[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Son süreçte Ukrayna-Rusya savaşının yansımaları (buğday krizi) olarak değerlendirilip dar bir kalıba sokulan, daha kapsamlı bir incelemelerde de gıda ve iklim krizi maskeleriyle gerçeğinden farklı lanse edilen ezen ve ezilen uluslar arasındaki, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki, egemen devletler arasındaki çelişkilerin derinleşmesiyle bağlantılı olarak tarım arazileri üzerindeki sermaye tahakkümü de artmaktadır.
Marks, sanayileşmedeki gelişme sonucunda kapitalizmin daha büyük çapta ikmale ve hammaddeye ihtiyaç duyacağını belirtir. Bu alanda yaşanacak darlık ve kesintilerin krizlerin tetiklenmesinde veya oluşumunda önemli bir rol oynadığını vurgular (griveyeşil, 2005, Marksizm ve Ekoloji). Çelişkilerin keskinleşmesi, kapitalistleri üretim koşullarında, kâr elde edecekleri pazarda ve hammadde kaynaklarında değişiklikler yapmaya zorlamaktadır. Sermayeye ihtiyacın olmadığı veya daha az sermayeyle kullanılabilecek doğal kaynaklar, kapitalizmin ekonomik durgunluk (resesyon) süreçlerinde başlıca sömürü alanlarına dönüşür. Bu süreçlerde yeni pazara elverişli doğal kaynaklara ve siyasi koşullara sahip ülkelerde -yarı feodal ülkeler gibi, hatta tüm yarı sömürgeler- emperyalist saldırıların arttığını gözlemlemek kaçınılmazdır.
Bu saldırıların nesnelerinden biri olan yarı feodal ve yarı sömürge Türkiye’de de maden, jeotermal, nükleer santral inşalarında ve tarım alanlarının tekelleştirilmesinde son süreçte büyük gelişmeler yaşanmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle Türkiye’nin sahip olduğu tarım arazilerinin ve bu araziler üzerindeki tarım faaliyetlerinin tekelleştirilmesinin incelenmesi güncelliğinden dolayı önemlidir.
TÜRKİYE’DE TARIM ARAZİLERİNİN KULLANIMI
Türkiye’de mevcut arazilerin 3/1’i tarım için elverişli arazi olarak kabul görmekte ve araziler bu amaç için kullanılmaktadır (Tarım ve Orman Bakanlığı, 2005, Toprak ve Arazi Sınıflaması Standartları Teknik Talimatı). Arazi sınıflandırmasına göre 8 ayrı sınıf arazi bulunmaktadır. Bunlardan tarım için kullanılanlar ilk 4 sınıfı kapsamaktadır. Arazinin tarım için uygunluğu toprağın ph değeri, sürülebilirliği, toprağın yapısı ve işlenebilirliği göz önünde tutularak belirlenmektedir. Tarım için kullanılacak arazilerin “korunurluğu’’ toprak koruma kanuna göre belirlenmişse de bu kanunda yer alan “istisnai durumlar haricinde’’ eklemesi istisnai olması gereken durumları önemli derecede normalleştirmiştir. İstisnai durumlar içinde güvenlik, stratejik konum, jeotermal, maden sahası gibi koşullar bulunmaktadır. Dolayısıyla toprağı koruduğu söylenen bu kanunun somut bir karşılığı olmamaktadır.
Bununla birlikte tarım arazilerinin kullanım görüngüsünü Türkiye’nin siyasi ve ekonomik koşullarından ayrı değerlendirmek bizleri yanlış veya eksik sonuçlara ulaştıracaktır. Türkiye’nin yarı sömürge halinin kaçınılmaz olarak karşımıza çıkardığı yerli sermayedarların rant doyumsuzluğu ve emperyalist kuşatma gerçekliği tarım arazileri üzerindeki sömürünün, dolayısıyla tarım arazilerinin kullanım şekillerinde de belirleyici role sahiptir. O halde emperyalizmin yarı sömürge ülkelerdeki tarım arazileri üzerindeki nihai amacının iki farklı görünüme büründüğünü düşünebiliriz: ülkenin sahip olduğu tarım koşullarını, yani toprağın özellikleri ve iklimsel uygunluk gibi ürün çıkarımı için esas koşulların ilke edindiği geleneksel tarımı sonlandırarak tekelleşmenin önünü açan yeni bir düzen yaratmak; bir diğeri ise tarım arazilerinin doğrudan satın alınarak veya kiralanarak kapitalist pazarın sömürü aracı haline getirmek.
SANAYİLEŞMENİN GÖLGESİNDE TARIM
Şehir merkezlerinin değişen sosyo-kültürel yapısının, konut siyasetinin ve ekonomik koşulların işçi sınıfını merkezlerden itmesi, ulaşımın bu alanlara yönlendirilmesi gibi etkenler sanayinin şehir merkezlerinden kırlık alanlara doğru kaymasına neden olmaktadır. Bu, verimli topraklara sahip kırlık alanların tarım için kullanımını engellemekle birlikte tarım arazilerini verimsizleştirmektedir. Başka araçların da bu süreçte kullanılmasıyla birlikte egemen devletlerin tarım verimliliği ve artan sermaye birikiminin sonucunda tarım üretiminin yeterince gelişmemesi, hatta zayıflaması Türkiye’yi tarım ürünlerini ithal etmeye mecbur bırakmaktadır. Bu mecburiyet emperyalizme bağımlı ekonominin politikalarının bir gereği olarak Türkiye’nin yarı sömürge halini de pekiştirmektedir. Bunun yanı sıra tarım için elverişli arazilerin sanayiye açılması, tarım faaliyetlerinin tarım için elverişli olmayan arazilerde gerçekleştirilmesini doğurmaktadır. Bu değişen üretim faaliyeti somut olarak, ‘80’lerden günümüze kadar tarımın gayri safi yurtiçi hasılatındaki (GSYİH) payının yüzde 16-17 oranında düşmesinde ve sanayinin payındaki yüzde 20’lik artışta görmek mümkündür (Dünya Bankası, 2017, GSYH’da Tarım Sektörünün Payı, Rakamlarla Tarım Sektörü Kitabı). Diğer bir somut örnek ise tarım arazilerinin çoğunluğunun bulunduğu şehirlerdeki değişikliklerde karşımıza çıkmaktadır. Konya (21.000 km²), Ankara (12.000 km²) ve Urfa yakın zamana kadar tarım arazilerinin ve üretimin çoğunluğuna sahipken bugün buralarda yüzde 10’luk bir düşüş (ortalama 3000 km²) ile karşılaşılmaktadır. Yine bu düşüş ile sanayileşmedeki artış birbirine paraleldir. Tarım arazileri üzerindeki talan politikasının yoğun olarak yaşandığı Maraş-Afşin’de maden aramaları altında verimli 50.000 dönüm tarım arazi yok edildi. Bunun diğer bir örneğini ise jeotermal bahanesiyle Afyon’da tarıma elverişli büyük bir alanın verimsizleştirilmesinde görmekteyiz. Maden, sanayi, jeotermal amacıyla gerçekleşen talan sonucunda endemik olarak görülen bitki türleri de tamamen yok oldu.
Son süreçte Akkuyu Nükleer Santrali’nde, İliç, Amed, Aydın ve birçok ildeki maden ve kum ocakları, Kaz Dağları’nda altıncılık faaliyetleriyle ormanın yok edilmesi ve daha birçok örneğin ortaklaştığı nokta arazi üstünde kurulan şirketlerin yabancı sermayedarlara ait olması ve bu şirketlerde yerli sermayedarlarının küçük bir paya sahip olmasıdır. Sanayileşme, emperyalistlerin yarı sömürgelerin tarım politikaları üzerinde hegemonya yaratımının bir sonucu olarak karşımıza çıkabilmektedir. Üretimin tekelleştirilmesi ve toprağın kullanım konsepti arasındaki çelişkiler ancak ülkenin siyasi-ekonomik yapısıyla kavranabilir. Üretim için zaruri ekonomik koşulların ve gücün olmaması ile siyasi olarak yarı bağımlı olma ve emperyalist gözetim altında olma hali, yarı sömürge ülkelerin özgün üretim tarzı izlemesinin önünde engel teşkil etmektedir. Bu anlamda sanayileşme süreci de kapitalizmin yarı sömürgeler üzerinde emperyalist güçler aracılığıyla kurduğu hegemonya içinde değerlendirilmelidir. Kapitalist egemenliğin varlığını sürdürmek için yok etmek zorunda olduğu bizler için aşikârdır. Tarım arazilerinin sanayileşmeye bağlı olarak talan edilmesi, kaydırılması ve yok edilmesi de siyasi-ekonomik bağımlılığın uzlaşılamaz bir zorunluluğu olarak önümüzde durmaktadır.
HAYVANCILIK POLİTİKALARININ TARIMA YANSIMASI
Kişi başına düşen et miktarı hakkında yapılan tartışmalardan sonra hayvancılık üzerine yeni politikalar belirlemek zorunda kalan bakanlık, var olan durumu daha da sorunlu hale getirmeyi başardı. Bu politikalar sonucunda küçük ve büyük baş hayvan üretimi artırıldı. Bu artış beraberinde tarım arazilerinin meralaştırılmasını getirdi. Meralaştırılan verimli tarım arazilerinin tekrar tarım için kullanılması genel olarak imkânsızdır. Hayvancılık için ekonomik koşulların sağlanmaması, üreticinin yoksullaştırılması ve yeni çobanların bulunmaması gibi etkenler hayvancılığın sürdürülebilirliğini engellerken kişi başına düşen et miktarında da artışı değil, düşüşü getirdi. Sonuç olarak bu politikaların da tarım arazilerinin kullanım dışı kalmasına katkısından başka bir işlevi olmadı.
TARIMDA GIDA GÜVENLİĞİ
Tarımdaki gıda güvenliğini iki uygulamada inceleyebiliriz. Birincisi ilaçlama, ikincisi gübrelemede. Daha önceleri çiftçilerin kullandığı ata tohumları, elde edilen ürünün kalitesini artırdığı gibi tarımın da sürdürülebilirliğini sağlamaktaydı. Günümüzde ise ata tohumları devre dışı bırakılmaktadır; onun yerini fabrikasyon üretimi sonucunda kullanılan tohumlar kullanılmaktadır. Ata tohumları azot ve potasyuma ihtiyaç duymazken fabrikasyon tohumların azot ve potasyum ihtiyacı bulunmaktadır. Bu eksikliğin ise çiftçiler tarafından karşılanması beklenmekte ve bu da yanlış dozda kullanım sonucu bozulmalara yol açmaktadır.
EMPERYALİSTLER İÇİN TARIM
Geçtiğimiz süreçte Rusya ve Türkiye arasında domates krizine şahit olduk. Bu domatesler pestisit değerlendirmesinden geçmediği için iade edilmiş ve aynı domatesler Türkiye’de pazara açılmıştı. Bunu yalnızca ihracat sorunu olarak görmek sorunun özünden ayrı düşünmek demektir. Domates krizinin yalnızca sonucuna -Rusya’nın domatesleri iade etmesi- dair bir yorumdur bu. Oysa domatesler tamamen Rusya’nın talebi doğrultusunda ve onun şekillendirmesiyle üretilmişti. Üretilen domates ve diğer ihraç ürünü sebze-meyvelerin tohumu emperyalist kliklerin belirlediği tohum özelliklerine sahiplerdi. Bunlar, Türkiye’deki tarım arazilerinin yapısına uymamakla birlikte bu arazilerde bozulmalara da yol açan tohumlardır.
TC Rusya ve diğer emperyalist ülkelerin taleplerini karşılamak için üretim biçiminde değişimler gerçekleştirmektedir. Bu değişimler gerçekleştirilirken tarım arazilerinin yapısı ve sahip olunan özellikler bilinçli olarak ihmal edilmekte, dükkanında talebi karşılayamadığı halde müşteriyi kaçırmak istemeyen esnaf üslubuyla hareket eden TC bir tür kurnazlık sergilemektedir.
TARIM ARAZİLERİNİN TEKELLEŞTİRİLMESİ
Ekonomik krizin neden olduğu artan tarım maliyetleri -gübre, su, işleme vb. maliyetleri- üreticinin faaliyetlerini olanaksız kılmaktadır. Çiftçilerin ekemediği, süremediği ve üretemediği tarım arazileri sermayedarlar tarafından kiralanmaktadır. Maliyetlerin sermaye sahipleri tarafından karşılanması ve çok düşük kira bedelleri ile üretim yapmaya zorlanan üreticiler bu sebeplerle de üretimden uzaklaşmayı seçmek ya da en azından düşünmek durumunda kalmaktadır. Sermayenin yalnızca kâr amacı güderek seri üretim gerçekleştirmesi, seri üretim için geleneksel tarım yöntemlerini ve kuralları hiçe sayması tarım arazilerini 5 ila 10 yıl arasında kullanılamaz hale getirmektedir.
Yine küresel olarak yaygınlaşan “seri üretime” çokça şahit oluyoruz. Kapitalist egemenler gıda krizinin nedenini seri üretime geçilmemesi olarak açıklamakta ve bunu desteklemek üzere geleneksel yöntemlerin yani toprağı koruma anlayışına dayanan tarım yöntemlerinin toprağı ve doğayı zehirlediği yalanını yaymaktadır. Oysa durum bu söylemlerin tam tersidir. Toprağı işlevsiz hale getiren ve yaşanan krizlerin de kaynağı olan egemen kapitalist şirketler ve onlar için politika belirleyip dayatan uluslararası kuruluşlar, devletler seri üretimi dayatanlardır. Böylece belirledikleri pazarlarda reyonları tamamen kendi inisiyatiflerinde düzenlemeyi sağlamaktalar. Egemenler bunun için allaya pullaya, öve öve bitiremedikleri yeni yöntemler geliştirdiklerini iddia etmektedir. Bunları dikey tarım, susuz tarım, örtü altı (güneş görmeyen) ve topraksız tarım gibi adlandırmalarla görmekteyiz. Doğal kaynakların talancı tekeller tarafından tüketilmesi, egemenleri gerçekten de yeni tarım yöntemleri geliştirmektedirler. Ne var ki bu yöntemlerde, her ne kadar reklamlarla pozitif sonuçlar üreten yöntemler biçiminde lanse edilse de ürünler besin, vitamin ve minarel değerlerinden yoksun kalmaktadır.
Türkiye’de tarım ve tarıma dayalı üretim ülkenin sahip olduğu elverişli toprak ve iklim koşulları doğrultusunda önemli bir yerde bulunmuştur. Türkiye’de tarımın üretimdeki belirleyici rolü tarihsel süreçte geçmişe göre nazaran düşüş göstermişse de toplumsal görüngüde toprağa bağlılık ve toplumun tüketim alışkanlıklarında varlığını korumaktadır. Bu anlamda tarım politikalarını ve tarım arazileri üzerindeki tahakkümü, ekonomik ilişkiler doğrultusunda biçimlenen üretim ilişkilerini barındıran maddi unsurlar (temel veya altyapı) ile toplumun siyasi, düşünsel ve duygusal unsurlar (üstyapı) arasındaki çelişkilerde aramak gerekmektedir. Bu çelişkiler başlı başına bir başka yazının konusu olacağından şu an yazımızı sonlandırırken yalnızca sorunun çözümünü nerede bulacağımız sorusuna değiniyoruz.