[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Onur Yürüyüşü 52. yılında bu haziran ayı içerisinde gerçekleştirilecek. 28 Haziran 1969 yılında ABD’de Stonewall Inn isimli bir barda LGBTİ+’lara yönelik polis şiddeti yoğun tepkilere neden olmuş ve sokaklarda protestolara dönüşmüştü. Bu protestolarda çok sayıda kişi gözaltına alınmış ve yaralanmıştı. Ardından 28 Haziran’ın yıl dönümünde ileride Onur Yürüyüşü adını alacak yürüyüşler örgütlenmeye başlandı. Türkiye’de ise ilk kez 1993 yılında “Cinsel Özgürlük Haftası” adı altında yapılmak istenen eylem ve etkinlikler valilik tarafından yasaklandı. Ardından on yıl süren kapalı alan etkinlikleri gerçekleştiren LGBTİ+ toplulukları 2003 yılında örgütlü bir biçimde sokağa çıkarak mücadele birikimlerini taçlandırdılar. 2003 yılında 20 kişiyle Taksim’de düzenlenen basın açıklaması sonraki yıllarda kitleselleşerek devam etti. Bu birikime ulaşana dek LGBTİ+’lar Türkiye içinde birçok saldırıya maruz kaldılar. ‘80 AFC’sinin ardından “görünür” olan LGBTİ+’lara yönelik yok etme saldırısı da görünürlüğü tahammülsüzlük gösterileri eşliğinde şiddetlendi ve yüzlerce kişi uzun süren gözaltılarda saç kesme, dayak, sürgün, taciz ve tecavüz işkencelerine maruz kaldı.
Burjuva-feodal medya bu süreçte üstüne düşen görevi omuzlayarak bu işkenceleri zafer gibi sunmaktan ve nefreti körüklemekten geri durmadı. O dönemleri anlatan aktivistler “Yaşamak için mücadele veriyorduk.” diyorlar. Bu saldırılara karşı örgütsüz gelişen direnişlerin zaman içinde bir örgütlülüğe doğru evrim geçirdiği görülüyor. ‘80 AFC’sini takip eden süreçte de aynı saldırılar devam etti. Ülker sokakta devlet şiddetiyle, Esat ve Eryaman’da trans kadınlara yönelik saldırılarla toplumun dışına itilmeye çalışılan LGBTİ+’lara “alanlarını terk etmeleri” dayatıldı. LGBTİ+’lar içinde translar diğerlerinden görece ayrıştırılıp “öcü”leştirilerek devletin özel olarak yöneldiği bir cinsiyet kimliği oldu. Trans kadın kimliği “erkekliğin”, yani egemen olan cinsiyetin açıktan reddi olduğu için ve bu da erkek egemen devletin var oluş zeminine bir saldırı olarak değerlendirildiğinden her türden sindirme ve bastırma araçlarıyla cezalandırıldı. Bu nedenle trans kadınlar toplumun “göremeyeceği” yerlere sürülmüş, katledilmiş ve toplumun ücra alanlarına hapsedilmiştir. Burada da özel olarak sınıf karakteri burjuva olan ve kendilerini çoğunlukla şarlatanlıkla kabul ettirebilen translar devlet tarafından ikiyüzlüce sahiplenilirken proleter, küçük burjuva olanlar yoğun biçimde ezilmişlerdir. 2000’lere geldiğimizde yükselen bir kimlik siyaseti ve bunun içinde de LGBTİ+ hareketini görüyoruz.
Hareket bu süreçte talep ve eylem çizgisinde genişlemeye gitmiştir. Bu süreçte “toplumsal cinsiyet, toplumsal üretim, toplumsal eğitimde ayrımcılığa son verilmesi” talebinden nefret suçları kapsamına “cinsiyet kimliğini aşağılama” ibaresinin de girmesine kadar birçok konuda mücadele dinamikleri çeşitlenmiş ve gelişmiştir. İŞKUR önünde “istihdamda ve işe alımlarda ayrımcılığa son verilmesi” talebiyle eylemler örgütlenmiştir. Gezi İsyanıyla beraber devletle olan çatışmalı halin geniş kitlelere ulaşmasıyla “derdinin karşılık bulacağı” ve “derdini anlatabileceği” bir ortam oluşmuştur. Gezi’den sonraki iki yıl boyunca Onur Yürüyüşleri yüz bin kişiyi bulan katılımlarla coşkuyla gerçekleştiriliyordu. 2015 yılında Türkiye LGBTİ+ hareketi yoğun bir devlet baskısı girdabına girmeye başladı ve OHAL ile bu baskılar boyutlanarak devam etti. Örneğin 2017 yılında Ankara Valiliği tarafından OHAL Kanununa dayanarak süresiz vurgusuyla “LGBTİ+ etkinliklerine yasak” konuldu. Neredeyse iki yıl süren bu yasak ancak mahkeme kararıyla kaldırıldı. Üniversitelerde, meydanlarda gerçekleştirilen eylemlerde yüzlerce kişi bu süreçte polis şiddetine maruz kaldı, gözaltına alındı. Ülkemizin yarı feodal yapısı bu saldırıların büyümesindeki en önemli faktördür. Nefret politikalarının halk kitlelerinde karşılık bulmasını buradan okuyabiliriz. LGBTİ+ olmanın “kutsal aileyi” bozacağı korkusu devletin sistematik saldırılarının dayanağı olmuştur. Öyle ki İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı dahi buna bağlanmıştır. Bir kimliğe yönelik örgütlü saldırılarda toplumun diğer kesimlerini buna ikna etmek gerekmektedir ve bu ikna yöntemi aile yapısının bozulduğu ve “ahlaksızlık” olduğu ekseninde şekillenmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “LGBT, yok öyle bir şey” derken insan ırkında olmayan bir türden bahsediyormuş gibi onu yok saymaktadır. Yok sayılan LGBTİ+’ların mücadeleleri her alanda varlık mücadelesine dönüşüyor. Aile içinde, eğitimde ve iş yerinde kabul görmek için göze alınan sonuçlardan en ağırı dışlanmadır ve bu, “toplum içinde yok sayılmak” problemine denk gelen bir sorundur! Aile dışına atılma, maddi desteğin kesilmesi, şiddet ve katledilme, eğitim hayatının bitmesi, işsizlik, evsizlik gibi birçok sonuçla baş etmek zorunda kalınıyor. Bu gibi durumlarda da birbirine ulaşabilenler dayanışmayla yaşamlarını idame etmeye çalışıyorlar. Kendini gizlemeyi, topluma açılmamayı tercih eden ya da buna mecbur kalan LGBTİ+’lar ise kendilerine ait olmayan bir yaşama mahkûm oluyorlar. 2015 yılı LGBTİ+ hareketi için dönüm noktalarından biri oldu. Devlet şiddeti çoğu toplumsal kesim için normal, olağan bir hale geldi. LGBTİ+’lar da bu şiddetle ilk defa karşılaşmıyordu. Fakat bu şiddete direnmenin ötesinde nasıl bir araç geliştirilebileceği konusunda çoğu kesim gibi LGBTİ+’lar da bir savrulmanın içine girdi. Bu savrulma dış etmen haricinde içerdeki eksikliklerden de kaynaklanmaktadır. Örgütsel zayıflık saldırılara karşı geliştirilecek hareketi etkiledi. Bu durumu tek başına LGBTİ+ hareketinin örgütsüzlüğü olarak tariflemek de yanlış olacaktır.
Devrimci hareketin LGBTİ+ hareketiyle kurduğu bağın zayıflığı, cinsiyet kimliklerine dair perspektifin yetersizliği de topyekûn saldırılara karşı örgütlü bir duruş koyamamaya neden olmuştur. Bir yandan LGBTİ+ hareketine yedeklenme diğer yandan LGBTİ+ olmayı “emperyalizmin oyunu”, “hastalık” olarak nitelendirme, hareketin devrimci örgütlere bakışını değiştirmiştir. Türkiye Devrimci Hareketi sağ ve sol savrulmalarla kimlik siyasetini devrim mücadelesinde bir yere oturtamamıştır. Devrimci örgütler içinde de kendini var etme sorunu yaşayan LGBTİ+’lar son dönemlerde propagandası daha güçlü yapılan “örgütsüzlüğe” doğru yönelmişlerdir. Örgütsüzlük yalnızca LGBTİ+’lara has bir durum değildir. En örgütlü toplumsal kesimler içinde bile bu dalga yayılmaktadır. LGBTİ+’lar da bundan bağımsız değildir; çünkü o da toplumsal mücadeleye içkindir, onun bir parçasıdır. Devrimci hareketin gelişimi içinde LGBTİ+’ların kurtuluş mücadelesi de büyüyecek ve toplumsallaşacaktır. Devrim hareketi onun özgürleşmesi için de geçerli tek yoldur…