Suriye’de Esad rejiminin devrilip cihatçı çetelerin iktidarı ele almasıyla gelişen süreç henüz öngörülebilir bir rotaya girmiş değil. Emperyalistler arası hegemonya savaşında önemli sahalardan birisi olan, emperyalistler tarafından kışkırtılan 13 yıllık “iç” savaşın Suriye’de yarattığı yıkımın boyutu çok büyük. ABD ve İngiltere önderliğinde Esad rejiminin devrilmesine yol açan süreç sadece bir iktidar değişimi değil, aynı zamanda Rusya ve yine İran ile bir muharebe alanı oldu. İktidar değişimi Suriye’deki iç dengeleri etkilerken esas etki uluslararası arenada kendisini hissettirdi.
Güncel gerçeklik üzerinden esasta ABD ve İngiliz emperyalistleri, İsrail ve TC ile bu güçler tarafından desteklenen-beslenen cihatçı kliklerin kazananlar; Rusya, İran ve Esad rejiminin ise kaybedenler kulübünde yer aldığı bir tablo ile karşı karşıyayız. Ancak bu tablonun halihazırda güncel gelişmelerin işaret ettiği bir gerçek olduğu ve değişebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
Emperyalistler arası hegemonya savaşı birçok cephede çeşitli biçimlerde devam ediyor. Suriye de bu sahalardan birisidir. Bu anlamda “kaybedenler” kulübünde olan Rusya’nın bu sahada bir geri çekilme içinde olduğunu söylemek gerçekçidir ancak bunun kesin bir yenilgi olarak tarif edilmesi için henüz süreç olgunlaşmış değil.
Emperyalist güçlerin de askerî olarak konumlandığı bir karmaşa ve mücadele yaşanmıştır. Mezhepsel zemini de güçlü olan iktidar savaşında bu süreç boyunca çeşitli hamleler gerçekleştirildi. 13 yıl boyunca süren savaş sürecinde daha da yozlaşan, çürüyen bir iktidar kliği, Ukrayna’nın ABD ve İngiltere öncülüğünde kışkırtılması ile savaşa zorlanan Rusya’nın kısmen zayıf düşürülmesinin sonucunda tabiri caizse direnecek takati kalmayan bir rejim gerçekliği ile cihatçılar “savaşmadan” Şam’ı düşürdüler. Suriye “iç” savaşına “çözüm ve uzlaşı” amacıyla kurulan Astana Masası’nın son toplantısı bu koşullarda gerçekleştirildi. Efendisi ABD ve İngiliz emperyalistlerinin kendilerinin sureti olarak masaya oturttukları Türkiye aracılığıyla gerçekleşen son toplantıda, Hakan Fidan’ın ifadesiyle “Son 2-3 yıldır rejim çok zayıftı. Belli yerlerde nispî direnişler oldu; ama muhalefet neredeyse silah atmadan Halep’e girdi. Ama böyle bir durumda Rusların ve İranlıların 2016’da yaptıkları tepkiyi tekrar etmesi durumunda bu sefer daha fazla bir kan dökümü ve yerinden edilme riskiyle karşı karşıya kalabilirdi Suriye halkı.” yaklaşımı sergilendi. Burada sergilenen restin sonucunun sadece Suriye sınırları içerisinde daha fazla “kan dökülmesi” ile sınırlı kalmayacağı, vekaleten süren savaşın bölgesel bir savaşa evrilme tehdidi olduğu aşikârdır. Esad rejiminin iç dinamikleri, çelişkileri Suriye denkleminde böylesi bir tehdide karşı koyuşa uygun olmadığı, öte yandan Rusya ve İran’ın ise Suriye’yi aşan boyutuyla bir bölgesel savaşa hazır olmadığı, bu düzeyde bir savaş istemediği görüldü.
İçeriden kuşatılması, Rusya’nın Ukrayna’daki pozisyonu, direniş ekseninin özellikle Hamas ve Hizbullah’ın, İsrail tarafından gerçekleştirilen saldırılarla ağır darbeler alması ve İran’a yönelik ise kuşatma ile zayıflaması Esad rejiminin müttefiklerinden alabileceği desteği zayıflattı. Koşulların Batılı emperyalistler lehine olgunlaştığı böylesi bir süreçte Suriye üzerinden olası bir bölgesel savaşın Rusya ve İran tarafından göze alınamadığı söylenebilir. Ancak bu Rusya tarafından Suriye sahasından vazgeçildiği anlamı taşımamaktadır. İlerlemeler ve geri çekilmeler her savaşın içinde olduğu gibi bu alanda da yansımasını bulmaktadır.
Suriye, ABD açısından “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi” açısından önemli bir virajdı. Şimdilik bu virajın kazasız atlatıldığı söylenebilir. Nitekim bu hamle Orta Doğu’da Rusya’yı ve özellikle İran’ı kuşatma hamlesidir. “Direniş Ekseninin” en önemli güçlerinden birisi olan Esad rejiminin tasfiyesi aynı zamanda İsrail Siyonizmi’nin yayılmacılığına da güçlü olanaklar yaratmaktadır. Suriye’deki konumlanma, içerisine Afrika’yı da alan “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi” yolunda Orta Doğu ile Afrika arasındaki bağlantı noktasında önemli direniş kilidinin açılması anlamı da taşımaktadır.
ABD’nin Rusya’yı kuşatma ve zayıflatma hamlelerinin önümüzdeki süreçte Libya’da vuku bulacağına yönelik emareler mevcut. Suriye’deki gelişmelerin Rusya’nın Orta Doğu’da olduğu kadar Akdeniz’deki hâkimiyetini zayıflatan bir içeriği vardır. Ancak Rusya bu açığı Libya’daki konumlanmasını tahkim ederek telafi etmeye çalışmaktadır. Libya’daki gelişmelerin nasıl seyredeceğinin belirleyeni Ukrayna cephesi olacaktır.
Ukrayna’da “savaşa devam mı, barışa adım mı” yaklaşımı önümüzdeki süreçte birçok hamle için belirleyici pozisyonda olacaktır. Bu noktada asıl öznelerin, ABD ve Rusya’nın “barışçıl çözüme” dayalı yaklaşımları öne çıkmaktadır. Putin’in Trump ile görüşme talebi, Trump’ın ise bu talebi olumlu karşılayarak görüşmeye sıcak bakması “çözüm” için adımlar atılacağı beklentisini güçlendiriyor. Sürecin karşılıklı tavizlerle “barışçıl çözüme” rotasına girme potansiyeli söz konusu. Böyle bir yola girilse dahi çelişkilerin yoğunluğuna bakarak bunun geçici karakterde olacağını söyleyebiliriz. Zira bu cephede güçlerin yenilgiyi kabul edecek şartlara yanaşması zordur. Ateşkes gibi olasılıklar, geçici dengeler kurmalar daha ciddi görünmektedir. Putin’in Ukrayna ile “önkoşulsuz görüşme” çıkışı, Trump’ın “Rusya ile Ukrayna arasında bir anlaşmaya varacağız” diyerek “Savaş çok fazla kurban verdi” açıklamaları sürecin gidişatına dair önemli doneler sunmaktadır. Ancak özellikle son Suriye gelişmelerinden sonra Rusya’nın masaya daha net taleplerle oturacağını öngörebiliriz. Rusya Suriye’deki geri çekilme pozisyonunun yarattığı olumsuz etkiyi buradaki hamle ile telafi etme çabasında olacaktır. Ancak buradaki olası restleşmelerin Libya’dan başlayarak yeni çatışma alanları yaratacağını söyleyebiliriz. Özellikle Afrika’da Çin’i de hedefleyerek hegemonya savaşı yürüten Batılı emperyalistler Rusya’nın alanını daha da daraltma hamleleri gerçekleştiriyor. Türkiye’nin “barış elçiliği” yaptığı Sudan ve Etiyopya arasındaki görüşmeler ve “barış” için uzatılan ellerin de bu hamlelerin birer parçası olduğunu görmek gerekiyor.
SURİYE’DE ANAHTAR TÜRKİYE’NİN ELİNDE Mİ?
Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinin ardından ilk defa açıklama yapan ABD’nin yeni başkanı Trump “Türkiye çok akıllı. Türkiye çok fazla can kaybı olmadan Suriye’de dostane olmayan bir devralma gerçekleştirdi (…) Kimse gerçekten finali kimin yaptığını bilmiyor; ama ben Türkiye olduğuna inanıyorum. Türkiye çok akıllı.” değerlendirmesinde bulundu. Kuşkusuz Türkiye sürecin aktif figüranlarından birisi oldu. Ne var ki buradaki esas unsurun Bağdadi’nin öldürülmesinden itibaren somutlaşan iş birliği olduğu vurgulanmalıdır. Bu süreci inşa edenin TC’den önce bu iş birliği olduğu ve bunun da bölgesel ve uluslararası bir nitelikte gerçekleştiği unutulmamalıdır. Bu detayda bir önemli nokta da Colani liderliğindeki HTŞ’nin Suriye halkını kapsayacak bir özellik göstermemesidir. Buna rağmen “Suriye Muhalefeti” son üç yıldır İdlib’de ve orada da HTŞ’de birleştirilmektedir. “İç” savaşta muhalif cihatçıların “ılımlı İslam” politikasıyla ehlileştirilmesini de içeren bu süreçte TC’nin rolü elbette önemlidir. Buna rağmen bu rolün oynandığı oyunun bir halkın kaderini belirlemeye ne derecede muktedir olacağını öngörmek zor olmasa gerek. TC politik-askerî konumlanmasıyla efendilerinin politikası çerçevesinde “pastadan ne koparırsam kârdır” bu iş birlikçi oyuna hizmet verdi.
TC dış siyasette “bölgesel” bir kazanım sağlamış görünse de bunun bölge halkları nezdinde pek muteber bir mevki olmadığı da açıktır. İç siyasette ise AKP iktidarının gücünü yeniden konsolide etmesinde ona bir araç sağlasa da Suriye’deki bu sürecin Türkiye halkında pek de karşılık bulmadığı, mevcut ekonomik şartlarda bu avantajın yetersiz kalacağı söylenmelidir. Ancak sürecin AKP-MHP blokunu aşan boyutta, bölgesel karakterde olduğu görülmelidir. Bunu, tarihsel bağımlılık ilişkisi içinde görevini yerine getiren uşaklık rolü olarak görmek gerekir.
TC’nin süreçteki bu pozisyonunu “HTŞ ile istihbarat düzeyinde görüşüyorduk” açıklamasını dahi ancak İngiltere ve ABD’nin HTŞ’ye desteğini açıktan ifade etmesinden sonra yapabildiğinde görebiliriz. Israrla “bizim süreçle alakamız, sürece müdahil olma durumumuz yoktur” açıklamalarından “sürecin en başından beri koordine halindeyiz” açıklamalarına evrilen bu yeni pozisyon ABD ve İngiltere tarafından İsrail’in ateşkesle başlattığı yeni hamlenin ardından kurgulanmış oyunu hayata geçirilmesiyle belirlenmiştir. Buradan bakıldığında Trump’ın açıklamaları Türkiye’nin süreçteki misyonunu abartan bir açıklama değil, kendilerini temsilen oynadığı rolün hakkını verdiğine dair bir övgüdür. Bununla birlikte “Türkiye akıllıdır” söylemi ise daha önceki “aptal olma” mesajına denk gelen bir uyarı niteliği taşımaktadır. Nitekim Türkiye egemenleri çeşitli biçimlerde ve çeşitli nedenlerle “yol kazalarına” uğrayarak efendilerinin verdiği role aykırı bir şekilde oynamaya çalıştığı repliklerle senaryonun dışına çıkma eğilimi taşıyan pratiklere sahiptir. “Zafer naraları” atılan bir süreçte özellikle Tayyip Erdoğan’a kibar bir uyarı niteliği taşımaktadır. Türkiye’nin bugün Rojava’nın varlığında somutlaşan Kürt düşmanlığı ile Kürt ulusunun Suriye’deki kazanımlarına dönük fırsattan istifade “saldırı” ile alan daraltma ve imha hedefini güttüğü bilinmektedir. ABD sürecin başından beri bu hamlenin önünü almak için çeşitli uyarılar yapmaktadır. Türk hâkim sınıfları da bu uyarıları ciddiye almış durumdadır. 13 yıllık “iç” savaş süreci boyunca emperyalistler arası çelişkilerden de faydalanarak Kürt ulusunun Suriye Kürdistanı’ndaki kazanımlarına yönelik gerçekleştirdiği saldırı operasyonlarının şimdilik önü kapanmış durumdadır. Bu uyarıların ciddiye alındığı görülüyor. AKP-MHP’nin Öcalan çıkışı, Suriye’de özerklik, federasyon tartışmalarının Suriye’nin iç işi olduğuna yönelik açıklamalar, YPG’nin sürekli bir politik saldırı malzemesi yapılarak SDG’nin meşruluğunu kabullenmeye dönük atılan adımlar her ne kadar “gönül rızasıyla” olmasa da uyarıların etkisiyle “uysallaştırılan” TC’nin “yeni” bir Kürt politikasına doğru adım atmasına yol açmışa benziyor. Elbette bunlar devam ederken SMO aracılığıyla ve doğrudan yapılan katliam ve saldırganlıktan da geri durmuyor. Özellikle Kobanê’yi kuşatma altına alarak “düşürme” hayalini diri tutan bir politik-askerî beklenti hali devam ediyor.
Suriye’de kartların yeniden dağıtılmasıyla beraber Minbic ve Tel-Abyat’tan çekilen SDG, Fırat’ın doğusundaki konumlanmasını tahkim etmeye çalışıyor. Özellikle Tişrîn Barajı ve Kobanê girişinde günlerdir süren TC destekli ÖSO çetelerinin saldırganlığını darbeler vurarak, kayıplar verdirerek püskürtüyor. Kobanê yeni bir kuşatma altında; ama kuşatma güçlü bir direnişle karşılaşıyor. Şam Emevi Camii’nde efendileri emperyalistlerin sayesinde namaz kılma olanağı yakalayan TC egemenleri, şimdi ise hem Kürt düşmanlığının gereğini yerine getirme uğraşı, hem de “Kobanê düştü, düşecek” beklentisini tamamlama gayreti içerisinde. Şovenizm dalgasını daha da büyüterek iktidarını konsolide etmeye çalışan AKP-MHP blokunun bu hevesi kursağında kalacak gibi görünüyor. Çünkü Kobanê kimi tavizlerin verildiği, çekilmelerin yaşandığı Afrin, Minbic’in aksine daha güçlü bir direnişle savunulacak öneme sahip bir alan. Kürt Ulusal Mücadelesinin olası bir Kobanê işgali karşısında göstereceği direnişin yeni bir iç savaşa dönüşme potansiyeli çok büyük. Kartların henüz yeni dağıldığı, henüz “geleceğe dair ne olacağı konusunda” kimsenin kesin bir şey söyleyemediği bir ortamda yeni bir iç savaşın tüm dengeleri değiştirme potansiyeli emperyalistlerin de istemeyeceği bir tablodur. Dizginleri çekilen TC, Kürt sorununun çözümünde gerek ülke içinde gerek Suriye ve Irak’ta yeni politik hamlelerle adım atmaya zorlanmıştır. Yeni bir çözüm süreci olmayacağı aşikârdır ancak daha kapsamlı ve bölgesel bir ele alışla silahlı mücadeleyi tasfiyeye girişecek bir politik hamle için şartlar zorlanmaya başlanmıştır. ABD’nin bölge politikasında daha aktif rol oynamasının önündeki en büyük engeller iç siyasette yaşanmaya devam ederken TC egemenleri istikrar arayışında hamleler yapmaya çalışmaktadır. Ancak gerek Kürt sorunu gerekse de ekonomik sorunlar istikrarın öyle kolay sağlanamayacağını göstermektedir.
Emevi Camii’nde namaz kılmanın yaratmış olduğu moral-motivasyonun dahi gölgeleyemediği büyük bir ekonomik krizle boğuşan halk şimdilik esas gündemden uzak tutulmaya çalışılsa da bunda pek başarılı olunmayacağı okunabilmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin “Colani’nin Kalın ve Fidan’ın aracına şoförlük yaptığı” görüntülerle şovenizm ve ulusal gurur kabartılırken ekonomik ve sosyal olarak kendi önünü, geleceğini görmeye ihtiyacı vardır. Yaşam standartlarının açlık sınırında belirlendiği asgari ücret tartışmaları, faşist politikaların gün geçtikçe büyüttüğü anti demokratik uygulamaların, grev yasaklarının vs. arttığı bir süreçte “dış siyaset” hamaseti ve “Kürt kazanımlarına yönelik saldırganlığın büyüttüğü şovenizmin etkisi göreceli olacaktır. Yine de klikler arası mücadelede muhalefetin yerel seçimlerle arkasına aldığı rüzgârın zayıflaması AKP-MHP blokunun elini güçlendirse de halkın yaşamı gün geçtikçe büyük bir girdaba doğru ilerlemektedir.
Emperyalistler arası her itilafın sonucu emekçilerin yaşamına doğrudan etki eden bir faktördür. Çelişkinin çözümü kendi içindedir. Değişimin öznesi işçi sınıfı ve ezilen halklardır. Politik hamlelerle düşmanlaştırılmaya çalışılan öznenin birliği ve mücadelesi emperyalist saldırganlığa barikat olacak yegâne güçtür. Bunu sağlayacak olan komünistlerin bilinçli müdahalesidir.