“Ölüme zam, zulme zam/Zam, zam, zam, zam” diyen ozanı haklı çıkaran zam yağmuru devam ediyor. Gıda fiyatlarındaki artış şimdi gıda krizine dönüştü. Düzen yalakası iktisatçılar, teorisyenler ağız birliği içinde gıda fiyatlarındaki artışın nedenini dolardaki artış, enflasyon, ithalat olarak gösteriyorlar. AKP “teorisyenleri” başka telden çalıp işi “algı operasyonu”, “dış mihrak” gibi safsatalara varan eğilim içinde. CHP’liler meseleye vakıf edasıyla “yanlış tarım politikaları” ezberinden ileri gitmeyen bir muhalefetle siyasi rant peşindeler. Böylece, ezilen yoksul halkın en temel gıda maddelerine ulaşamamasının nedeninin açıklanmamasının, tilki kurnazlığı misali yolu bulunmuş oluyor. Yaşananın sıradan bir fiyat artışı olmayıp, meselenin gıda krizine dönüşmesi doğrudan 1980’lerden beri harfiyen uygulanan emperyalist tarım politikaları ile ilintilidir. Kuraklık, doların artışı, ithalat meselesinin neden değil sonuç kısmıdır.
Tarım alanındaki sorunları anlamak ve açıklamak dünden bugüne yarı sömürgelere dayatılan emperyalist tarım politikalarının analiziyle mümkündür. Bu analiz yapılmadan iktidar partisinin gıda fiyat artışlarına hiçbir şekilde müdahale edemeyişi anlaşılamaz. “Sürekli oy kaybeden bir partinin geniş kitleyi yakıcı bir şekilde etkileyen soruna çözüm üretememesinin nedeni bu analizde kendine cevap bulur.
Hatırlanacağı üzere 1980’ler neoliberalizm ile anılır. Neoliberalizmin yöneldiği alanlardan biri de tarım sektörü olmuştur. Devasa oranda biriken emperyalist sermaye, neoliberal politikalarla, “uluslararası piyasaya açılma” adı altında yarı sömürgelere yöneldi. Hemen tüm sektörler emperyalizmin talanına açıldı. 1950’lere dek sermaye tarımda yatırım yapmamıştır. Var olan yatırımlar da cüzi orandadır. Sermaye devrinin yılda bir olması, tarımın doğa koşullarına tabi oluşu, tarım teknolojisindeki yetersizlik gibi nedenlerin üretim maliyetini yükseltmesi, azami kâr oranını düşürmesi, risk faktörünü arttırması sermayeyi tarıma yöneltmekten alıkoyuyordu. 1980’lere doğru genetik mühendisliğinin gelişmesi, tarım teknolojisinin ilerlemesi devasa oranda biriken emperyalist sermayeye tarım sektörüne yönelecek olanak sağladı. Neoliberal politikalarla, dünya tarımı emperyalizmin kâr alanına çevrildi.
Yarı sömürgelere, ‘Yapısal Uyum Programı’ denilen Dünya Bankası (DB) ve IMF (International Monetary Fund) tarafından finanse edilen emperyalist tarım politikaları dayatıldı. Bu talan politikalarının özünde yarı sömürgelerde tarıma verilen desteklerin yok denecek düzeyde sınırlanması, küçük üreticilerin tasfiye edilmesi vardı. Türkiye için öngörülen oran tarımsal nüfusun yüzde 2’ye indirilmesiydi. Neoliberal tarım politikaları harfiyen uygulandı. İlk beş yıl içinde Türkiye’de kırdan kente kitlesel göç yaşandı, ilk on yıl içinde Sahraaltı Afrika ülkeleri kronik açlık sorunu yaşamaya başladı. Kendi tüketim ihtiyacını karşılayabilen, fazlasını ihraç eden kimi ürünlerde net ihracatçı olan yarı sömürge ülkeler birer birer ithalatçı oldular. Yarı sömürgelerdeki tarım, emperyalist tekelin pazar ihtiyacını, dolayısıyla azami kârını karşılayan bir hale getirildi.
1990’ların ortalarına doğru Dünya Ticaret Örgütü-Tarım Anlaşması imzalandı. Bu ‘anlaşma’ neoliberal tarım politikalarının merkezileştirilmesi ve yoğunlaştırılmasını hedefliyordu. Dünya tarım üretimi ve ticareti emperyalist tarım tekellerine tabi hale getirdi. Uluslararası ticareti ve rekabeti engellediği safsatasıyla yarı sömürgelerin tarımsal üretime verdikleri destek turuncu, yeşil, mavi gibi kategorilere ayrıldı. Tarım Anlaşması’yla yarı sömürgelerin en iyi yetiştirdikleri ürünlerin üretimi ve ticareti engellendi. Kendi ihtiyacını dahi karşılayamaz hale getirilen yarı sömürgelere ithalat dayatıldı ve emperyalizme bağımlılık derinleştirildi. Türkiye’nin samanı bile ithal etmesinin bir nedeni, altına imza attığı bu Tarım Anlaşması’dır. Türkiye’nin birçok üründe ihracatçı iken bugün ithalatçı konumuna düşmesi de bu emperyalist dayatmalar nedeniyledir.
Türkiye’de neoliberal tarım politikaları 12 Eylül AFC’si ile başlatıldı. Bütün 40 yıllık süre boyunca hükümetler tarafından hiçbir itiraza mahal verilmeden uygulandı. Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a tarımda emperyalist bağımlılık güçlendirildi. Tarım, Yapısal Uyum Programı ile emperyalist tekellerin ve büyük üreticilerin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. En büyük saldırı sermayenin önünde engel olarak görülen küçük üreticilere yapıldı. Zira tarımda hâkim olan küçük üretim kırılmadan sermayenin azami kâr etmesi söz konusu değildi. Bu amaçla doğrudan küçük üreticilerin tarımdan tasfiye edilmesi hedeflendi ve uygulandı. ‘Devletin küçültülmesi’ söylemiyle devletin tarımdaki varlığı sınırlandırıldı, emperyalist tekellerin ve büyük üreticilerin denetimi arttırıldı. Üretim sürecinin tamamı bu kesime tabi hale getirildi. Bu süreçte; tarımsal desteklemeler, kredi, makine, tohum, zirai ilaç, damızlık, mazot, gübre vb. büyük oranda kesildi. Devlet desteklerine küçük üreticilerin ulaşması zorlaştırıldı, aslan payı büyük üreticilere verildi. Küçük üreticilere önemli destek sağlayan KİT’ler, oda ve birlikler ya özelleştirilerek işlevsizleştirildi ya da zarar ettirilerek kapatıldı.
Böylece küçük üreticilerin tüm desteklerden eli ayağı kesilerek kendi imkânlarıyla üretim yapmaya mecbur bırakıldı. Bu ağır koşullar; ayakta durmak, üretim yapmak için tefeci-tüccar ve bankalardan kredi alan küçük üreticiler maliyeti dahi karşılayamayan üretim ile borcunu ödeyemedi, daha fazla borçlandı ve borçları ödenemez noktaya ulaştı. En sonunda tefeci-tüccar-banka tarafından toprağına el konularak üretim dışına atıldı. Böylece hedeflenen tasfiye etme politikası hayata geçmiş oldu.
İktidar partisinin ilk on yılında emperyalist dayatma olan, DB’nin finanse ettiği ‘Tarım Reformu Uygulama Projesi’ ‘tarımda devrim’ edasıyla uygulandı. Neoliberal tarım politikalarının devamı olan bu proje ile tasfiye süreci hızlandı. Proje kapsamında tarıma yapılan destekler daha da aşağı çekildi. Dekar başı destekleme uygulamasıyla küçük üreticilere destek adına sadaka verilir oldu. Düşük taban fiyat politikasına geçilerek küçük üreticilerin beli büküldü. Maliyetin altında kalan ürün satışıyla küçük üreticiler daha da yoksullaştı. En iyi yetişen ürünler başta olmak üzere üreticiler alternatif ürüne yönlendirildi, bu amaçla teşvik desteklemeleri yapıldı. Küçük üreticiler fındık ve çay bahçelerini söküp yerine kivi dikmeye zorlandı. Tütün ve şeker yasaları çıkarıldı. Bu yasalarla kotalı üretim başlatıldı. Belirlenen kotadan eksik veya fazla üreten üreticinin ürünü alınmadı, küçük üreticiler tefeci ve tüccara mecbur bırakıldı. Tohum Yasası’yla tarımın temeli olan tohum, emperyalist tohum tekellerine devredildi. Üreticiler, tohum tekellerine bağımlı hale getirildi. Sözleşmeli üreticilik yöntemi başlatıldı. Bu üretim biçiminde küçük üreticiler, kredi veren ya da anlaşma yapılan büyük üreticilerin istediği biçim ve miktarda üretime tabi kalarak kendi tarlasında işçi durumuna düşürüldü.
Ana hatlarıyla aktardığımız süreç; Türkiye’de tarımın ülkenin ihtiyacı için değil, tarım tekellerinin ve büyük üreticilerin ihtiyacını karşılamak için yapıldığını göstermektedir. 2021 tarım verileri bu dönüşümün kaçınılmaz sonucunu açık bir şekilde ortaya sermektedir. TÜİK verilerine göre tarım sektörü 2021 Ocak-Eylül döneminde yüzde 2.8 oranında küçüldü. Bu küçülmede kuraklık önemli bir etken olsa da asıl neden tarımdaki yapısal sorundur. 1990’lardan bugüne buğday ekim alanı yüzde 39 oranında azaldı. 99 milyon dekardan, 69 milyon dekara düştü. Bu, buğday üreticilerinin kiminin üretimden koptuğunun kiminin de başka ürüne yöneldiğinin ifadesidir. 2021’de kuraklığın da etkisiyle buğdayda 17.7 milyon ton ile son 14 yılın en düşük üretimi gerçekleşti. Kırmızı mercimek yüzde 31 oranında azalırken, yeşil mercimek yüzde 17, şeker pancarı yüzde 21, nohut ise yüzde 25 oranında azaldı. Ayçiçek ve pamukta üretim artmasına karşılık, ithalat yapılarak ürün satış fiyatı üzerinde baskı kuruldu, küçük üreticilerin kazancı düşürüldü. Besiciler artan maliyetler karşısında ezilirken Ekim 2021’de 145 lira olan bir çuval yem, Ocak 2022’de 231 liraya çıktı. Bir kilo yem 6.6 liraya satılırken, bir litre süt 4.40 lira olarak açıklandı. Bu yüksek maliyet karşısında yapılan desteklerden yararlanamayan küçük üreticilerin, ocak ayı itibariyle 500 bin damızlık-anaç hayvanı kesime yolladığı belirtiliyor. Tüm Süt Et ve Damızlık Sığır Yetiştiricileri Derneği (TÜSEDAD) Başkanı Solakoğlu’nun ‘Hayvancılık sektörü sürekli geriliyor, yüz çiftçiden biri kazanıyor.’ (19.01.22 Cumhuriyet Gazetesi) sözleri, sadece hayvancılıkta değil tarım sektörünün tamamı için geçerlidir.
Tarımdaki bu tablo başta emperyalizme bağımlılığın, emperyalist tarım politikalarıyla tarımın talan edilmesinin, tarımsal üretimin bir avuç tekelin pazar ihtiyacına göre belirlenmesinin ve bugün yaşanan gıda enflasyonun -gıda krizinin- resmidir. Bu tablonun kaçınılmaz sonucu, geniş bir kesimin temel gıda maddelerine ulaşmada yaşanan zorluk olarak önümüze çıkıyor. Aralık 2021 gıda enflasyonuna göre temel gıda fiyatlarında; ekmek yüzde 54, şeker yüzde 55, bulgur yüzde 55, kırmızı et yüzde 56, makarna yüzde 60, nohut yüzde 66, süt yüzde 72, yoğurt yüzde 74, ayçiçek yağı yüzde 76, tavuk yüzde 86, margarin yüzde 114, patates yüzde 115 oranında artış oldu. Bu oranlar gıda krizinin boyutunu görmek açısından önemlidir. Yoksul emekçi halk yağı bardak hesabıyla almak, simidi çeyrek yemek zorunda bırakılmıştır.
Gıdada fiyat enflasyonu olarak görünen sorun, emperyalist tarım politikalarının kesintisiz uygulanmasıyla yaratılan bir gıda krizidir. Tarımdaki yapısal sorunları bir kenara itip; zincir marketler, stokçular, ithalatçılar, kuraklık, kur dalgalanması gibi etkenlerin neden olarak gösterilmesi sömürü düzeninin ve sermayenin azami kârının korunmasına hizmet eden yaklaşımlardan ibarettir.
Gıda krizi, neoliberal politikaların kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalist özel mülkiyet, gıdalar üzerindeki emperyalist hâkimiyet, dünya gıda üretimi ve bölüşümünde bir avuç çok uluslu tekelin denetimi, neoliberal politikalarla daha da açığa çıktı. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum açıldı. Bu derecede köklü-yapısal olan sorunu, stokçulara ‘terörist’ diyerek zincir marketlere müfettiş göndererek ‘çözmeyi’ düşünen iktidar partisinin amacı sorunu çözmek değildir. Amaç; ezilen sınıf ve kesimlerdeki tepkiyi dindirmek, oy kaybını önlemek, sermayenin tarımdaki azami kârını güvence altına almaktır. Sorunu sürekli gündeme taşıyan CHP ve İYİ Parti gibi ‘muhalefet’ kesiminin tavrı da derde derman olmaktan ziyade siyasi rant elde etmektedir. ‘Muhalefet’ liderlerinin eleştirilerinin odağında emperyalist dayatmalar, küçük üreticilerin tasfiye edilmesi, tarım tekellerinin talan ve sömürüsü değil; iktidar partisinin ‘yanlış politikaları’ var. ‘Yanlış’ olanın ne olduğu ise muğlak bırakılmaktadır. Bu muğlak bırakış düzen partilerinin sermaye ve toprak ağalarının bir kliğinin temsilcileri olmaları nedeniyle bilinçli bir politikadır. Düzen partilerinin hiçbiri ezilen sınıf ve kesimlerin, daha özgülde küçük üreticilerin ve köylülerin yanında değildir. Tam tersine onların vazifeleri tarımı talan eden emperyalist tekellerin ve büyük üreticilerin çıkarları ekseninde halkı bu talan ve sömürüye ‘razı’ etmektir.
Geniş kitlelerin yaşamış olduğu sorun, yaşamlarını doğrudan etkileyen gıda krizi aynı zamanda toplumsal basınç mahiyetinde iktidara ve onun düzenine tepki ve öfke yaratmaktadır. Bu tepki ve öfke ekranlara da yansıdığı gibi ekonomik taleplerle sınırlı kalmaktadır. MLM’ler geniş kitlelerin yaşadığı bu yakıcı sorunu açığa çıkardığı ajitasyon, propaganda, örgütlenme zeminini çeşitli araç ve yöntemlerle sömürücü düzeni teşhire yönelmeli, ekonomik talepleri siyasi taleplere dönüştürecek faaliyetlere yoğunlaşmalı, kitle çalışmasını güçlendirmelidir.