“Özel mülkiyetin ve sınıfların görünmesiyle ortaya çıkan savaş, uluslar, devletler, ya da siyasal bloklar arasındaki çelişkileri çözme mücadelesinin en yüksek aşamasıdır.” (Mao, İhtilalin Özü, Gün Yay., 1967, s. 39)
“Savaş politikanın uzantısıdır. Bu anlamda savaş politikadır; politik bir fiildir: En eski çağlardan bu yana, hiçbir savaş yoktur ki politik bir karakter taşımasın…” (a.g.e., s. 39)
“… politikaya kan akıtılmayan bir savaş, savaşa kan akıtılan bir politika dense yeridir.” (a.g.e., s, 40)
İçinden geçtiğimiz toplumsal koşullar içinde kadına yönelik saldırıları en çıplak haliyle görmekteyiz. Başta Türkiye Kürdistanı olmak üzere hakim sınıfların krizlerinin derinleşmesi ile birlikte savaş politikasına çok daha etkin şekilde sarıldığı, bu savaş politikası içerisinde özel olarak kadına yönelik saldırılarının da boyutlandığı ve daha da boyutlanacağı gerçekliği ile karşı karşıyayız. Burada tarihsel olarak savaş politikasının kadınlar cephesinden incelenmesi ve bu eksende erkek egemen yapının savaş olgusu içerisindeki varlığı bu sorun özgülünde kadın özgürlük mücadelesi ve yapmamız gerekenleri tartışmalı sınıf mücadelesi içerisinde güncel görevimizi tanımlamalıyız.
Türk hakim sınıfları için kadın politikası geleneksel kodları ve sınıfsal karakteri gereği her koşulda tahakküm ve kendi bekasının sürekliliğini sağlamak için kadınları da feodal değer yargılarını da kullanarak baskı altına almaya çalışmıştır. Bu bakımdan Türk devleti kadın düşmanı bir nitelik taşımaktadır. Bu kodlarla niteliğine uygun her türlü şiddet ve cinsiyetçi saldırılarını hiçbir koşul altında eksiltmemiş ve bu gerçekliği kadına ve halka karşı hep bir silah olarak kullanmıştır. Bu bağlamda Türk devletinin bu karakterini de özel olarak incelemek kadın özgürlük mücadelesi bakımından hayati önemdedir. Taciz, tecavüz, şiddet, istismar savaş politikasının araçları olarak başta kadınlar olmak üzere işçi ve emekçilere doğrultulmuş, uygulanmış ve bugün de daha sistematik hale getirilmiştir. Başta T. Kürdistan’ı olmak üzere kadınların, devletin kimliksizleştirme, teslim alma, diz çöktürme, imha, inkar ve asimilasyon politikasının ana eksenlerinden biri olarak kadına yönelik tecavüz ve çocuk istismarları ciddi boyutlara ulaşmıştır. Ermeni Soykırımı’ndan, Dersim Katliamı’na Rojava’ya yönelik saldırılardan gelişen yeni koşullara gerilla alanlarına özel olarak yönelmiş tecavüzcü politika devletin kadın düşmanı, tecavüzcü niteliğini her gün kendini yeniden üreterek devam ettirmektedir. Şükran Esen’den, Kamile Çiğci’ye Ekin Van’dan Faris A.’ya, N.Ç’den Pınar Gültekin’e, Fatma Altınmakas’tan İ.K’ya, Rahime Kahraman’dan Rohani’ye, Gülistan Doku’ya; devletin kadına yönelik saldırıları ekseninde devrimci ve demokratik mücadeleye karşı yürüttüğü karşı devrimci savaşta kadına yönelmesi örnekleri hep süre gelen bir gerçekliktir. Ancak bu başlıklara ve tarihsel gelişimine geçmeden önce kadın bedeninin ve kimliğinin hakim sınıfların ve erkek egemen sistemin savaş alanına, çarpışma sahasına dönüşmesine ilişkin tarihsel ve toplumsal köklerine kısaca bakmak faydalı olacaktır.
Kadın özgürlük mücadelesine ilişkin ne zaman bir söz söylemeye kalksak tarihin en ücra köşelerine kadar inme olgusuyla karşılaşırız. Konumuz özgülünde de bu durum kendini hemen göstermektedir. Kadının kurtuluşu sorunu sonuç olarak köleleşme sorununu doğru ve bilimsel temelleriyle kavradığımız ölçüde çözümlenecektir. Kadınlara günümüzde yönelen saldırılar bu içinden çıkıp geldiği tarihsel ve toplumsal gerçekliğin verili koşullar içerisindeki biçimlenişinin bağlamı kurularak anlaşılacaktır.
Zira günümüzde faşist Türk devletinin ve diğer burjuva-feodal devletlerin savaş politikaları ya emperyalist kapitalist sistem olgularından koparılmakta ya da bununla ilişkilendirilse dahi bağlamı sadece erkek egemen yapı ile ilişkilendirilmektedir. Oysa ki sistemin erkek egemen yapısı ve sınıfsal özü kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır. Bu doğru anlaşılmadığında savaşın nedenleri, savaşın içinde sınıfların konumlanışı, cinsiyetlerin konumu ve eşitsizliği, milliyetler sorunu ya da ekonomik çıkarlar olgusu birbirine karıştırılır. Ortaya konunun hep bir yönünün ön plana çıkarıldığı bir tablo çıkar. Burada bizim işimiz sorunun özünü açığa çıkarmak olmalıdır ve halka bu özü en etkili ve açık şekilde anlatmaktır.
ÖZEL MÜLKİYET VE HAKSIZ SAVAŞTA KADINLARIN KONUMU
Kadının köleleşmesi süreci onun bedeninin ve kimliğinin aynı zamanda bir mülkiyete dönüşme sürecidir. Bu mülkiyete dönüşme süreci aynı zamanda özel mülkiyetin kendisinin oluşma sürecini de oluşturmaktadır. Özetle mülkiyetin oluşma süreciyle birlikte kadının köleleşme süreci de düşümdeştir. Kadın bedeninin ve kimliğinin mülkiyete dönüşmesi günümüzde de varlığını sürdürmekte özel mülkiyete dayalı bu sistem varlığını koruduğu sürece de bu olgu varlığını koruyacaktır. Kadın bu sistemde hem tekil erkeğin, içine doğduğu ailenin, sonra evlilikle yeni ailenin (burada mülkiyet el değiştirmektedir) mensubu olduğu ulusun, toplumun, halkın mülkiyeti olarak görülmektedir. Kadın bedeni ve kimliği bu kurumlara yönelen her saldırının sahasına dönüşmesinin temel sebebi de budur. Esas olarak kadına bir savaş politikası olarak saldırı hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda savaş yürüttüğü halka karşı saldırının bir parçasıdır. Halkın bu saldırılara karşı savunması da bu eksene oturmaktadır. Kadın, bu toplumsal gerçeklik içinde bahsini ettiğimiz kurum ve kişilerin “namusu”, “vatanı” olarak görülmekte burjuva-feodal toplumun iki yüzlü ahlak anlayışı, değerleri ve kültürü içerisinde kadın bir mülk olgusu içerisinde saldırı merkezi haline dönmektedir. Fethedilen, işgal edilen ya da işgale girişilen yerlerdeki kadınlar ganimet olarak görülmekte Osmanlı toplumundan bu yana “kılıç hakkı” olarak saldırıya maruz kalmaktadır.
Halk ise kendi mülkiyetlerini koruma özgülünde kadına yönelik saldırıları yorumlayıp karşılarken kendi mülkiyeti üzerinde kendi tasarrufunu koruma anlayışını da taşımaktadır. Kadınlar ise tüm bu koşullar içerisinde hem saldırının hem savunmanın nesnesi haline dönüşmektedir. Bu eksende kadın ait olduğu tüm bu yapılar içerisinde de saldırıya maruz kalmakta ancak bu saldırı düşman saldırısı olarak görülmemekte “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile sorunun bu yönü perdelenmektedir.
Bugün Türk hakim sınıfları etkin bir savaş politikası olarak kadına yönelik tecavüz politikası uygulamaktadır. Her gün onlarca kadın ve çocuğun devletin askeri, polisi, bekçisi ya da diğer görevlileri tarafından tecavüze uğradığı, bedenini satmaya zorlandığı, bu sebeple intihar ettiği, kaybedildiği, katledildiği ya da ailesi tarafından öldürüldüğü, intihara zorlandığı vb. haberleri ile sorunun köklerine; nihayetinde sonuçlarına; en son çözüm yollarına baktığımızda tarihsel ve toplumsal gelişmeyi çok yönlü ortaya koymak zorunluluğu aşikardır. Hele ki bu açıdan çok sorunlu anlayışlar ortada dururken.
(Devam edecek)