Günümüz Türkiye’sinde işçi sınıfına yönelik saldırılar yoğun bir şekilde sürmektedir. Yapısal krizin getirdiği sonuçlar genel hatlarıyla fabrikaların iflas etmesi veya konkordato ilan etmesi, (KHK olsun olmasın) işten çıkarmalar, hak gaspları, açlık grevleri ve direnişlerle tezahürünü bulmaktadır. Şüphesiz yapısal krizin getirdiği bu sonuçlar birdenbire gelişmemiş, süreç içerisinde -özellikle son birkaç yılda- hiç olmadığı kadar hızla artış göstermiştir. Tüm bunların yanı sıra fabrikalarda düşük ücretlerle çalıştırılan, emek sömürüsüne maruz kalan işçi sınıfının varlığının burjuvazi tarafından makineden ibaret görülmesi güncelliğini korumaktadır. İşçi, hayatta kalabilmek için, ne olursa olsun emeğini kapitaliste satmak zorundadır. Çünkü işçinin hayatta kalmak için başka bir alternatifi yoktur, burjuva feodal devlet ona başka bir alternatif sunmamıştır. İşçi sınıfına yönelik yapılan saldırılar yoğun bir şekilde gerçekleşmektedir; fabrikalarda sağlık, temizlik, güvenlik, emek sömürüsü vs. bunlardan bazılarıdır.
Bilindiği üzere hemen hemen her fabrikada -patron tarafından gereksiz görülse bile- resmi olarak iş sağlığı ve güvenliği alanında çalışan görevliler bulunmaktadır. Bu alanda çalışan bir görevli, fabrikada çalışan her bir işçinin iş güvenliğini denetlemek zorundadır. Peki iş güvenliği hangi koşullar altında denetlenir? Elbette patronun işçilere sunması gereken güvenlik ekipmanları olmadan denetlenmesi saçma ve anlamsız olur. Patronların işçilere ne denli iş güvenliği sağladıkları ise Türkiye tarihine kanla yazılan Soma Katliamı gibi olaylara baktığımızda netlik kazanmaktadır.
“Hem suçlu hem güçlü” deyimi her katliamda, her cinayette işçileri suçlayan burjuva anlayış için söylenmiş gibidir. Bir işçi eğer ona sunulmayan çalışma koşulları (!) içinde can verdiyse, sabahtan akşama kadar pahalı takım elbiselerle burjuvazinin maskotluğunu yapan halk düşmanları tarafından, yaşanılan olay “kaza” ya da “kader” olarak deklare edilecektir. Olayların arka planına baktığımızda ise göreceğiz ki bir günde milyonlarca lira kazanç elde edebilen fabrika sahibi, asgari ücretle geçinmeye çalışan -emeklerini sömürerek artı değer elde ettiği- işçilerin iş güvenliğini sağlayamayacak kadar fakirdir (!) Çünkü fabrika sahibi bu olaylardan önce belgeler üzerindeki tüm önlemlerini almıştır ancak iş güvenliği alanında ya fiili olarak çalışan birileri yoktur -belgeler üzerinde işçilerin güvenliği yüksek standartlarla (!) ölçülür- ya da bu alanda çalışanlar kendi işlerini yapmayı bilmemektedirler. “İş cinayeti” kavramı işte bu şekilde ortaya çıkmıştır. Fabrika sahibi olan kapitalistin bütün zenginliğine rağmen fabrikada “güvenlik zafiyeti” oldukça, makineleştirilen, bir meta aracı olarak görülen işçi, sağlığından olmaya veya en kötüsü, can vermeye her zaman müsait durumda olacaktır. “Güvenlik zaafiyeti” olmaya devam edecektir, çünkü kapitalist için işçi, insan değil, paralı köledir; ücret ile satın alabildiği, rahatlıkla sömürebildiği emektir. Bir kapitalist için zarar gören, hastalığa yakalanan ya da iş cinayetinde hayatını kaybeden işçinin yerini başka bir işçi “satın alarak” doldurmak kolaydır; bu onun karakterinde yatan bir durumdur.
Yaşadığımız bölge hem zirai hem de sınai üretimin yoğun olduğu bölgelerden biridir. Örneğin demir-çelik fabrikasında bulunan onlarca şirkette binlerce işçi çalışmaktadır. Keza demir-çelik dışında da irili ufaklı birçok işletmede binlerce işçi çalışmaktadır. İşçilerin yoğunluğu, firmaların “iş güvenliği” meselesinde umursamaz olduklarını açık bir şekilde, bölge halkının geçinemeyen kesiminin neredeyse her sene gözleri önüne sermektedir. Bu fabrikalarda çalışan işçiler bir yandan taşeron firmaların baskısı altında ezilirken öte yandan işverenin işçiyi umursamazlığı yüzünden her sene onlarca olay meydana gelmektedir. Vücutlarından bir parçasını makineye kaptırarak kaybeden, yüzlerce derece sıcaklıkta kaynayan kazanlara düşen, kirli ve insanlık dışı ortamlarda çalışırken kimyasallara maruz kalarak hastalanıp yatağa düşen yüzlerce işçi, işverenler tarafından suçlanırken bu suçlamaların altında yatan gerçek yine “iş sağlığı ve güvenliği” denilen aldatmacanın hiçbir zaman sağlanmadığıdır. İşverenler genellikle işçinin tedavisini karşılayabilecek kadar, cüzi bir miktarda ödenek sağlasa da -ki çoğunlukla bunu bile yapmamaktalar- bu olayların çoğunun basında ve kamuoyunda yankı bulmaması bizlere garip gelebilir ancak kapitalistin amacı zaten bu değil midir? Olup biten her şeyi örtbas edip varlığını korumak, kendisine karşı işçilerin birlik olmasına engel olmak, onları susturmak ve sermayesine zeval gelmesini engellemek. Amaç belli bir oranda yerini bulmuş olacak ki bölge halkına artık bu tip durumlar normal gelmeye başlamıştır. İşçilerin kötü çalışma şartları içinde, kötünün iyisini aradıklarını görüyoruz. İşçilerin ve bölge halkının iş kazalarına ve iş cinayetlerine alıştırıldığına şahit oluyoruz. ASAŞ Filtre’nin üretim fabrikasında çalışan bir işçi sık sık fabrikada iş kazaları yaşandığını söyleyerek şunları ifade ediyor: ‘’Fabrikamızda 350 işçi çalışıyor, büyük çoğunluğunu ise genç işçiler oluşturuyor. Eğer fabrikamızdan içeriye adım atarsanız, iş makinelerine elini, kolunu, ayağını kaptırmış, bedenlerinden bir parçası eksik olan işçilerle karşılaşırsınız.”
Eğer bu durum -herhangi bir zirai veya sınai üretim bölgesinde- böylesine alışılmış bir hal alıyorsa, bilmeliyiz ki orada, işçilerin örgütlü gücü ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Örgütlülüğün olmadığı bir fabrikada yaşanan hak gaspları, iş kazaları ve iş cinayetleri her zaman üstü örtülü bir biçimde kalacak ve unutulup gidecektir. Ancak işçilerin örgütlü olduğu, kendi varlık koşullarının bilince vardığı bir fabrikada yaşanan her şey, burjuvaziye ve patron ağa devletine ciddi bir şekilde geri adım attıracak, basında ve kamuoyunda yerini alacaktır.
Bu nedenle bizler burjuvaziye karşı işçi sınıfının yanında yer almalıyız; işçi sınıfına “göz boyama” politikası ile yaklaşanlara karşı işçilerin “gözlerini açmayı” hedef alarak işçi sınıfına “kendisi için sınıf olma” bilincini götürmeye devam etmeliyiz. Cüzi rakamlarla susturulan, iş cinayetlerinde can veren her işçinin sesi, çığlığı olmalıyız. İşçilerin demokratik hak ve taleplerini savunmalı, proleter bilinci büyük bir sabır ve sebatkarlıkla götürmeye devam etmeli ve onları devrimci savaşımda üstlenecekleri öncü rollerine hazır hale getirmeliyiz.
Son olarak şunu belirtelim ki; para, burjuvazinin tanrısıdır. Proletarya ise paranın tanrısıdır. Burjuva, kendi tanrısı (para) olmadan yaşayamaz. Söz konusu tanrı, bir başka tanrı (proletarya) olmadan var olamaz. Yani burjuva, kendi tanrısının tanrısına karşı işlediği her günahta, çiçekli patikanın sonundaki cehennem kapısına bir adım daha yaklaşacaktır.
İskenderun’dan Bir DDSB’li
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesinin 5 Eylül 2019 tarihli 43. sayısından alınmıştır.