Mısır’la diplomatik ilişkilere en üst düzeyde değil de “şöyle bir tık altında” start verilmesi, ekonomi-hukuk-insan hakları içerikli reform paketleri, AB ile ilişkileri güçlendirmeye yönelik taahhütler ve “acemi, toy” Macron’un kapısının çalınması, Irak Kürdistan’ı ve Suriye Kürdistan’ına yönelik “bir gece ansızın gelebiliriz” söyleminin askıya alınması, İsrail ile ilişkileri pekiştirme arayışı, Körfez ülkeleri ile sorunların çözüme kavuşturulma girişimleri ve hâlâ Biden’dan beklenen telefonun gelmemesi ve daha bir dizi gelişme tesadüflerle açıklanamaz. Her bir gelişmenin diğeriyle sıkı bir ilişkisi ve tabii ki “Biden” etkisi olarak görülmelidir.
ABD emperyalizmine siyasi ve ekonomik olarak bağımlı olan Türk egemen sınıfları, bu ülkedeki en küçük siyasal gelişme ve yeni siyasi dengelerde kendini mutlaka gözden geçirme, testlere tabi tutma ihtiyacı duymaktadır. Joe Biden ile özellikle Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Akdeniz’de ve Doğu Avrupa’da Obama döneminin siyasetine dönüş sinyalleri geldikçe Türk hâkim sınıflarının, Trump dönemi boyunca “iplerindeki” gevşemenin sona ereceği yaklaşımı hâkim olmaya başlamaktadır. Özellikle AB-ABD ilişkilerindeki gerginliğin bir nebze olsun azalacağı ve ABD’nin bu ittifakı pekiştirmeye yönelik eğilimi, Rusya ile Ortadoğu ve Akdeniz başta olmak üzere birçok alanda gerginliğin tırmanma emareleri göstermesi, faşist diktatörlük ve egemen kliğin partisi AKP için 5 yıldır çatlaklardan faydalanan ve emperyalistlerin çizgilerini son sınırına kadar zorlayan yöneliminde de yeni bir denge oluşmasını getirecektir. Emperyalistler arasındaki çelişki ve ilişkilerde verili durum onların belirlediği sınırların geniş olmayacağının işaretlerini vermektedir.
Obama döneminde İsrail’i de içine alan “Sünni hizalanma” ve bölgenin bu eksene dayanarak biçimlendirilmesi süreci, Trump döneminde ciddi bir gevşekliğe ve bölge devletleri arasında çelişki ve çatışmaların artması ile bir krize dönüşmüştür. TC devleti bu süreç boyunca tüm bölgede zayıflayan politik ve ideolojik etkisini arttırmak için yoğun bir askeri güç kullanımına baş vurmuştur. Bu eksende Suriye’nin; özel olarak da Suriye Kürdistanı’nın bir bölümünü işgal etmiş, Libya’da askeri etkinlik oluşturmuş, Akdeniz’de yine bu gücünü bir tehdit unsuru olarak ortaya koymuştur. Bu gelişmeler emperyalistlerin izin verdiği ancak son sınırlarına kadar zorlamayı içeren niteliktedir. Emperyalistlere rağmen, onları karşısına alarak yürütülen bir yönelim değildir. Bu gelişmelerin her biri, faşist diktatörlüğü çok geniş alanda çok çeşitli güçlerle karşı karşıya getirmiş, çelişkileri derinleştirmiş, yeni politik sorunların oluşmasına neden olmuş ve en önemlisi de Ortadoğu’da süreç boyunca elde ettiği tüm askeri-politik düzeyde taktik kazanımlarının ekonomi-politiğinin inşa edilme temeli olmadığı için, bunları sürdürmesi için büyük emperyalist gücün “ajandası”na daha fazla bağlanmaya kendini mahkûm kılmıştır.
Kuşkusuz faşist diktatörlüğün emperyalistlerin sınırlarını zorlamasının faturası kesilecektir. Zora sokulan her yönelimin, geciken her planlamanın, “büyük resmi” gözetmeden atılan her adımın ve bunun yarattığı çelişkilerin faturası emperyalistler cephesinde verilen rolün küçülmesi anlamına geldiği açıktır. Obama döneminde TC’ye biçilen “rol model ülke” politikasının terk edildiği açıktır. Ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler ve çelişkilerde artık bu modele ihtiyaç kalmadığını göstermektedir. Ancak Ortadoğu’da İran ve Rusya’yı zayıflatma ve kuşatmaya dair konumlanışın ABD tarafından Türk devletinden daha güçlü bekleneceği açıktır. Zaten krizli bir yapıda ilerleyen dış politikanın, birikmiş sorun ve çelişkilerle daha da güçlü bir kriz zemininde olması durumu söz konusudur. ABD’nin dostu bölge devletleriyle ciddi sorunlar söz konusudur. Kürt sorunu iç ve dış politikada saldırganlık ve savaş yönelimiyle büyük yarılmalar ve çelişkiler biriktirmiş ve TC için tüm avantajlara rağmen istediği aşamaya ulaşmamıştır. Bu TC için bölgede bir bütün olarak tüm askeri güç gösterisi ve hamlelerine rağmen politik güç kazanma sorunu olarak tanımlanmalıdır.
Bu kriz, Türk hâkim sınıflarının uç veren çelişkileri törpüleme girişimine dönüşmüş gözükmektedir. Ancak faşizm için kriz tek katmanlı ve tek yönlü değildir. Bu krizlerden en önemlisi egemen sınıfların politik krizidir. Politik kriz “varoluşsal” bir denklem oluşturularak yönetilmekte ve bu “varoluşsal” mesele egemen sınıflar arasındaki mücadeleyi de derinleştirmektedir. Emperyalizm çağının “soysuzlaşma ve genel krizinin” en süreğen biçimde yansıması yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler için geçerlidir. Faşist diktatörlükte bu “genel kriz ve soysuzlaşma” döneminde ekonomi üzerindeki politik etkisini ve yoğunlaşmasını yalın kat hayata geçirir. Son 7 yıllık süreç boyunca bölgesel kriz içinde siyasal dengeler ve sınırlardaki değişme eğilimi, “varoluşsal” kaygı ve toplumsal dinamiklerin hareketi faşist diktatörlüğü yoğunlaşmış bir siyasal krize ve ağır bir baskı mekanizmasına yönlendirmiştir. Bu kriz derinleşmiş, çözüm üretme kabiliyeti sınıf savaşımında ezilenleri hareketsiz kılmasına rağmen yeterli olmamıştır. Bu kriz egemen sınıf klikleri arasında çelişkileri derinleştirmiş, şiddetli biçimlere büründürmüş, politik güç dengelerinin değişme mücadelesine olabildiğince ivmelendirmiştir. Bu aralıksız ve şiddetli biçimlerde sürmektedir. Bu sürece emperyalizmin yeni ekonomik krizi ve tüm toplumsal yaşamı etkileyen salgın krizinin de eklenmesi, politik yoğunlaşmayı ve saldırıyı tırmandırmıştır. Gelinen noktada AKP-MHP egemen faşist klikler ittifakının “yeni anayasa” arayışı, ittifak politikasına yönelik şoven kuşatması ve CHP-İYİP’in düne göre bu saldırıları daha etkin bir politikayla karşılaması, ekonomik kriz ve salgından dolayı oluşan krizin tüm sonuçlarıyla ortaya çıkmasının yarattığı zeminle birlikte klikler arasındaki güç dengelerinde bir oynamaya, değişim eğilimine işaret etmektedir. Bu durumun egemenler arasındaki ittifakları, ilişkileri, birleşme ve ayrışmaları ve güç dengelerinin değişim mücadelesini körükleyecektir.
Faşist AKP-MHP ittifakı batık bir ekonomi, “normalleşmeyi” kaldırmayan politik krizi ile normalleşme arayışı içine girmektedir. Şu aşamada son 6 yıldır başardığı ezilenlerin mücadelesini baskılamada da sorun yaşamaktadırlar. Diz çökertilemeyen Kürt ulusal mücadelesi hem iç hem de dış politikada esaslı bir sorun olarak durmaktadır. Ekonomiyi yönetmede çaresiz bir tablo ve emperyalist tekellere daha güçlü bir muhtaçlık ile işçi sınıfı ve emekçilere sürekli fatura edilen bir durum söz konusudur.
İşçi sınıfı, emekçiler, öğrenciler, kadınlar düne göre mücadeleye daha fazla katılım göstermektedirler. Biriken öfke ve tepki, egemenlerin politik yoğunlaşmasına ve saldırılarına odaklanmaktadır. Kitle hareketleri parçalı, dağınık, kendiliğinden ve örgütlü olmayan yapısıyla daha fazla görünür olmaktadır. Biriken öfkenin ve tepkinin yön bulamaması sorunu esaslı bir sorundur. Ancak tüm toplumsal güçlerin mücadele ruhunu ve cesaretini tetikleyen, yeni biçimlerle ve yepyeni kesimlerle mücadeleye atıldıkları görülmektedir. Bu durum devrimcilerin ve özellikle de komünistlerin mücadeleci ruhunu ve cesaretini yükseltmekle kalmamalı, örgütlenme kararlılığını, dağınık olanı birleştirme azmini, sınıf mücadelesinin dinamiklerine yaslanarak çelişkileri çözme kabiliyetini ve hiç kuşkusuz iktidar perspektifli konumlanışını sağlamlaştırmalıdır.