Türkiye’de tarım dışa bağımlı oluşuyla gündem olur hale geldi. Hemen her ürün, saman dahi, adı sanı duyulmamış ülkelerden ithal ediliyor. İthalatın bu derece artması, kuraklıktan, tarım arazisi olmayışından, çiftçilerin ekmemesinden, bu gibi farklı nedenlerden kaynaklanmıyor. Tarımdaki dışa bağımlılık 1980’lerden beri kesintisiz bir şekilde harfiyen uygulanan emperyalist tarım politikalarının kaçınılmaz sonucudur. Gelinen nokta bir zamanlar ihracatçı ülke iken tam anlamıyla ithalatçı ülke olunmasıdır. Emperyalist politikalar ekseninde tarıma son darbe AKP hükümetince vuruldu.
Tarım sektöründeki bu yapısal sorun 12 Eylül AFC’siyle uygulanmaya konulan neoliberal politikalarla başladı. Neoliberalizm tarım sektörünü emperyalist talana açtı. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki “uluslararası piyasaya açma” adı verilen bu politikalar sonucu tarımda yaratılan değere emperyalist tekeller el koyarken tarımsal üretim büyük üreticilerin kâr alanına dönüştürüldü.
90’lı yıllar DTÖ’nün (Dünya Ticaret Örgütü) Tarım Anlaşması kapsamında neoliberal tarım politikalarının merkezileştirildiği, tarımdaki sömürü ve talanın yoğunlaştırıldığı yıllar oldu. Küçük üretime verilen destekler sınırlandı. Küçük üreticiler için can simidi olan birlik, kooperatif, oda gibi kurum ve kuruluşlar özelleştirildi. Tarımsal desteklemelerden küçük üreticilerin faydalanması zorlaştırıldı. Küçük ve orta üreticiler tefecilerin ve bankaların insafına terk edildi. Bu tasfiye politikası nedeniyle 90’ların ortalarından sonra köyler hızla boşalmaya başladı.
2000’li yıllar, AKP dönemi, DB’nin (Dünya Bankası) Tarım Uygulama Reformu Projesi’nin hayata geçirildiği yıllar oldu. DB’nin dayatmasıyla tarımda emperyalist tekellerin ve büyük üreticilerin denetimi sağlandı. Kota sistemi ve sözleşmeli üreticilik başlatıldı. Destekler minimum düzeye çekildi. Mazot, tohum, ilaç, makine gibi destek sunan kurumlar işlevsizleştirildi. Tohum, tütün, şeker gibi yasalar çıkarılarak büyük üreticilerin önü açıldı. Kendi imkanıyla üretim yapan küçük üreticiler serbest piyasa koşullarında ezilmeye mahkûm edildi. Düşük taban fiyat uygulamasıyla maliyeti dahi karşılayamaz hale getirilen küçük üreticiler tefeci ve bankalara borçlandı. Bu borçlar ödenemez hale geldi. Küçük ve orta işletme sahiplerinin toprağı gasp edilerek mülksüzleştirildi. “Tarımda şirketleşme” olarak ifade edilen bu süreç asıl üreticilerin tasfiye edilmesi sürecidir.
Tarımın iç tüketimin değil uluslararası piyasanın ihtiyaçlarına göre yapılandırılması ve azami kârın esas alınmasının sonucu bugün daha çarpıcı biçimde görülmektedir. 2019 yılında buğdayda %5, pamukta ise %14,4 azalma yaşandı. Buğday ekim alanı 17 yılda 92 milyon hektardan 77 milyon hektara düştü, girdi maliyetleri %35 oranında arttı. Elektrik %100 zamlanırken zirai ilaçlarda %120’ye varan artış yaşandı. Buna karşın ürün fiyatlarındaki artış aynı oranda olmadı. Dolayısıyla çiftçi borçları 2019 Ocak-Kasım döneminde 3,9 milyar TL’den 5,1 milyar TL’ye çıktı. Köylüler yıllardır ekip biçtiği üründen vazgeçti. Sebze ve meyve ekimine yöneldi. Bu durum ürün deseninin değişmesine neden oldu. Son 18 yılda ekilen tarım alanı 26,5 milyon hektardan 23 milyon hektara indi. Bu durum, tarım arazilerinin tarım dışı kullanımının yanı sıra çiftçilerin üretimden vazgeçtiğini de göstermektedir. Nitekim 2002’de çiftçi kayıt sistemine üye 2,8 milyon çiftçi varken geçen 18 yıldaki tasfiye politikalarının sonucu bu sayı 2,1 milyona düştü. 700 bin üretici tarımdan tasfiye edildi.
Tarımdaki bu içler acısı tablo kaçınılmaz olarak ihracat rakamlarına yansıdı. Geçtiğimiz yıl ithalat 8,6 milyar dolara çıkarken artış on yıl öncesine göre %120 olmuştur. Bu artış, AKP hükümeti döneminde tarımda dışa bağımlı hale gelişin de resmidir. 2000 öncesi dönemde Türkiye pamuk, buğday ve şekerde net ihracatçı iken neoliberal politikaların sonucunda net ithalatçı duruma geldi. Buğday ithalatı 18 yılda 60 milyon tona çıktı. Şeker fabrikaları satıldı ve şeker üretimine kota getirilerek üretici üretimden koparıldı. Bunun sonucu olarak Rusya’dan şeker ithal edilmeye başlandı. Küçük üreticiler tasfiye edilirken kimi büyük üreticiler ise maliyetin düşük olduğu ülkelerde üretim yapmaya yöneldi. Tüm bunların sonucunda iç tüketim açığı yaşanıyor. Bu da ithalatı daha doğru bir ifadeyle dışa bağımlılığı artırıyor. “Çözüm” olarak yapılan ithalat, iç piyasada fiyat baskısı yaparak ürün fiyatını düşürüyor. Çiftçiler ürettikleri ürünün maliyetini dahi çıkaramıyor. Zaten zor durumda olan küçük üreticiler, fiyatların düşmesi nedeniyle yoksullaşıyor, tarımdan koparılıyor.
Emperyalist tarım politikaları yıllardır küçük ve orta köylüleri toprağından ediyor. Tarımda ürün desenini bozuyor. Kırsal nüfusu şehirlere yığıyor. İç tüketimi değil azami kârı esas alıyor. Her geçen gün dışa bağımlılığı artırıyor. AKP hükümetinin 18 yıldır yaptığı tek şey tarımda tam anlamıyla yıkımdır. Seçimden seçime çiftçilere verilen “destekler” bu yıkım karşısında açıkça bir sus payı olmaktadır. “Son beş yılda çiftçiler sürekli geriledi” diyerek itiraf edilen kırk yıldır harfiyen uygulanan emperyalist tarım politikalarının yarattığı yıkımdır. Bu yıkımın altında ezilenler ise kuşkusuz ki küçük ve orta düzeydeki üreticilerdir. Yaşadıkları sorunlara karşı dönemsel olarak tepkilerini gösteren köylülerin öfkesi haklı ve meşrudur. Bu öfkenin ekonomik ve siyasi talepler doğrultusunda maddi bir güce dönüşme zemini oldukça uygundur. Tarım ve köylülüğe dayatılan tasfiye saldırısı bir bütün halkın sağlıklı beslenme ve gıda sorunudur. Koronavirüs salgınıyla bir kez daha görüldüğü gibi ülke içi üretimi yok ederek dışa bağımlılığı artıran politikalar, halka açlık ve sefalet getirmekten başka bir işe yaramıyor. Öyleyse bu saldırılara karşı mücadele tüm halkın sorunudur ve bu bilinçle hareket edilmek zorundadır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 2 Nisan 2020 tarihli 58. sayısından alınmıştır.