunu ve köklü olduğunu gösterir.

Kapitalizm kırsal nüfusun azalmasını koşullamaz sadece bunu ancak kırdaki üretim yapısını-ilişkilerini tasfiye ederek, tarımı kapitalist yönde dönüşüme uğratarak gerçekleştirebilir. Bu aynı zamanda kapitalizmin iki ayağı üzerine dikilip egemen üretim tarzı haline gelmesinin de temel koşuludur. Ancak görüyoruz ki köylü nüfusu tasfiye edilememiştir, tarım kapitalist niteliğe kavuşturulamamıştır. Küçük mülkiyet ve küçük üretim egemenliğini sürdürmektedir. Bu ilişkilerin kendini yeniden üretmesinin koşulları halen güçlü bir şekilde korunmaktadır. Kapitalizm ise kırdaki feodal ilişkileri, üretimi, nüfusu tasfiye ederek başlar; ama sadece kırda değil feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu kentlerde de bu tasfiyeyi gerçekleştirir. Bu iki alanda da ilişkiler tamamıyla emperyalizmin rolü-etkisiyle önemli dönüşümler geçirmesine rağmen bu dönüşüm emperyalizme bağlı, güdük bir kapitalizmin gelişmesi nedeniyle ulusal kapitalizmin egemen hale gelmesini engelleyen belirleyici bir özellik kazanmıştır. Kapitalizm büyük makineli üretime geçişi temsil ettiğinden sermaye bileşimi değişen sermaye aleyhine bir gelişime sahiptir. Kır nüfusundaki yüksek oran bu yöndeki gelişimin düzeyinin ne kadar zayıf olduğunu göstermekle kalmıyor mülkiyet ilişkileri de küçük üretime dayalı basit meta üretiminin egemenliğinin bunun önünde güçlü bir engel olmayı sürdürdüğünü gösteriyor. Kır nüfus oranı basit meta üretiminin bu nüfusu soğuracak düzeyde olmasıyla ilgilidir. Tarımın belli bir oran üzerindeki nüfusu barındırma olanağının azalması buradaki ilişkilerin kapitalist dönüşümünün bir sonucu değil tarımdaki üretici güçlerin üretkenliğinin geri olmasından, daha tam ifadeyle kapitalist yönde yeterince gelişememiş olmasındandır. Emperyalizm bütün gerici ve asalak karakteriyle bu üretimi belirlemekte, Türkiye’deki bu temel üretim sektörünün çürümesindendir. Bu yüzden gerek kırdan akan artık nüfus gerekse de kentlerdeki artan nüfus kapitalizmin iki ayağı üzerine dikilmiş koşulları içindeki bir üretime değil, tamamen emperyalizme bağlı, yarı feodal ilişkiler tarafından kötürümleşmiş bürokrat kapitalist ilişkilere tabi olmaktadır.

TÜİK ne zaman, bir gecede yok sayılan 10 milyon köylü gibi kalan resmî köylü nüfusun da tasfiye edildiğini açıklarsa o zaman yazarın niyeti gerçekleşebilir; ama gerçeklik değişmediği sürece bu, gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemeyenler için sadece bir illüzyon olacaktır. Toplum, özelde de köylüler o ilişkiler içinde yaşamayı sürdürdükçe buna aykırı hiçbir resmi verinin onlar için bir hükmü olmayacaktır. Toplumsal ilişkilerin esaslı-devrimci dönüşümünün böyle sağlanamayacağını en iyi onlar bilir; çünkü o ilişkiler içinde yaşamaya, üretmeye devam ederler. O yüzden biz bu ilişkileri ne kadar iyi kavrayabilirsek onların dönüşümü için gerçekçi bir yaklaşım oluşturmamız da o kadar mümkün olacaktır. TÜİK verilerinin bizi ulaştıracağı yer bu gerçeklerin ters yüz edilmesidir. Eklektik görüşlerin yol açacağı sonuç tutarlılıktan yoksunluktur. İleriye yürüyen ve yürümek zorunda olan toplumlara üretici güçlerin geldiği düzeyden daha geride ve terk edilmesi gereken bir üretim tarzını tarihsel-toplumsal gereklilik, hatta bazılarınca bir zorunlulukmuş gibi çare diye sunmak toplumlara öncülük etme karakteri taşımayanların basiretsizliğidir!

KÖYLÜLÜĞÜN TASFİYE EDİLMEMESİ ÜZERİNE KÜÇÜK BURJUVA YANILGISI!

“…köylünün oyuna duyulan ihtiyaç küçük üreticiliğin tasfiyesine yönelik icralarda duraksamalar yaratmıştır…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 60) gene de tekellerin çıkarlarını gözeten genel strateji (tasfiye) yürürlükte kalmıştır, deniyor.

Birincisi, oy kaygısı ile tasfiyeye ayak diriyor olsa bir gecede 10 milyon köylü tasfiye edilmezdi! Bu kadar büyük, bu kadar cesur bir tasfiye adımı atıldığına göre ya yazarın iddia ettiği gibi bir kaygı duyulmuyor ya da gerçek anlamda 10 milyon köylünün tasfiyesi söz konusu değildir.

İkincisi, köylünün tasfiyesi seçimlerde oya duyulan ihtiyaç nedeniyle gerçekleştirilmez ki bunun genel nüfus oranı içinde belirleyici olmadığı da savunulduğuna göre iktidar için de bu belirleyici olmamalı.

Söz konusu nüfus, sosyoekonomik yapının belirleyici üretim tarzına dayalı olduğundan ilişkileri de belirlemektedir. Devletin dayanağı olan toplumsal ilişkiler de buna dayalıdır, dolayısıyla bu tasfiye edilmek istenen veya mevcut egemenlerce tasfiye edilebilir bir olgu değildir. Onun desteğine duyulan ihtiyaç, iktidar yapısının bunu koşullayan özelliğiyle ilgilidir. İstikrarsızlık mevcut egemen sınıfların, yapının siyasi zayıflığının temel bir sonucudur. Köylülerin, küçük üreticilerin varlığı bu yapıya bağlıdır. Yazarın “sosyalizme karşı” bu sınıflarla ittifak dediği şey Kemalist devrimin toprak devrimine karşı gelişmesinden itibaren toprak devrimini imkânsızlaştırmak için başvurduğu yoldur. Bu yüzden mesele seçimlerde oy desteği kaygısıyla bu sınıfların ve üretim ilişkilerinin tasfiyesine ayak diremekle değil, mevcut yapının buna dayalı varlığının korunması, bunun da emperyalizme dayanarak komprador burjuvazi ve toprak ağaları tarafından sürdürülmesiyle ilgilidir. Oy desteği kaygısıyla değil, bu ilişkileri bir burjuva devrimi ile ulusal kapitalizmi egemen kılmak üzere tasfiye etmenin emperyalizm ve onların uşağı egemen sınıfların çıkarına olmamasındandır. Proleter devrime engel olmanın bir yöntemi olarak da küçük üreticilerin tasfiyesi amaçlanmamaktadır. Göz ardı edilemeyecek düzeydeki önemli küçük üretici-köylü nüfusu tasfiye edilmeyen bu yapının-ilişkilerin sonucudur. Bu sınıfların desteğinin seçimlerde önemli bir rol oynaması, egemen sınıfların mevcut yapıdan kaynaklanan istikrarsızlığı, zayıflığı ile ilgilidir. Klikler, kendilerini var eden bu yapının sürmesi için köylülerin desteğini isterken sadece köylülere bu yapıdaki var oluşlarını onaylatmış olmuyor bu yapının da onların var oluşlarını onaylamasını sağlıyorlar.

Kısaca seçim için destek sadece bir sonuçtur. Bu sonuç toplumsal yapıdan doğmaktadır. Egemen sınıflar bu yapıya dayanmakta, böyle var olmaktadırlar. O yüzden tasfiye edecekleri sadece bu sınıflar olmayacak kendi dayanakları olan üretim yapısı, toplumsal ilişkiler yani kendileri olacaktır. Bu da tasfiyenin iddia edildiği gibi 10 milyon köylüyü bir gecede köylü olmaktan çıkaran cambazlıklarla olmayacağını gösterir.

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

Tarımsal üretimin gerileyerek üretimden sonra tüketimde de ithalata bağımlı hale gelinmesi tarım dahil bütün ulusal üretim yapısının sonucudur ve sadece tarımla da sınırlı değildir. Sanayide de aynı ilişki başından beri belirgin bir özellik olarak vardır. Yani ulusal sanayinin gelişmesine koşut tarımın gerilemesi söz konusu değildir, iki alanda da emperyalist üretime bağlı olarak geri üretim ilişkileri sürmekte, yaygınlığını korumaktadır.  Hayvan mevcudunda, üretiminde, kalitesinde de bu ilişki etkisini göstermektedir. Nüfus 1980’de 40 milyonken 2020 yılında 83 milyona yükselmesine rağmen sığır, koyun, koç ve manda sayısında bir tek sığır sayısı 2 milyon artmış, diğerleri ciddi şekilde düşüş yaşamıştır. (age, s.25) Yazar sorunu büyük ve küçükbaş hayvan sayısının, nüfus artışına bağlı olarak artmasında görüyor. Büyük ve küçükbaş hayvan sayısındaki azalmanın kendisi üretim ve hayvanlar daha nitelikli hale gelmediği/getirilmediği için aslında tarımın kapitalist dönüşümüne uğramadığının göstergelerinden biri sayılmalıdır. Mevcut tarımsal üretim ilişkileri köklü şekilde değiştirilmeden gittikçe artan nüfusun ihtiyacını aynı ya da azalan hayvan mevcudu ile karşılamak mümkün mü? Üstelik hayvanların beslenmesinde, niteliğinde, barınma koşullarında vb. ciddi iyileşmeler olmadığı sürece sayısı artsa bile artan nüfusun ihtiyacını karşılamada yetersiz olması kaçınılmazdır. Bu yüzden hayvan sayısının artması -neden artmadığı da sorunun nedenine dair önemli başka bir veridir- sorunun çözümü için yeterli olmayacak, üretim yapısının bütün olarak dönüştürülmesi yani hayvan kalitesinin artırılması, toprağı işleme yöntemlerinin, gübrelemenin, yemlenmenin, insanların çalışma ve beslenme koşullarının da iyileştirilmesi, nitelikli hale getirilmesi gerekecektir. Hayvan kalitesi artırılmadığı ve yaşama koşulları (beslenme, barınma vs.) iyileştirilmediği sürece sayısı artsa bile gene nüfusun ihtiyacını karşılamada yetersiz kalınacaktır. “Kapitalizm küçük köylülüğü ebedi eziyete yararsız emek sarfına mahkûm etmiştir; çünkü araç yoksunluğu, yem kıtlığı, kötü hayvan kalitesi, kötü ağıl vs. şartlarında hayvanların en ihtimamlı bakımı yararsız emek sarfıyla eş anlamlıdır.” (Lenin, Seçme Eserler XII, s. 231)

Köylülerin üretim, yaşam ve beslenme koşullarının düzeyi hayvanların kalitesi, yaşama ve beslenme koşullarını da belirler. Biri ne kadar kötü ise diğeri de onunla eş düzeyde koşullara sahiptir. Çünkü ikisinin koşullarını belirleyen üretim ilişkileridir.

Bu durumda ithalat bir çözüm değil bu ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiriliyor. Çünkü, birincisi ne iktisadi yapı, dolayısıyla devlet bu üretimi daha ileri, nitelikli hale getirecek bir karaktere, amaca sahip ne de küçük üreticilerin bunu sağlayacak ekonomik gücü bulunuyor. Bu dönüşümü gerçekleştirecek ne alttan ne de üstten bir güç, hareket olunca mevcut olanın korunması emperyalizmin, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının çıkarınadır. Bu yüzden de bunlar mevcut olanı değiştirmeye yönelik her hareketi ittifak halinde bastırmaya çalışırlar. Köylerin demokratik hareketini her yola başvurarak engellerler. Ulusal kapitalizmin geliştirilmesi amacı doğrultusunda tarımın bu ilişkilere göre dönüştürülüp kapitalist hale getirilmesinden bahsedemiyoruz. Tam tersine ulusal kapitalizm gelişmediği, gelişimi engellendiği için tarımın geri yapısı da korunmaktadır. Bu nedenle ne sanayinin nitelikli gelişimine katkı sunmakta ne sanayi nitelikli olarak tarım ilişkilerini, üretimini dönüştürebilmekte ne de bunlar birbirinin ve artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak yapısal dönüşümlere uğratılabilmektedir. Emperyalizme bağlı kapitalist üretim iki alanda da diğer alanlarda olduğu gibi belirleyicidir. Bu ilişkiler ve üretim tarzı ithalatı zorunlu hale getirmektedir. Egemen sınıfların hiçbiri bu durumu değiştirme amacında değildir. Çünkü onların varlığı tam da bu ilişkilere bağlıdır. Tarımın bilinen klasik dönüşümü, iki ayak üzerinde durma sürecinin bir parçası olarak bu alandaki ilişkilerin sanayinin gelişimine hizmet edecek tarzda kapitalistleştirilmesidir. Türkiye’de kapitalizmin iki ayağı üzerine dikilmediği için emperyalizme bağlı kapitalizm dışında ne sanayide ne de tarımda ulusal kapitalizmin egemenliği söz konusu olabilmiştir. Bu koşullarda tarımın sanayiye göre geride kalması bu ilişkilerde değişimin göstergesi olarak tanımlanamaz. Sanayide de esas olan büyük ölçekli üretimle beraber yaygın küçük üretimin emperyalist üretime bağımlı özellikte olmasıdır.

Gerçekte bu alandaki üretimin niteliği tarım alanındaki üretimin niteliğiyle benzerdir. Başından itibaren bu alanlarda üretimin de üretici güçlerin de gelişimini engelleyen mevcut üretim ilişkileri, buna bağlı olarak tarımın ve sanayinin de geri karakteri emperyalizme bağımlılık temelinde proleter devrime karşı ittifakın dayanağı olarak belirleyici olmuştur.

DEMOKRATİK TARIM PROGRAMI

Kitapta savunulan bir başka görüş de demokratik tarım programıdır. Şöyle deniyor: “Sömürü odaklı üretim ilişkilerinin çözüm olmayacağı…” “Demokratik her türlü eşitliği (eşitsizliği-bn) ortadan kaldıracak tarım programı ancak bütün köylü ve çiftçilerin katılımıyla oluşturulacaktır. Bu program dışında bir kurtuluş mümkün değildir.” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 159)

Her türlü eşitsizliği sosyalizm bile kaldıramayacakken (bu ancak komünizmde mümkündür) savunulan demokratik tarım programının bu hikmeti nereden gelmektedir? Üstelik köylü-bütün çiftçilerin katılımının programın demokratik niteliğinin bir ölçütü kabul edilmesi de başka bir sorundur. Bütün köylülerin-çiftçilerin katılımına koşullu bir program sınıf karşıtlığını, çıkarlarını, ezilen-sömürülen köylü sınıflarının büyük toprak sahiplerine karşıtlığını yadsıdığı veya gölgelediği oranda demokratik olmaz ya da böyle bir sınıfsal karşıtlığın bulunmadığı yerde eşitsizliği gidermeye dönük demokratik bir programa ihtiyaç olmaz. Bununla beraber muhtevası demokratik olan bir programın burjuva demokratik bir özellik-içerik taşıması da kaçınılmazdır. Böyle bir programın “her türlü” eşitsizliği ortadan kaldırma hikmetine sahip olmadığı da kendiliğinden anlaşılır. Ayrıca bir programın demokratik vasfı bütün köylülerin, çiftçilerin katılımına bağlı değildir. Bütün bu sınıflar devrimden yana olanlar, olmayanlar şeklinde sınıfsal çıkarlara sahiptirler. Bu ayrım yapıldıktan sonra bile devrimden çıkarı olan bazı sınıfların tarafsız kalarak ya da başından sonuna kadar bu devrimde yer almayarak farklı tutumlar sergileyebileceği deneyimlerden de bilinir. Diğer taraftan bir devrimin öncelikli hedefi devrimin aşamalarına göre farklılaşabileceği gibi sınıflarla kuracağı ittifak ilişkilerinde de buna göre değişmeler mümkündür. Bunlardan hareketle bütün köylülerin-çiftçilerin katılımının sağlanamadığı bir program gene de demokratik muhteva taşıyabilir. Örneğin zengin köylülerin katılmadığı bir program büyük toprak mülkiyetine son vermesi bakımından demokratik bir özelliğe sahiptir. Bir program devrimden çıkarı olan bazı sınıfların katılımı olmadan da onların da çıkarlarını gerçekleştirmeyi kapsayan içeriği nedeniyle demokratik öz taşır. Kaldı ki proletaryanın bu konudaki programı kendi başına diğer sınıflarınkinden çok daha tutarlı demokratik özelliğe sahiptir, bütün programlardan her bakımdan daha ileridir, devrimcidir. Herhangi bir sınıfın katılımının olmaması bunu değiştirmez. Bir programın demokratik özünü sınıfsal ayrımları yadsıyarak, “sınıfların eşitliği” iddiasını içeren burjuva demokratizmine dayanarak açıklama anlayışı burjuvaziye hizmet eder. Demokratik bir programı proletaryanın bakış açısıyla değerlendirmekten sınıf karakteri nedeniyle yoksun olduğu için kendi burjuva demokratik programını tek kurtuluş görüp göstererek proletaryanın önderliğini de yadsır.

Kendi burjuva demokratik programını her türlü eşitsizliğin çaresi olarak sunmakla kalmayıp sermayenin de 80 milyon için üretim yaptığı propaganda ediliyor. Şöyle deniyor: “… özelleştirmelerle kamuya çalışan kurumsal örgütlenmeler tasfiye edilirken, (…) bu alanın emperyalist-kapitalist tarım şirketlerine açılması 80 milyon için olan üretimin ve sonucunda oluşan kârın bir avuç şirkete altın tepside sunulmasıdır. Kamu kurumlarının yani 80 milyon için faaliyet yürüten tarımsal kuruluşların ve işleyiş esaslarının tasfiye edilmesi bu anlama gelmektedir. Burada çok büyük boyutlarda sermaye transferi söz konusudur. Bu sermaye kamu aracılığıyla topluma yayılması gerekirken bir avuç şirketin kasasına akar hale getirilmiştir. Türkiye tarımı ve tohum alanında yaşanan yapısal-sektörel dönüşümlerin özeti burada yatmaktadır.” (age, s. 195) Biz de diyoruz ki bu yaklaşım çalışmanın özü, özetidir. Devletin sosyalizme karşı kurduğunu iddia ettiği Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) “80 milyon” için üretim-kâr yaptığını; ama özelleştirmelerle topluma yayılması gereken sermayenin bir avuç şirkete aktığını söylüyor. Yazarın sermaye ile ilgili evlere şenlik bir iyimserlik taşımasına şaşmamak elde değil!

Bir kere tarımsal KİT’lerin üretimi, dolayısıyla kârı da başından beri toplum için, “80 milyon” için olmamıştır. Bu KİT’ler öteden beri küçük üreticiyi sömürmenin araçları olarak kullanılagelmiştir. Sömürünün yoğunluğunda, düzeyinde, biçiminde değişiklikler olmakla beraber devlet tekeli işlevi gören bu kurumlarla devlete egemen bürokrat burjuvazi ve toprak ağaları büyük kârlar elde etmişlerdir. “80 milyon” gene onların çıkarı için üretmiş, üretenlerin artı değeri gasp edilmiştir. Sermaye bu kurumlar aracılığıyla topluma yayılmamış, toplumsal üretim gene toplum aleyhine bu kurumlar üzerinden belli sınıfların çıkarlarına tabi kılınmıştır. Dolayısıyla yazarın iddia ettiği gibi sermaye-toplum ilişkisinde “demokratik” ilişkinin bozulmasından bahsedilemez. Bu ilişki hiçbir zaman ne demokratik olmuştur ne de toplum yararına. Sermayenin söz konusu olduğu hiçbir durumda toplumla böyle bir ilişki kurulmamıştır. Yazarın KİT’leri devletin niteliğinden ve devletin de bunların niteliğini, ilişki biçimini vs. belirlediğinden bağımsız ele aldığı, KİT’lere dair yanlış bir kavrayışa sahip olduğu anlaşılıyor.

“Sermayenin topluma yayılması” düşüncesi burjuva demokratizminin aslında topluma neden demokratik bir karakter kazandıramayacağının da kanıtıdır. Zira, eğer yazar sermayenin topluma yayılmasından sermayenin herkese eşit dağılımını anlıyorsa bu küçük üretimin ebed-müddet sürmesini savunmaktır ki bu da sermayenin toplumsallaştırılması hedefini anlamsızlaştırır, sosyalizm karşıtı pozisyonda olmaktır. Sermayenin topluma yayılması toplumsal olarak her türlü sermayeye el konulmasını gerektirir. Toplumsal sermayeye el konulan toplumda sermaye toplum aleyhine bir işlev kazanmış demektir, toplumun çıkarı için rol oynamaz. Devlet kapitalizmi, devlet tekelleri, bu anlamda KİT’ler bunu değiştirmek bir yana aksine küçük burjuvayı, toplumu aldatması için de işlevli olan kamusal yarar görüntüsü altında bu rolü biraz yumuşatabilir, gizleyebilir; ama ortadan kaldıramaz. Sermayenin varlığı her şeyden önce tamamen toplum karşıtı bir işleve, özelliğe sahiptir. Onun toplum için üretmesi, ancak toplumun ürettiği değerin gittikçe daha büyük bir bölümünü gasp etmesiyle mümkündür. KİT’ler bunun dışında, buna rağmen bir özelliğe sahip olmamıştır. KİT’lerin küçük üreticinin konjonktüre bağlı olarak görece istikrarlı bir yaşam sürdürmesini sağladığından bahsedilebilir; ama onun koşullarını iyileştiren, ileriye taşıyan bir rol oynadığı söylenemez.  KİT’ler bütünüyle küçük üreticinin artı değerine büyük oranda el konulmasının araçları olmuştur. “… yıllık (2003) 3 milyar dolar cirosu ile her yıl devlete 2 milyar dolar özel tüketim vergisi (ÖTV) kazandıran Tekel’i satmak akıl kârı değil…” (age, s. 64) Görüleceği gibi devlet “80 milyon” için sözde üretim yapan KİT’in cirosunun 2/3’üne vergi olarak el koyuyor. Büyük artı değer gaspı devlet eliyle gerçekleştiriliyor. Herhalde yazar devletin bunun 80 milyonun yararına kullandığını aklından geçirmemiştir? Tekel’in özelleştirilmesiyle devlet, bu özel tüketim vergisi kazancını kaybetmiş değildir, sigara-tütün tüketiminden bu kazancı elde etmeye devam edecektir.

Yazarın iddia ettiği gibi KİT’ler ulusal tarım ve sanayiyi geliştirmeye hizmet etmiş olsaydı da sermaye “80 milyon” için, halkın çıkarlarına üretim yapmış olmazdı. Böyle bir gelişimin sömürüyü daha geniş ölçüde sürdürdüğü sermayenin, kapitalizmin tarihinden bellidir. Bizde bunun daha yoğun, vahşi, ilkel bir tarzda gerçekleştiği Soma, Ermenek madenlerinde, İliç altın madeninde ve daha birçok yerdeki işçi katliamlarıyla ortadadır. İliç altın madenindeki katliamla beraber burada nasıl bir sömürünün gerçekleştiği basına yansıdı. Genel durumu anlamak açısından önemli olduğundan buna değinelim. “Bir tane yerli ortak buluyorlar. Burada da Kanada firması, Çalık Grubunu yanına almış. Yüzde 20 ortaklıkla almışlar. Bütün işlerini hallediyorlar… Burada zarar gösterip doğru dürüst kurumlar vergisi de ödemiyor. Teşvik alıyorlar. İşçilerin sigorta primlerini bile bir süre devlet ödüyor. Makine teçhizat ithalatı için gümrük muafiyeti var. Şirketlere sınırsız destek veriliyor. Bu ‘sömürge madenciliği’dir. Altın üreten yabancı/yerli şirketler ülkemizde devlet hakkı olarak ürettikleri altının yüzde 1’ini bile ödememektedir.(Maden Mühendisleri Odası Eski Başkanı Mehmet Torun, Cumhuriyet, 16/12/2024, Mustafa Çakır) Bırakalım modern yöntemleri en ilkel yöntemlerle yapılan altın madenciliğini bile emperyalist şirketler gerçekleştiriyor. Bu emperyalizmin geri olana nasıl abandığını, gözü dönmüşlüğünü gösterirken ulusal kapitalizmin niteliğine, onun yerine emperyalizme bağlı kapitalizmin geliştirilmesine, ulusal burjuvazinin baskılanmasına da bir örnektir. Emperyalizmle bütün alanlardaki ilişkilerin içeriği bu kapsamdadır. Dolayısıyla sermaye transferi ne KİT’lerin özelleştirilmesi ile sınırlı, onunla başlayan bir durumdur ne de AKP hükümetleri politikalarından ibarettir. TC Osmanlı’da başlayan bu ilişkiyi karmaşıklaşan biçimlerde derinleştirerek sürdürmektedir.

KİT’LER ÜSTÜNE MİTLER!

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası burjuvazinin “sosyal devlet modeli” ile halkların sosyalizme yönelimini engellemeye çalıştığı, bunun için de KİT’lere gereksinim duyulduğu, (age, s. 103) 1970’lerde kapitalizmin yapısal krize sürüklenmesi ile KİT’lerin özelleştirilmesini de içeren yeni bir politika benimsediği, (age, s. 104) KİT’lerin özelleştirilmesiyle küçük üreticinin devlet desteklerinden yoksun kalarak yıkıma uğramasının KİT’lerin önemini gösterdiği (age, s. 158) belirtilerek “kamuculuk” yaftası altında KİT’ler savunulmaktadır.

Burjuvazinin sosyalizme yönelimi engellemek amacıyla köylülere, diğer halktan sınıflara bir ölçüde haklar tanıması ve toplumsal dayanışmacı politikalar belirleyerek özel kurumlar, araçlar yaratmasının bir döneme özgü olmadığı, hatta sosyalizmin güçlü olduğu dönemlerde bu tür politikaların özel bir önem kazandığı da doğrudur. Nitekim sözü geçen dönemde sosyalizme yönelim burjuvazi için korkutucu düzeydeydi. Hem aşırı üretim krizinin halklardaki yansımaları çok ciddi seviyedeydi hem sosyalist ülkelerde bırakalım krizi üretimin toplum için gerçekleşiyor olmasından ötürü kesintisiz, planlı ve istikrarlı bir ekonomi göz alıcıydı ve hem de emperyalizme karşı meşruluğu tartışılmaz ulusal bağımsızlık mücadeleleri söz konusuydu. KİT’ler de bu dönemde geliştirilmiş bir devlet işletmeciliğiydi ve kriz içindeki sistemde devletin sermaye lehine sorumluluk üstlenmesinin sonucuydu. Sadece halkların sosyalizme yönelimini engelleme kaygısı güden işletmeler değildi bunlar, bundan da önce kapitalizmin aşırı üretimle daralan sermayeye devlet eliyle sağlanan desteği ifade ediyordu. Faşizmin bu tür araçları buna örnek olarak incelenebilir!

Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında devrimci barutunu tüketen burjuvazinin devrimlere önderlik etme potansiyeli kalmamakla beraber proleter devrime düşmanlık onun varlık gerekçesidir. Ayrıca burjuvazi her bakımdan güçsüz, yetersiz bir duruma geldiğinden, emperyalizm ona bağımsız ekonomik-siyasi bir hayat tanımadığından ve onun sermayesiyle boy ölçüşemeyeceğinden ona tabi olarak feodal sınıflarla ittifak yapıp iktidarı paylaşmak zorundadır. Burjuvazinin yapabileceği bir devrim kalmamıştır, onun amacı yapılacak devrimleri engellemektir artık. Sosyoekonomik yapıyı koruma amacı bununla ilgilidir. Burjuvazi öyle gericileşmiştir ki kendi saflarındaki burjuva kliklerden birinin ilerici eğilimlerine, demokratik istem ve hareketlerine karşı bile büyük bir düşmanlık göstermektedir. Emperyalizmle el ele vererek bu yöndeki istem ve hareketleri bastırmaktan kaçınmamaktadır. Ancak her zaman toplumsal ilişkileri, yaşamı bütünüyle istediği gibi belirleme kudreti olmadığından egemenliğini korumak için belli tavizler vererek toplumsal hareketleri zayıflatma, bastırma amacı güttüğü de bilinmektedir. KİT’lerin bu amaca hizmet edecek şekilde işlevlendirilmesi de bununla ilgilidir. Sorun, bu amaca hizmet ettiği söylendikten sonra KİT’lerin özelleştirilmesine karşı çıkılarak küçük üretimin desteklenmesinde bunların önemli olduğunu savunmaktır. Bir anlamda emperyalizm ile komprador burjuvazi ve toprak ağalarının sosyalizme karşı kurdukları bu “ittifakı” sürdürmemesi olumsuzlanmaktadır. Bunun “kamuculuk” kılıfında savunulması da bir başka garabettir. Ya sosyalizme eğilimin zayıflatılmasını amaçlayan KİT’lerin aslında tersini yarattığı düşünülüyor ya da kamuculuğun sosyalizme ters yönde de olsa “iyi” ya da “doğru” bir hat olduğuna dair bir inanç var! Eğer sosyalizme karşı bir ittifak politikası ise KİT, özelleştirme ittifakın bozulmasıdır ve bu da devrimin lehinedir. Ama görüyoruz ki küçük üretim ve üreticinin geleceğinden devrimin geleceğinden daha çok kaygı duyanlar onun ne pahasına olursa olsun korunması için olmadık çözümler geliştiriyor. Burjuvazinin devrime karşı uyguladığı politikayı sürdürmemesini, sanki devrimin aleyhineymiş gibi “KİT’ler önemli” diyerek olumsuzluyor, sürmesini istiyor. Oysa KİT’ler devrime karşı ittifakın bir aracı olarak işlevlendirilirken köylülerin, küçük üreticilerin sömürüsünü, sefaletini ortadan kaldırmıyor. Bu sınıfların koşullarını görece iyileştirse de egemen sınıflar gene büyük kârlar getiren ilişkilerini, avantajlarını korumaktadırlar. Bu anlamda KİT’ler küçük üreticinin ağzına bir parmak bal çalma işlevi görürken aslan payı tefeci, tüccar, toprak ağalarına gitmektedir.

Tarım-sanayi üretimi emperyalist tekellerin politikalarına göre belirlenerek milli politika şeklinde sürdürülmekte, tarım ve sanayinin gelişimi sekteye uğratılmakta, kötürümleştirilmektedir. KİT’ler bu ilişkileri sürdürmek amacıyla küçük üreticilere belli destekler vermekte, ürünlerini belli bir kâr elde edecekleri fiyattan alarak garanti sağlamaktaysa da toplamda büyük kârlar korunmaktadır. Haliyle de bu ilişkiler içinde KİT’ler devrime karşı düzeni koruma, üretme amacına hizmet etmekte, küçük üreticinin koşullarını (üretim, üretim araçları, yaşam vs.) geliştirmesine olanak tanımamaktadır. Kaldı ki KİT’lerle üreticilerin nasıl sömürüldüğü, artı değerlerine el konulduğu ya da el konulan ilişkilere mecbur edildiği biliniyor. Bu yeni bir politika da değil, KİT’lerin başından beri, devam eden bir ilişki biçimidir.

KİT’ler tüccar-tefecinin alım yaptığı fiyatın bir miktar üzerinde bir fiyat belirlese de artı değer sömürüsünü ortadan kaldırmayıp tüccar-tefeci sömürüsüne göre biraz sınırlamaktadır. Çoğunlukla küçük üreticilerin tüccar-tefecilerin büyük sömürüsüne maruz kaldığı/bırakıldığı açıktır. KİT’ler aracılığıyla devlet büyük vurgunlar yapmakta, aşırı kârlar elde etmektedir. Bunlar tarımın (ya da sanayinin) geliştirilmesi amacına hizmet etmemiştir. KİT’ler zayıf gerici egemen sınıfların yarı feodal, yarı sömürge yapısının araçlarıdır. Dolayısıyla “kamu eliyle desteklenmeyen tarım gelişmez, değer üretmez.” (age, s. 129) denirken bu yapı içinde tarımın geliştirilmesi gibi temel bir amaç bulunmadığı unutuluyor, ama biz unutmamalıyız. Öyle olmasaydı 100 yıl gibi bir zamanda tarım yerinde sayıyor olmaz, kapitalist tarımın egemen hale gelmesiyle bu yapı tamamen tasfiye edilirdi. Devletin KİT’ler üzerinden küçük üreticiyi desteklemesi hiçbir zaman tarımı geliştirip kapitalist bir niteliğe kavuşturmak için yapılmamıştır. Geçimlik toprağı olan küçük üreticiyi devlete bağlamak, bağımlı kılmak, küçük mülkiyeti koruyarak devrimci eğilimlerini bastırmak, proletaryanın güçlenmesini engellemek ve tabii bu üretim yapısı üzerinden sömürüyü sürekli kılmak amaçlanmıştır. Kemalist devrimin bir toprak devrimi imkânına karşı geliştiği de düşünülürse “Kemalist hareket ‘özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkânına karşı’ gelişmiştir.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, s. 138) Köylülerin bu talebini-amacını ortadan kaldırmayan Kemalistler toprak devrimi arzusunu böylesi politikalarla bastırmaya, yatıştırmaya, yozlaştırmaya yönelmiştir. Köylüler efendilerin kölesi olarak kalsın diye “milletin efendisi” olarak tanımlanıp gururları okşanırken köylülüğün içinde bulunduğu sömürü, sefalet, gerilik toplumsal ilişkilere egemen bir özellik haline getirilmiştir. Toplumun içinde bulunduğu durum köylülerin toplumsal koşullarının bir yansımasıdır da. “…KİT’lerin kuruluş amacı… zayıf milli burjuvaziyi güçlendirmek (oluşturmak)… devlet olanaklarıyla sanayi burjuvazisini oluşturmak,… kamu kaynaklarıyla ekonominin kapitalist sisteme eklenerek yeni komprador sermaye birikim rejimini inşa etmek,…” olarak açıklandıktan sonra “… ‘devlet olanaklarıyla sanayi burjuvazisini yaratmak’ derken, devletin komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları devlet aygıtını kullanarak emperyalist sermaye ile iş birliği içinde sermaye birikimi sağlamayı amaçlaması söz konusudur…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 87) deniliyor.

Devletin devlet aygıtını kullanarak emperyalist sermaye ile iş birliği içinde sermaye birikimi sağladığı iddiası ayrı bir problem, bunun devlet olanaklarıyla sanayi burjuvazisi yaratmak diye tanımlanması da bir başka problem.

Öncelikle, diyelim ki bir sermaye birikimi amaçlanıyor o zaman bir sınıf yaratmak üzere devlet aygıtını kullanmaktan söz etmek yerine komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının devlet olanaklarını bu amaçla kullanmasından söz edilir. İkincisi, bunların sermaye birikimi sağlama amacı, Marks’ın ilkel birikim olarak tanımladığı kapitalizmin klasik gelişiminin koşulu birikim süreci ile aynı değildir. Bu ilişkide sermaye asıl olarak emperyalist sermayeye akarak onda birikmektedir. Komprador burjuvazi ve toprak ağaları emperyalizmle iş birliğine dayalı sömürünün taşeronları olarak belli bir pay almaktadır. (Altın madenciliğinde üretilen altının yüzde 1’ini bile ödemediklerini hatırlarsak bunun nasıl bir birikim olduğu anlaşılır.) Bu pay millî kapitalizmi geliştirmek için ne yeterlidir ne böyle bir amaç vardır ne de devlete egemen sınıflar sanayi burjuvazisini temsil ederler. Aksine bunlar sanayi (millî) burjuvazisinin gelişimini de engelleyen bir amaç güderler, emperyalizmle de bu temelde ilişkilenirler. Dolayısıyla, üçüncüsü, milli/sanayi burjuvazisi ile komprador-bürokratik burjuvazi farklı sınıflardır. İkincisi birincisine karşıt olmakla kalmaz, onun sömürüsüne de gelişimini engellemeye de aracılık eder. İleri sürülen bu görüşte komprador burjuvazi ve toprak ağalarına, onların niteliğine aykırı bir misyon yüklenmektedir, bu ilerici bir roldür; ama sözü edilen egemen sınıfların bu role uygun bir karakterleri yoktur. Bu sınıflar tam da yazarın onlara atfettiği misyonu yerine getirmedikleri/getiremeyecekleri için böyle adlandırılmakta, sınıf karakterleri gereği milli burjuvaziye de karşıt bir pozisyon kazanmaktadırlar. Yazar ipin ucunu öyle kaçırıyor ki komprador burjuvaziyi bir tarafa bırakalım toprak ağalarının bile sanayi burjuvazisi yaratma amacı taşıdığını ileri sürebiliyor. Oysa bunların bütün tarihî rolü bunu engellemeye, ortadan kaldırmaya dönüktür.

Millî burjuvazi yaratma konusunda İbrahim’in söylediklerini de hatırlayalım: “Demek ki, söz konusu olan şey, ‘devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak’ değildir. Söz konusu olan bütün devlet imkânlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu. (abç) Kemalist burjuvalar, devlet tekelleri yaratarak (abç) ve bunları kendi hizmetine koşarak bu alanlarda rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek tekel kârlarıyla (abç) daha da insafsızca sömürüyordu. Öte yandan tekelci-devlet kapitalizmi, Şnurov’un da işaret ettiği gibi müteşebbislikle hükümet üyeliğini birleştirerek burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bir bürokratik burjuvaziyi doğuruyordu…” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, 208)

“…hükümet, bir sürü ticaret tekeli kurarak satılan maddelerin vasıtalı vergilerini durmadan artırmaktadır. Tanınmış bir gazeteci ‘tekel kelimesi, Türk halkı için kanunlaşmış soygun anlamına geliyor’ demektedir… Gaz yağının İstanbul’a teslim fiyatı 4,5 kuruştur (litresi), satış fiyatı ise 16,5 kuruş; yani fiyat dört misli artıyor… Şekerin fiyatı yarı yarıya artıyor. Bu vasıtalı vergiler, tekellerle birlikte 1927-1928 senelerinde devlet gelirinin beşte üçünü teşkil ediyor. (abç) Tüccar ve kapitalistler bu vergilerden mağdur olmuyor çünkü bu vergiler, satış fiyatlarının artırılması ile tüketiciden tahsil ediliyor. Bu vergilerin tüm ağırlığını emekçiler taşıyor taşıyor…” (age, s. 207) Günümüzde bu vergilendirme biçiminin dolaylı vergiler eliyle yapıldığını ve mazot benzin fiyatlarında da elektriğe kadar maliyet ile tüketim fiyatları arasındaki farkların benzer oranlarda olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Yazar ne diyordu: “KİT’ler 80 milyon için üretim-kâr yaparken (gerçekte 80 milyon onlar için üretim yapıyor. Bn.) özelleştirmelerle bu kâr sermayeye, bir avuç şirkete aktarıldı.” Devlet tekeli rolü oynayan KİT’lere halkın çıkarları bakımından bir değer yüklemenin anlamsızlığı ortadadır.

1950-60 arasında devlet sektöründeki artı değer oranı ortalama yüzde 239 iken özel sektörde bu ortalama yüzde 216’dır. Bu dönemin toplam artı değer ortalaması yüzde 227’dir.

1961-80 arasında ise devlet sektöründe yüzde 298 olan artı değer oranı özel sektörde yüzde 211’dir. Dönemin toplam ortalaması ise yüzde 242’dir.

1950-60 arasında devlet ile özel sektör arasındaki fark devlet sektörü lehine yüzde 23 iken, 1961-80 arasında yüzde 78’e çıkmıştır.

1981-90 arasında devlet sektöründe yüzde 413 olan artı değer oranı ortalaması özel sektörde yüzde 358’dir. Genel toplam ortalama ise yüzde 378’dir. İki sektör arasındaki kâr oranı farkı devlet lehine yüzde 44’tür.

1991-99 arasında devlet sektöründe yüzde 408 olan artı değer oranı ortalaması özel sektörde yüzde 452’dir. Genel ortalama yüzde 434’tür.

2000-11 arasında devlet sektörüyle yüzde 439 olan artı değer oranı ortalaması özelde yüzde 416’dır. Genel ortalama yüzde 421’dir.

Vasfi Nadir Tekin bu verileri aktardıktan sonra şöyle demektedir: “Devlet sektöründeki artı değer oranlarının yüksekliği KİT’leri bir toplumsallaşma aracı olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. KİT’lerin alınması da satılması da o dönemdeki egemen güçlerin emperyalistlerle ilişkilerine bağlı gereksinimlerine uygun olarak yapılır…” (Vasfi Nadir Tekin, Zincirin Halkası, s. 135)

KİT’ler devletin elinde kitlelerin aşırı sömürülmesinin bir aracına dönüşürken yazar onları halkın yararına göstermeye çalışarak, gerçekliği görünmez kılarak kitleleri aldatmakta, yanlış bilinçlenmelerine neden olmaktadır. Devlet tekelleri aracılığıyla elde edilen yüksek artı değer oranları halkın sömürülmesinin düzeyini göstermektedir.

“Özelleştirmeler… piyasadaki üretim, dağıtım, bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine dönüştürülmesinde kullanılan yöntemlerden biridir. Bu yöntem, Türkiye’deki devlet kapitalizmini (piyasadaki devlet iştiraklerinin ağırlığı), bürokrat burjuvaziyi önemli ölçüde tasfiyeyi hedeflemiştir… Bu politika bir taraftan ağırlığını Kemalist kadroların oluşturduğu bürokrat burjuvaziyi tasfiye etmeyi hedefliyordu, diğer yandan Türkiye pazarındaki potansiyellerin sermayenin hizmetine sunulmasını…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 85)

Burada ana fikir: özelleştirmelerle, devlet iştirakleriyle var olan bürokrat burjuvazinin tasfiyesinin hedeflendiğidir. Ancak bu, sınıf meselesini sığ kavramanın ve bürokrat burjuvaziyi belli bir alan üzerinden tanımlamanın sonucu olarak yanlış bir görüştür.

Her şeyden önce özelleştirmeler ilişkileri sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemenin bir yöntemi olmakla beraber ondan önceki ya da bu politikanın uygulanmadığı dönemdeki ilişkilerin sermayenin lehine olmadığı gibi bir sonuç-düşünce doğru değildir. Özelleştirmeyi de özelleştirmelerden önceki politikaları da uygulayan, farklı klikler olsa da aynı sınıflardır. İlişkiler, sermaye egemen olduğu sürece hep bu sınıfların lehinedir zaten. Sadece, sermayenin farklı kliklerinin, söz konusu ilişkileri kendi çıkarlarına göre yeniden biçimlendirmeleri, uluslararası koşulların da gerektirdiği biçimlerde yeniden düzenlemek üzere, aralarındaki her yönteme başvurmayı da içeren rekabet nedeniyle farklı politikaların izlendiğinden bahsedilebilir. Hangi dönemde hangi politikaların uygulanacağı emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına, çıkarlarına göre değişir. Özelleştirmeler 1980’den itibaren neoliberal politikanın gereği olarak hemen hemen tüm dünyada uygulanmaya başlanmıştır. O döneme kadar da farklı ekonomi politikaları izlenmiştir ve hepsi de emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına göre belirlenmiştir. TC de her dönem izlenen bu politikalara uygun konumlanmış, işleyişini-ilişkilerini ona göre düzenlemiştir. Özelleştirmelerle yapılan da bundan farklı değildir. Kuşkusuz bu politikaların uygulanması emperyalist sermayenin farklı klikleri, farklı emperyalist devletler ve onların ulusal düzeydeki iş birlikçileri arasındaki çelişkilere de yansımıştır. Bu bakımdan devlet iktidarına egemen olmak için komprador burjuvazi ve toprak ağalarının farklı klikleri arasında buna dayanan çatışmaların yaşanması da normaldir. Temel olan, belirleyici olan egemen emperyalist güçlerin-devletlerin döneme özgü temel politikalarıdır. Bu politikanın uygulanmasında çok farklı biçimler olabileceği gibi bu politikanın tarafı olsa bile farklı çıkarlarını gerçekleştirmek için emperyalist devletler, sermaye klikleri arasındaki rekabet de bunu önemli ölçüde etkilemektedir/etkileyecektir. TC söz konusu olduğunda ABD ve AB’nin politikalarının belirleyici olduğu tartışmasızdır. Komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının hiçbir kliğinin bu politikaların uygulanmasına temel bir karşıtlığı bulunmadığı da bilinmektedir. Tali, biçimsel ve taktik düzeydeki itirazların kendilerine daha fazla alan açılması, rol alınması/görev verilmesi ile ilgili olduğunu da görebiliriz. “Ulusal güvenlik” meselesi addedilen konularda bile TC tamamen belirleyici olamamakta, NATO konseptleri gibi emperyalist örgütlenmelerin temel yönelimlerine bağlı kalınmakta, kabul gören itirazları da bu politikaların yerelleştirilmesini sağlamaktadır.

Önermenin asıl problemi bürokrat burjuvaziyi devlet kapitalizmi ve millî burjuvazi ile açıklamasıdır. Özelleştirmeler belli bir dönemde (1980’ler) başlayıp asıl olarak 2000’den sonra büyük boyutlara vardığına göre 1980’lere, hatta 2000’lere kadar bürokrat burjuvazinin egemen olduğu sonucuna varılabilir. Komprador burjuvazi ise ancak özelleştirmelerle etkinlik gösterebiliyor ve bürokrat burjuvazi tasfiye edildikçe daha fazla egemen hale gelebiliyor. Böylece devlet iktidarına egemen olma mücadelesinde üstünlük kazanıyor. Bu anlayışla devlet kapitalizmi-KİT’ler bürokrat burjuvazinin, neoliberalizm-özelleştirmeler komprador burjuvazinin politikalarına dönüşüyor. Bürokrat burjuvazi millî burjuvazi olmadığı gibi onu komprador burjuvaziden ayrı, bağımsız bir sınıf olarak tanımlamak da doğru gelir.

Bürokrat burjuvazi egemen sınıfların farklı kliklerinde temsil edilebilir. Çünkü bu sınıfların karakterini oluşturan şey emperyalizme ve devlete bağımlılıklarıdır. Bu onları tanımlayan, onların ayrılmaz bir özelliğidir. Bu sınıflardan ayrı özel bir bürokrat burjuvazi söz konusu değildir. Dolayısıyla bürokrat burjuvaziyi bu sınıflara, bu sınıfları bürokrat burjuvaziye karşıt tanımlamak yanlıştır. Bürokrat burjuvazinin homojen olduğu da söylenemez. İktidara egemen olan kliklerin çıkarlarına bağlı olarak devlet olanaklarından yararlanacak kesimlerin farklılaşması kaçınılmazdır. Bu yüzden de değişik kesimler/klikler bu işlevi üstlenebilirler. Tabii bu özelliği sadece iktidarla ilişkili kazanmazlar. Çünkü bunlar kendi içinde de belli farklılıklar gösterebilir, karşıt çıkarlar nedeniyle karşı karşıya gelebilir, farklı ekonomi politikalarından beslenme ve ona göre özel konumlar edinmeleri, tutum belirlemeleri de mümkün olur. Devlet emperyalizme bağlı, bağımlı özelliği nedeniyle iktisadî-siyasî-askerî politikalarının tamamında ona göre şekillenmekte, işlevlendirilmektedir. Bürokrat burjuvazinin devlet olanaklarından yararlanması emperyalizmle ilişkili politikalardan bağımsız değildir, doğrudan onunla ilişkilidir. Bürokrat burjuvazi farklı emperyalist güçlere, bu güçlerin farklı kliklerine dayanabilir vs.; ama onun özü emperyalizme dayanarak onun desteğiyle, onun politikalarının ürünü olarak var olmasıdır. Bu sınıfın emperyalizmden bağımsız bir ekonomik faaliyeti, siyasî gücü neredeyse yoktur. Bağımsız görünen faaliyetleri bu ilişkinin doğasına aykırı bir nitelik taşıyamaz. Bunların emperyalizmle birebir ilişki yürütmeleri de gerekmiyor, uygulanan politikaların parçası olmaları, o ilişkiler üzerinden kendilerini devlet aracılığıyla üretebilmeleri de onların bir özelliğidir.

Millî burjuvazi/sanayi burjuvazisi ise başından beri bu sınıfların gölgesinde kalmış, egemenlik kurabilecek kadar gelişememiş, engellenmiş ve üretim ilişkilerinde belirleyici bir rol oynayamamıştır. KİT’ler bütün süreç boyunca devlete egemen olan komprador bürokrat burjuvazi ve toprak ağalarının çıkarları temelinde işlevlendirilmiştir. Bunları da emperyalizmden tamamen bağımsız bir ilişki içinde tanımlayamayız. Millî burjuvazinin bu ilişki içinde belli bir pay elde etmesi mümkün; ama bunun sınırlı olacağını da kuşku yok. Asıl olaraksa bu sınıfın sağ kanadının devlet olanaklarından yararlandığı söylenebilir…

Yazar bütün kitap boyunca bir yandan tekellerin küçük üretimi tasfiye ettiğinden bahsederken diğer yandan küçük üretimin verimli, üstün bir üretim tarzı olarak korunması gerektiğini savunuyor. Marksizm’in görüş açısından küçük üretimin büyük ölçekli kapitalist üretime verimlilikte üstün olması iddia edilemez. Edilemez; çünkü kapitalist üretim her alanda ondan üstün olduğunu her seferinde kanıtlayarak egemen üretim tarzı haline gelmiş, emperyalist aşamada da bu niteliğini daha ileri düzeye taşıyarak sürdürmüştür. Ancak yazar küçük üretimi savunmak için öyle bir canhıraş çaba sergiliyor ki neden, niçin söylediğini umursamaksızın küçük üretim lehine her açıklamayı, veriyi dayanakları arasına koymakta tereddüt etmiyor. Hızını alamayınca BM’nin 2011 yılını dünya küçük aile üreticiliği yılı ilan etmesini de küçük üretimde verimliliği, üretkenliği, üstünlüğü iddiasının kanıtı sayıyor. (age, s. 249) BM de böyle ilan ettiğine göre o zaman bu iddianın doğruluğu tartışmasızdır! Yazar artık küçük üretimin ebedi düşleriyle rahat uyuyabilir!

Kitapta Osmanlı’dan beri devletin, küçük üretimin sefaletini, yıkımını, çıkışsızlığını emperyalist devletlerle yaptığı anlaşmalarla her seferinde daha da derinleştirdiği anlatılıyor. Devlet komprador burjuvazi ve toprak ağalarının aracı olarak her zaman tamamen onların çıkarlarına hizmet etmektedir. Burjuvazinin gericileşmesiyle artık burjuvazinin burjuva devrimi, haliyle millî kapitalizmi gerçekleştirme, egemen kılma amacından potansiyel olarak koptuğu ve ancak emperyalizme, ona bağlı kapitalizme dayanarak bir burjuva devrimini dahi olanaksızlaştırarak varlığını sürdürebildiği toplumsal deneyimlerle kanıtlanmıştır. Bu bakımdan bu nitelikte herhangi bir devletin millî kapitalizm yönünde köklü, esaslı bir adım atması mümkün olmadığı gibi bu yönde atılan her adıma karşı çıkması da onun doğası gereğidir. Zira bu sınıf proleter devrimden alabildiğine korkmaktadır ve onu engellemek için feodal sınıflarla ittifak yapıp emperyalizme dayanmak dışında bir şey yapma olanağına, gücüne sahip değildir. Bu nedenle devletin küçük üretimi, millî kapitalizmi egemen kılmak için geliştirmesi gibi millî bir politika, hedef izlemeyeceği, bu yöndeki her eğilimi/hareketi bastırmaya çalışacağını biliyoruz. Devletin küçük üretimi desteklemesi devrim olanağına karşı bir amaç dışında konjonktürel olarak emperyalizmin dönemsel politikasına, iş bölümüne göre de değişkenlik göstermektedir. Emperyalizm bu sınıflar aracılığıyla küçük üretimi sömürmekle kalmıyor, kendi ucuz ürünleriyle rekabet edemeyen bu üretim tarzını sefil-ilkel koşullara mahkûm ediyor. Ucuz hammadde kaynaklarını kendi kapitalist üretimini geliştirmek için yağmalıyor. Ucuz iş gücünden yararlanarak kendi ülkesinde düşen kâr oranlarını telafi etmeye çalışıyor. Bütün bunları devlet aracılığıyla, devletin her türlü olanağı sağlayan imtiyazlarıyla gerçekleştiriyor. Emperyalizm böylece yerli iş birlikçileri egemen sınıflarla ittifak halinde millî kapitalizmi olanaksızlaştırmaktadır. Çünkü emperyalizmin önemli bir özelliği de üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkilerinin egemen hale gelmesini engellemektir. Bu doğrultuda bütün geri üretim tarzlarının, ilişkilerinin en büyük destekçisidir. Kendisinin egemenliği, kârları için bunları korumaya, sürdürmeye çalışır. Onları kendine tabi kılarak sefil bir yaşama mahkûm eder. Sonu gelmez sömürü biçimleriyle üretici güçleri boş bir kabuk haline getirerek sürekli öğüten bir değirmen işlevi görür…

Emperyalist-kapitalist üretimin küçük üretimin her türlü olumsuzluklarına, yetersizliklerine vs. karşı üretici güçlerin ulaştığı düzeyin bir sonucu/karşılığı olduğu, bütün sınıflı toplumların, ama esasen de özel mülkiyete dayalı toplumların kendilerine has sorunlarını da içeren yetersizlikler, olumsuzluklar taşıdığı bir gerçektir. Bu gerçek, kıyaslama sonucu topluma, doğaya daha az zararı olduğu gerekçesiyle büyük ölçüde kendine yeterli küçük üretimin tercih edilmesinin en verimli, en üretken üretim tarzı olarak vaaz edilmesinin gerekçesine dönüştürülürse bu küçük üretim şövalyelerine sınırlarını hatırlatmak, küçük üretim dahil özel mülkiyete dayalı bütün sınıflı toplumları geride bırakarak özgürlüğe yürüyen toplumların zorunlu bir cevabı olacaktır.

BİTTİ…