Suriye’de esas olarak HTŞ’nin ama onunla birlikte eski adıyla Özgür Suriye Ordusu olan Suriye Millî Ordusunun (SMO) gerçekleştirdiği “ilerleme” son dikkat çekici gelişme olarak yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Bu “ilerleme”nin arkasında kimlerin olduğu sorusu en önemli sorulardan biridir. Bu soruyu yanıtlamak için süreci özetlemek yerinde olacaktır.
İsrail, Filistin direnişini ezmek için 1 yılı aşkın bir süredir devam eden saldırılarında en son Suriye’de yoğunlaşmış ve buradaki İran Devrim Muhafızlarına ve Hizbullah’a yönelik nokta operasyonlar gerçekleştiriyordu. Lübnan’da Hizbullah’a yönelik saldırılarında esas olarak ilerleme kaydedemese de İsrail Suriye’deki Hizbullah güçlerinin oradan çekilmesini sağladı. Bugünkü yeni gelişmenin bu çekilmeden sonra, Lübnan ve İsrail arasında bir türlü hayata geçirilemeyen ateşkesten ve Netanyahu’nun Beşar Esad’a yönelik tehdidinden sonra gündeme gelmesi dikkat çekicidir ve tesadüf değildir. İsrail’in “direniş ekseni” denen yapıyı zayıflatmak ve bölgedeki gericiliğin varlığını garantileyen dengenin diğer unsurunu kendi lehine kırmak için geliştirdiği politikaların arkasında özel olarak ABD ve İngiltere bulunmaktadır. İsrail bugüne kadar kendi başına bir güç olmamıştır ve bugün de değildir. NATO korumasındaki İsrail’in saldırı politikalarının özel olarak ABD ve İngiltere merkezli olduğunu bilmek gerekir.
HTŞ ile birlikte hareket eden ve SMO denen gerici yapının NATO merkezli kurulduğu, TC’nin açıktan desteği ile donatıldığı hatırlanmalıdır. Bu “ordunun” görevi NATO’nun güney sınırlarını korumak (Türkiye-Suriye sınırı) olarak tanımlanmıştır. Bugün ise Halep’i ele geçiren, Hama’ya yönelen gücün parçası olarak Suriye’nin yeninden inşasında kullanılmaktadır.
İsrail, başta İran’ın, akabinde Hizbullah’ın etkisini kırmak amaçlı saldırdıktan sonra anti Siyonist bir konumlanış içerisinde olan Şam’ı da hedef almıştır. Ukrayna ile savaş halinde olmasından ötürü bölgedeki bu gelişmeye müdahale edemediği ileri sürülse de ve bu iddia görünüşte bir gerçeklik içerse de bu gelişmenin sonuçları bakımından Rusya’nın sürecin dışında kaldığı düşünülmemelidir. Daha yakın zamanda Suriye devleti tarafından “davet edilen silahlı güçlerin” dışında olanları işgalcilikle suçlayan Rusya’nın bu süreci “kendi akışına bırakacağı” beklentisi yanılgıdan ibarettir.
Siyonistlerin saldırısı, Rusya’nın politik çıkarları gereği kısmen göz yumması ve Hizbullah’ın güçlerinin Lübnan’a çekilmesiyle birlikte Suriye hükümeti önemli ölçüde zayıflamış ve askerî dağınıklığı, derinleşen ekonomik kriz ve siyasal kriz nedeniyle Suriye’nin birçok yerinde boşluklar oluşmuş durumdadır. Bu boşluklar ABD-AB emperyalistlerine ve faşist TC’ye Suriye’de yeni tahakküm olanakları sunmuştur. Egemenler bu olanakların değerlendirilmesi noktasında gecikmesizin harekete geçmişlerdir.
Son olarak 27 Kasım’da HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) başını çektiği Ensaru’l İslam, Felak u Şam, Ceş-ur Nasr gibi cihadçı çetelerin aralarında bulunduğu, Fethul Mubhin Operasyon Odasına bağlı gruplar TC’nin açıktan desteklediği, SMO adıyla anılan emperyalizmin uzantısı çetelerle birlikte “Saldırıları Önleme Operasyonu” adını verdikleri kapsamlı bir saldırıyla Halep’e ve şimdi de Hama’ya doğru ilerlemeye başladılar. Bu gruplar Halep’in yeniden kazanılacağını, yüz binlerce insanın tekrar evine döneceğini, devrimin yeniden ivme kazanacağını propaganda etmektedir. Suriye iç savaşından sonra İdlib’e sıkışan bu çetelerin Halep çıkarmasının Orta Doğu’daki gelişmelerden ve emperyalistlerin bölgedeki konumlanışlarından bağımsız olmadığını baştan ortaya koymak gerekir.
Orta Doğu’da sular durulmazken ABD seçimlerini Trump’ın kazanmasının ardından kartların yeniden karıldığı bir sürece girmiş bulunuyoruz. 27 Kasım saldırısının zamanlaması, planlı bir saldırı olduğunu gözler önüne seriyor. Bu saldırı koşulların Suriye hükümeti ve İran aleyhinde kritikleştiği bir süreçte gerçekleşmiştir. İsrail, Lübnan’a saldırılarını yoğunlaştırmış, Suriye’de İran bağlantılı hedeflere yönelmiş, desteklediği cihatçı çetelerin önünü açarak Lübnan ile imzaladığı ateşkes anlaşmasını da bölgesel çapta riyakarca çiğnemiştir. Bu süreçte Suriye’nin batısındaki TC destekli cihatçı çeteler, özellikle İdlib’dekiler Halep’i yeniden hedefe koymuştu, bununla ilgili hazırlıklar yapılıyordu. Suriye ordusu da kuzey hatlarına sevkiyatlar yaparak bu saldırıları boşa çıkarmaya çalışıyordu.
İsrail’in saldırılarıyla önemli ölçüde felce uğramış Suriye’nin NATO merkezli bu saldırıya engel olamayacağı açıktı. Dolayısıyla TC bağlantılı cihatçı çetelerin önü bir süredir tamamıyla açıktı. Öte yandan İsrail’in, Suriye’nin doğusundaki saldırıları bir güç boşluğuna yol açtığı için IŞİD’in yeniden palazlanmasına da zemin hazırlanmış oldu. Bununla birlikte İsrail, Lübnan-Suriye hattını bombalarken savaştan bitkin düşen Suriye ordusu ülke içinde güçlerini her yere yaymaya çalışsa da hemen hemen hiçbir yere yetişememiştir. İran ve Hizbullah da eskisi kadar varlık gösterememektedir. Bu minvalde saha koşulları HTŞ ve ortakları için el verişli bir hale gelmektedir.
Bu saldırıda cihatçı çeteler stratejik M5 ve M4 yollarını (bunlar Şam, Humus, Hama ve Halep’i birbirine bağlayan yollardır) ele geçirerek Suriye hükümetinin ikmal yollarını kesmiş oldular. Yine ilk günlerde cihatçı çetelerin kaynaklarına göre El-Zarb ve Han-el Asal (Halep’e 5 km mesafede yer alıyor) kasabalarının ele geçirildiği söylentiler arasındaydı. Bu kasabaların ele geçirilmesi ise Halep-Şam yolunun kesildiğine işaret ediyordu. İlkin 11 köy ve kasabanın Suriye ordusunun kontrolünden çıktığı öne sürülmüştü. Suriye hükümeti için stratejik önemdeki 46. Alay da ele geçirilen yerler arasındaydı. Olaylar çok hızlı ilerlediği için çeteler tarafından ele geçirilen yerlerin sayısının artış gösterdiğini belirtmek gerekir. Öte yandan cihatçı gruplar Halep’in kuzeyine doğru ilerledikçe Alevi ve Şii halk için büyük bir tehdit haline gelmektedir. Zira cihatçı gruplar Halep’in kuzeyinde yaşayan Alevi ve Şii halkı “sapkın ve mürted” ilan etmekte ve öldürülmelerini caiz görmektedirler. 2011’de aynı cihatçı grupların “Nusayriler mezara, Hristiyanlar Beyrut’a” sloganlarıyla tekbir getirdikleri hafızalardaki yerini korumaktadır. Aynı zamanda TC’nin, özellikle de hükümetin yandaşı burjuva-feodal medyanın “muhalifler” olarak tanımladığı HTŞ ve destekçilerinin IŞİD, Nusra ve El Kaide ile bağlantılı olduklarının altını çizmek gerekir. Sanal medyada yayılan görsellerde bu unsurların üniformalarında TC bayrağı ile IŞİD ambleminin yer alması, öldürülen çete üyelerinin üzerlerinden Türk lirası çıkması gibi bir dizi gelişme de TC’nin saldırıyı doğrudan organize ettiğini göstermektedir.
Bununla birlikte Orta Doğu’nun yeniden dizayn edilme sürecinde TC’nin bölgede özneleşme çabasının bir sonucu olarak bu saldırıyla ABD’ye vermek istediği mesajı doğru okumak gerekiyor. TC, Suriye hükümetini saldırılara açık hale getirerek onu “normalleşme”ye zorlarken normalleşmenin ötesine geçmek isteyeceği öngörülmelidir.
27 Kasım saldırısıyla birlikte TC, İran ve Rusya arasında imzalanan Astana Anlaşması da fiilen bozulmuş oldu. Astana Anlaşmasının kamuoyuna her ne kadar Suriye’deki gerilimi önlemek için imzalandığı duyurulsa da esasen Rus emperyalizminin tahakkümünü ve İran’ın bölgedeki varlığını garantiye almaktaydı. Anlaşma genel hatlarıyla bölgedeki silahlı güçler arasındaki çatışmayı önleme, güvenlik şeritlerini ihlal etmeme, IŞİD, El-Nusra ve El-Kaide gibi çetelere ve BMGK (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi) tarafından terör örgütü olarak kabul edilen tüm örgütlere karşı aktif mücadele etme ve çatışmasızlık ortamını koruma ekseninde maddelendirilmişti. Anlaşmaya dahil olan gerici devletlerin bölge halklarının güvenliğini hesaba kattığı koca bir yalandır. Rusya Dışişleri Bakanlığı ve Kremlin, yaz aylarından bu yana Ukrayna’ya bağlı askerî uzmanların İdlib’deki cihatçı çetelere SİHA eğitimi verdiğini belirtiyordu. Buna bağlı olarak Kremlin, 27 Kasım saldırısını ABD, TC ve Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ikinci bir cephe hamlesi olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda Rus savaş uçakları da Suriye ordusuyla birlikte çetelere kısmen de olsa karşı saldırılarla cevap verebilmektedir. Ne var ki Suriye ordusuna bağlı güçler çetelerin ilerleme kaydettiği yerlerde bulundukları mevzileri terk etmektedir ve tutarlı bir karşı koyuş içerisinde olmadıkları ortadadır.
Mevcut gelişmelerde HTŞ ve ortaklarının sahaya sürülmesi ve TC’nin bu grupları açıktan desteklemesi TC-İran ilişkilerinde gerilim yaratacaktır. Nitekim İran Dışişleri Sözcüsü İsmail Bekai, Suriye’nin güvenliğini baltalamak için ABD-İsrail ortak planının devreye sokulduğunu ifade etti. Bekai, saldırıya uğrayan bölgelerin Astana Anlaşmaları kapsamında “gerilimi düşürme bölgeleri” olduğunu hatırlattı ve son olarak saldırıların Astana Anlaşmasını ihlal ettiğini, Astana kazanımlarının tehlikede olduğunu belirtti. Öte yandan TC’nin Soçi ve Moskova mutabakatlarında verdiği stratejik otoyolların açılması, bu otoyolların etrafındaki cihatçı çetelerin çekilmesi, güvenli-tampon bölge oluşturulması ve buradaki cihatçı çetelerin yok edilmesi gibi sözler vardı ancak bu sözlerin hiçbirini yerine getirmedi.
Gelelim ABD’nin izlediği politikalara. HTŞ BM’nin ve TC’nin de terör listesinde yer almaktadır. Buna rağmen HTŞ’nin Halep çıkarmasına ABD’nin karşı koymaması anlaşılmaz değildir. Suriye’de HTŞ’nin saldırıları ABD tarafından esas olarak görmezden gelinmekte hatta İsrail ve TC aracılığıyla desteklenmektedir. Dolayısıyla bu durum bölgesel çapta Siyonist saldırganlığın elini güçlendirmektedir. Çatışmalar Halep ve Tel Rıfat bölgelerinde yoğunlaşırken SDG (Suriye Demokratik Güçleri), güçlerinin bir kısmını Halep’te bulunan, YPG’nin etkin olduğu Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerine sevk etmişti. Bu mahalleler Kürtlerin ağırlıklı yaşadığı mahallelerdir ve iç savaş yılları boyunca egemenlerin tüm saldırılarına karşı ayakta durabilmesi bu mahalleleri önemli odaklar haline getirmiştir.
27 Kasım’da başlayan saldırının açıktan İran-Suriye koalisyonunu hedef alarak ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail’in bölgesel dizayndaki konumlanışlarını güçlendirmeye hizmet ettiği açıktır. Çok bilinmeyenli denklemler, ABD’nin Rojava siyasetinde şimdiden iki taraflı çalkantılara kapı aralamıştır.
TC destekli cihatçı çeteler Rojava’nın hedefte olduğunu açıkça ifade etmekteler. Cihatçı çetelerin önünü açan ABD ile Suriye Demokratik Güçleri arasında gerilimler yaşanması olasılık dahilinde. TC, uzunca bir süredir Rojava’yı işgal etmek için fırsat kollamaktaydı ve çetelerin eğilimi de bu yöndedir. Bu saldırı aynı zamanda SDG’nin Suriye hükümetine bağlı güçlere fiilen destek olmasına vesile olmuştur. Bununla birlikte SDG 1 Aralık’ta seferberlik çağrısı yaparak tüm halka cihatçı çeteleri püskürtmek için savaşa katılma çağrısında bulundu. Gelişmelerin ne yöne evrileceğine dair henüz net bir şey söylemek mümkün değilse de önümüzdeki süreçte çatışmaların kızışacağını ön görmek mümkün.