TC’nin Rojava’ya dönük işgal tehditleri ve hazırlıkları sürerken geçtiğimiz haftalarda bu konuda önemli gelişmeler yaşandı. Kuşkusuz bu gelişmelerden en önemlisi Tahran’da gerçekleştirilen üçlü zirveydi. Bu zirve Astana’da garantör olan ülkelerin yedinci buluşmasıydı. Dolayısıyla ana gündem Suriye ve bölgedeki son gelişmelerdi. Zirvede yayımlanan 16 maddelik açıklamaya baktığımızda TC’nin hamasi “başarı” söylemlerinin aksine, buradan şimdilik eli boş döndüğünü söylemek mümkün.
Zirve öncesi tarafların tek tek aldıkları pozisyon TC’nin buradan “operasyon” bağlamında istediği sonucu alamayacağına dair kanıyı güçlendiriyordu. Halihazırda Suriye’de rejimin ayakta kalmasında belirleyici rolü olan İran ve Rusya, zirve öncesi Tel Rıfat ve Menbiç’e yönelik operasyona karşı olduklarını beyan ettiler. İran ve Rusya söz konusu operasyona “onay” verdikleri taktirde TC ve güdümündeki cihatçı grupların etki sahasının genişleyeceğini iyi biliyorlar. Bu bölgelerden Tel Rıfat’ın Halep’e açılan kapı olarak görülmesi Rusya, rejim ve İran açısından “tehdit” olarak görülüyor. Diğer bir nokta ise TC gibi bir NATO ülkesinin Suriye’de etki alanının genişlemesi başta Rusya olmak İran ve rejim açısından kabul edilir bir durum değildir. Bu bağlamda zirve öncesi tarafların yaptıkları açıklama hem kendi sınırlarını belirlemeleri açısından hem de TC’yi bu ön kabulle masaya oturtma açısından önemli bir gelişmeydi.
Zirve sonrası ilan edilen açıklamada TC açısından Suriye politikasında bir hezimetin yaşandığını da söylemek mümkün. Suriye’de 11 yıl önce savaş başladığında Şam’da Emevi Camii’nde “namaz” hülyalarının söz konusu olduğu açıklamada nasıl ters yüz edildiğini görüyoruz. Açıklamanın ikinci maddesinde “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin” egemenliği, bağımsızlığı ve birliğine yönelik yapılan ortak vurgu ve bağlılık ifadesi TC açısından ciddi bir irtifa kaybı olarak değerlendiriliyor.
ROJAVA’NIN STATÜSÜNÜ İNKARDA ORTAKLIK
Rusya ve İran’ın işgal operasyonuna şimdilik karşı çıkmış olmaları TC’nin Rojava’ya dönük işgal tehditlerini Suriye’de kendi çıkarları bağlamında kullanmayacakları anlamına gelmiyor. Nitekim zirvede yapılan vurgularda Rojava’nın statüsünün “gayrı meşru özyönetim teşebbüsü” olarak değerlendirilmesi söz konusu güçlerin Kürt ulusal kazanımlarına yaklaşımda TC ile bir ortaklık içerisinde hareket ettiğini göstermektedir. Yine bahse konu açıklamanın 5. maddesinde, “Suriye’nin kuzeyindeki durumu ele almışlar, bu bölgede kalıcı güvenlik ile istikrarın ancak ülkenin egemenliği ve toprak bütünlüğünün muhafazası temelinde sağlanabileceği hususunu vurgulamışlar, bu yöndeki çabalarını koordine etme hususunda mutabık kalmışlardır. Suriye’ye ait olması gereken petrol gelirlerinin yasadışı olarak ele geçirilmesine ve aktarılmasına karşı olduklarını ifade etmişlerdir” biçiminde yapılan “yasadışılık” vurgusu kuşkusuz önemlidir. Bilindiği gibi Suriye petrol rezervinin yüzde 70’i Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolünde olan bölgelerde bulunuyor. ABD ve SDG güçlerinin güvenliğini sağladığı kuyulardan çıkarılan günlük 140 bin varil petrol ABD merkezli Delta Cresent Energy şirketi eliyle işleniyor. Suriye rejimi, İran ve Rusya’nın geçmişten bugüne petrol konusundaki tutumları değişmedi. Ancak TC’nin “müttefik”i ABD’nin faaliyetlerini “yasadışı” parantezinde değerlendirmesi dikkate değer bir gelişme olarak görülüyor.
BİTMEYEN İŞGAL TEHDİTLERİ VE SDG’NİN REJİM İLE ORTAK HAREKETİ
TC’nin işgal operasyonu hesabının şimdilik Tahran’dan döndüğünü söylemekle birlikte tehdidin ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Nitekim, Erdoğan’ın Tahran zirvesi dönüşü yaptığı “Yeni bir harekât konusu milli güvenlik endişelerimiz giderilmediği sürece gündemimizde yer almaya devam edecek” ifadesi zirveden istenilen sonucun çıkmadığını gösterirken aynı zamanda TC’nin işgal hevesini sürdürdüğünü de göstermektedir. Bu hevesin kaynağı esas olarak Kürt ulusal kazanımlarını boğma bu kazanımların diğer parçalara olan etkisinin önüne geçilmesidir. Bu noktada TC’nin başta İran, Irak ve Suriye’de ezen ulus egemenleriyle stratejik bir uyumu olduğunu söyleyebiliriz. Tahran Zirvesi’nde bu noktadaki mutabıklığın sürdüğünü söyleyebiliriz.
İşgal operasyonu gündeminin TC nezdinde sürüyor oluşuna karşı SDG’nin de belli hamleleri gelişti. Haziran ayından bugüne dillendirilen işgal tehditlerine karşı Rojava yönetimi ve askeri gücü olan SDG harekete geçerek böylesi bir operasyonun başlatılması halinde Suriye ordusu ile koordinasyona geçileceğini ve işgal karşı olunacağını ilan etmişti. SDG güçlerince yapılan açıklamanın ardından SDG ve Suriye rejimi arasında Rusya’nın arabuluculuğunda görüşmeler başlatılmış, varılan anlaşma kapsamında Kobanê, Tel Rıfat ve Menbic’in sınır bölgelerine Suriye askerleri gönderilmeye başlanmıştı. Rojava yönetiminden yapılan açıklamalarda söz konusu konuşlanmanın varılan anlaşma sonucu geliştiği ve Fırat’ın yalnızca batısını* kapsadığı ifade edildi.
Söz konusu hazırlıklar ve rejim ile ortak hareketin Rojava’nın durumuna etkisinin ne olacağını şimdiden söylemek zor. Ancak ABD emperyalizminin söz konusu iş birliğinden rahatsızlık duyacağı bir gerçek. Her ne kadar anlaşmanın Fırat’ın batısı için geçerli olduğu söylense de Kürtlerin rejim ve Rusya ile hareketi ABD nezdinde pozisyonunun gerilemesi olarak değerlendirilmektedir. Tahran’da ABD karşıtı vurguların ve bir NATO ülkesi olarak TC’nin çelişkilerden faydalanma hamlelerinin rahatsızlık yarattığı demeçlere yansıyor. CIA şefi William Burns, “Türkiye ve Erdoğan, hokkabazlıkta çok iyiler, ustalar. Çok sayıda görünüşte çelişkili ilişkiyi bir arada götürüyorlar.” ifadeleriyle bir yandan efendi-uşak ilişkisine dayanarak TC’yi aşağılarken diğer yandan ise ABD’nin tablodan duyduğu memnuniyetsizliği ortaya koydu.
TC’nin Rojava’ya dönük bitmeyen işgal tehditlerinin arka planında değişmeyen bir egemen devlet aklı söz konusudur. “Milli güvenlik” vurguları tam da bu noktada anlam kazanmaktadır. Rojava’nın varlığının, buradaki kazanımların “beka” derekesinde ele alınması TC’nin ulusal meselede tarihsel kodlarından ödün vermeksizin hareket ettiğini gösteriyor. Bu noktada sınırları aşan ve gittikçe tırmandırılan bir saldırganlık söz konusudur. Söz konusu saldırganlık dönem dönem işgal operasyonlarıyla, Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi yüzlerce üs alanıyla fiili işgallerle, silahsız halka yönelen SİHA ve topçu bombardımanlarıyla sürdürülüyor. Kürt ulusal mücadelesine dönük saldırganlığın iç politikayı dizaynı konusunda sonuç alıcı olduğunu faşist diktatörlük iyi biliyor. Bu bağlamda şovenizm eşliğinde çalınan savaş tamtamlarıyla yoksulluğun ve açlığın isyanının sesinin bastırılması hedefleniyor. Siyasi ve ekonomik kriz içerisinde debelenen Türk hâkim sınıfları ve onların dümeninde yer alan AKP-MHP faşist blokunun “soluklanma” olarak ele aldığı işgal saldırılarına karşı Kürt ulusunun kazanımlarının yanında yer alırken aynı zamanda emekçi halk kitlelerine gitmeli, politik iktidar bilincini güçlendiren, sisteme yönelten politikaları etkin bir biçimde hayata geçirmeliyiz.
*Rojava özerk yönetiminin ABD ile iş birliği ve operasyonel faaliyetleri Fırat’ın doğusunu kapsıyor. Rejimle yapılan anlaşma Fırat’ın batısını kapsıyor.