Acı ve hüznün çığlığı mıdır kulaklarımızı sağır edercesine tırmalayan, yoksa direnişin ve coşkunun gür ve melodik sesi midir vücudumuzun tüm hücrelerini titreten ve ayağa kaldıran? Acılarına, kayıplarına, sancılarına katlanıp boyun eğmek midir onurlu olan; yoksa tüm haksızlıklara, dayatmalara karşı başkaldırmak isyan etmek midir? Kurşun ve kan, ateş ve barut, saldırı ve direniş 19 Aralık 2000… Aylardan Aralık, yıl 2000. E Tipi olarak adlandırılan hapishanelerde devrimci ve komünist tutsakların direnişleri sonucu birçok hak kazanılmıştır.
Ortak bir yaşam, yoğun paylaşım ve üretimin hakim olduğu bu hapishaneler faşizmi rahatsız etmekteydi. Bu durumu bozmak için ise F Tipi denilen hücreleri yapmıştı. 19 Aralık kanlı katliamını da buralara geçiş için yapmıştı. Tam bir yıl devletin bütün kurumları bu plan üzerinde çalışmıştı. İstanbul’un Ümraniye denilen ilçesine ve aynı adı taşıyan hapishanesine kar yağıyordu. Açlık grevindeydik. Çetin bir direniş daha olacaktı. Daha önce benzer örnekleri yaşanmış ve zaferle çıkılmıştı bu süreçlerden. Ama bu sefer durum biraz daha farklıydı. Ölüm orucuna erken başlayan üç siyaset vardı ve yapılan görüşmelerden sonuç alınamamış, süreç tıkanmıştı.
Saat sabahın 5’i nöbetçi yoldaşların “herkes kalksın içeri asker giriyor” uyarısıyla fırladık yataklarımızdan. Bir gün öncesinin tatlı bir yorgunluğu vardı hepimizin üzerinde. Saldırıdan bir gün önce bir moral etkinliği düzenlemiştik. Skeçler, halaylar, türkü ve marşlarla dolu dolu geçen coşkulu günün tatlı yorgunluğuydu üzerimizdeki. Birkaç saniye içinde giyindik daha öncesinden kendimizi korumak için elimizdeki malzemelerden ufak çaplı ilkel savunma aletleri yapmıştık. Sorumlu yoldaşların bunları dağıtması ve görev bölüşümü yapmasının ardından, herkes diğer devrimci dostlarımızla birlikte siperlere koşmuştu. Ben ve birkaç yoldaş ana malta denilen büyük koridora çıktık. Bu bölüm bizlerin elindeydi. Arada adli tutsakların bölümüne açılan bir demir parmaklıklı bölme vardı. Koğuş kapılarını sökerek bu kapıya yüklendik. Amacımız bu kapıyı açarak üst kata çıkmak, burayı kontrol altına almaktı. Burayı ele geçirdiğimiz zaman düşmanın hapishaneyi ele geçirmesi çok zor olacaktı. Bu nedenle yükleniyorduk kapıya, düşman da bu arada üzerimize ateş açıyordu. Önce plastik mermi kullandılar, sonra saçma ve en son gerçek mermi. Buna rağmen ısrarla kapıyı zorluyorduk, bir çoğumuz aldığımız darbelerle yaralanmıştık.
Düşmanın ateşi artırması üzerine kapıyı kırmaktan vazgeçerek buraya barikat kurmaya başladık. Bu arada dakikalar sonra bir taraftan ateş açarken diğer taraftan “teslim olun” çağrısında bulunuyordu faşizmin rütbelileri… Bu çağrılara karşı cevap açık ve netti, “Teslimiyet yok, direniş var.” Adına “Hayata dönüş” demişlerdi katliamın. Yaşam felsefeleri hayatlara son vermek olanların hayata döndürmeleri de ancak böyle pervasız ve kanlı olabilirdi. Bu arada aradaki duvar, demir parçalarıyla yaklaşık bir saatlik bir uğraştan sonra delinmiş ve kadın yoldaşlar bizim tarafa geçmişti. Bizim bulunduğumuz bölümün birçok girişi vardı. Bütün bölümlere barikatlar kurulmuştu. İlk saldırı dalgası atlatıldıktan sonra televizyon ve radyolardan öğrendik ki, saldırı 20 hapishanede aynı anda yapılıyordu ve hemen her yerde direniş vardı. Bu arada şehit haberleri de gelmeye başlamıştı. Her şehit haberinden sonra öfkemiz, kinimiz daha fazla artıyor, sloganlarımızı daha bir güçlü haykırıyorduk. Bu durum düşmanı kudurtuyor, daha azgın saldırıyordu. Zaman hızla akıp gidiyor, düşman tüm araçlarını devreye sokarak yükleniyordu. Tavanları delerek üzerimize gaz bombaları, kimyasal bombalar atıyor ve bu açtığı deliklerden yaylım ateşiyle üzerimize ateş açıyordu. Islak havlularımız ve karbonatlı sularla, atılan bombaların etkisini azaltmaya çalışıyorduk ancak o kadar çok atılmıştı ki, göz gözü göremez olmuştu. Zehirlenenler, yaralananlar C-3 koğuşunda ayakta tedavi ediliyor, yarası sarılanlar hemen geri barikatlara koşuyordu. Bu arada Ahmet İbili adlı tutsak kendini yakarak düşmana doğru koşmuş, paniğe kapılan düşmanın açtığı çapraz ateş sonucu bir uzman çavuş öldürülmüştü. Birinci gün bitmiş, ikinci gün başlamıştı. Hava soğuktu, uykusuz yorgunduk. Ancak yüzlerde en ufak bir kararsızlık yoktu. Düşmana odaklanmıştı herkes… Saldırı giderek artmış üstten ve yanlardan alan darlaşmıştı. Geri çekilmek bir sonraki kapıya barikat kurmak gerekiyordu. Bu arada geri çekilen yerlerdeki koğuşlar yakılacaktı. TKP/ML tutsaklarının bulunduğu D-3- 4 koğuşu da yakılacaktı. Yılların emeğiyle hazırlanan onca materyal ve kapalı duvarlar ardındaki süreci yaşanılır kılan onlarca parti değeri. Bir kibrit çakılacak ve her şey kül olacaktı. Bu durum hepimizde büyük burukluk yaratmıştı. Düşmana en küçük bir değerimiz kaptırılmamalıydı. Ve öyle oldu son kibriti çakan 4 günlük Ümraniye direnişinin komutanlarından olan Muharrem Horoz yoldaştı. Bu değerlerin yaratılmasında onun da çok emeği vardı. Ve çakarken kibriti, gözleri dolmuş, ağlamaklı olmuştu… Zaman ilerliyor düşman yükleniyordu. Dışarıda haber alamasak da ailelerimizin, yoldaşlarımızın bir şeyler yaptıklarını biliyorduk. Biz direniyorduk. Son kerteye kadar da bu böyle olacaktı. Son Çanakkale Hapishanesi de düşmüştü. Bir tek Ümraniye kalmıştı. Ümraniye Hapishanesi’nin hem fiziki yapısı uygundu, hem de burada yaklaşık 400 devrimci ve komünist tutsak kalmaktaydı. Diğer hapishanelere oranla uzun sürmüştü bu nedenle buradaki direniş. şehitlerimiz ve ağır yaralılarımız vardı. Direniş sürüyordu. Üçüncü günün sonunda iki gruba ayrılmıştık. Bir kısmımız konferans salonu denilen yere, bir kısmımız ise C-3 koğuşuna çekilmiştik. Burada yeni barikatlar kuruldu. Düşmanın barikatın başına kadar geldiği, seslerinden ve iş makinelerinin çalışmasından anlaşılıyordu. Eğer burada kalırsak erken düşecekti mevziimiz. Yeniden söküldü barikatlar ve sloganlarla koştuk düşmanın üzerine, büyük bir paniğe kapılmışlardı. Daha önce deldikleri iki barikatı aşarak eski yerlerine geri döndüler. Ve yaylım ateşine başladılar. Her yanımızdan kurşun geçiyordu. Yere yattık ama nafile, tavandan ve duvarlardan seken kurşunlar birçok kişiyi yaralamıştı. Yaralılarımızı alarak geri çekildik. Ancak eski barikatları yeniden sağlamlaştırmıştık. İş makineleri devreye sokulmuştu. Duvarlarda kocaman delikler açmış, buradan üzerimize ateş ediyorlardı. Çatılara yerleştirdikleri keskin nişancılar camlardan direkt nişan alarak ateş açıyorlardı.
YENİLEN KİM?
Uykusuz, soğuğun iliklere işlediği dört gün boyunca direndik, teslim olmadık zebanilere. Aslında yenilen, zayıf olan kim? Her türlü teknolojik araçla dört duvar arasındaki tutsaklara saldıran ve teslim alamayan faşist sistem mi, yoksa dişe diş, kana kan yürekleri ve inançlarından başka silahları olmadığı halde, günlerce direnen ve teslim olmayanlar mı? Biz teslim olmadık hiçbir zaman. Belki geçici yenilgiler aldık, ancak ne 19 Aralık’ta 20 hapishanede, ne de sonrasında götürüldüğümüz, ağır işkencelere tabi tutulduğumuz F Tipi hücrelerde. Belki duvarların dili olsaydı bizden çok daha iyi anlatacaktı yaşananları. Belki duvarların dili olmayacak hiçbir zaman, ancak gören göz, duyan kulak, konuşan dil ve ön önemlisi de tarih unutmayacak ve unutturmayacak yaşananları…
(KATLİAMIN TANIĞI ESKİ BİR TUTSAK)