Kanal İstanbul; Marmara Deniz’i ve Karadeniz’i birbirine bağlaması üzerine tasarlanan su yolu projesi olarak çok da uzak olmayan bir zamanda Türkiye, özelde İstanbul gündemine girdi. Sistem partileri bu proje kapsamında halk kitlelerini etkilemek ve rant devşirebilmek için aralarındaki hırlaşmaya son surat devam edegeliyorlar. Bir yanda Erdoğan’ın “Hayalim” narası yükselirken diğer yanda “Cinayet-katliam” yanıtları geliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni CHP’nin almasıyla iktidarın rant alanlarının daralması ve İBB’yi aşarak İstanbul üzerindeki ranta ortak olma çabaları, İBB’nin ise rant alanını paylaşmaya yanaşmaması, ekoloji, İstanbul’da yaşayanlar için felaket söylemleri geliştirmesi, hâkim klik dalaşının bir perdesini de Kanal İstanbul üzerinden gün yüzüne çıkartıyor. Sistem partilerinin Türkiye tarihi boyunca bir avuç kan emicinin çıkarları ekseninde yürüttükleri politikalardan biri daha karşımıza çıkartılıyor.
Kanal İstanbul, inşaat sanayisinin güçlenmesi, yurt dışından sermaye akışının sağlanması ve tabii ki “soylulaştırma” projesi olarak halkın huzurunda yer ediyor. Ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik açmazın da bu vesile ile biraz daha ötelenmeye çalışıldığı sonucu elbette aşikârdır. Türkiye ekonomisinin motor güçleri kabul edilebilecek inşaat ve tekstil iş kollarının uzunca bir süredir durağan olan seyri, Kanal İstanbul vesilesiyle iktidar tarafından güçlendirilerek kendi havuzuna akan meblağında tekrar toparlanması sağlanmaya çalışılacaktır.
Büyük bir ekolojik yıkıma da sebep olacaktır bu proje. Zaten İstanbul’da az olan tarım ve orman alanlarının yok edilmesi, deprem ve tsunami olasılığının, tuzluluk nedeniyle Karadeniz’den Marmara’ya doğru saatte 8 kilometreden daha büyük bir hızla akacak yeni satıh akıntısının gerek Marmara ve gerekse Batı Karadeniz’de yaratacağı hidrografik etkiler ile ekosistem dengesi üzerindeki olumsuz etkileri, radyoaktif serpinti olasılığı, Marmara Deniz suyunun küresel ısınmanın da etkisiyle 1,65 metre yükselebilecek olması, arkeolojik veya tarihi alanların yok edilmesi, milyonlarca hayvanın katledilmesi vb. gibi birçok sorununda Kanal İstanbul ile birlikte anılıyor olması elbette pek iç açıcı değildir.
“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” (Karl Marks)
Ekoloji sorunu tam da Kanal İstanbul’un gösterdiği gibi esasta kapitalizmin doğayı talan ederek sermayesini geliştirmesi sorunu olarak ele alınmalıdır. Çok iyi görünüyor ki tek başına ekolojik bir sorun değildir. Kanal İstanbul arazi fiyatlarının yükselmesinden ve özellikle yabancı sermayenin emlak alanındaki “Yatırımları”ndan doğan tartışmaların çok öncesine dayanması, kanal bölgesine kayması, inşaat sektörünün canlandırılması ve “İşsizliğin azaltılması”, ekonominin bir süre daha sürdürülebilirliğinin sağlanması ve ekolojik yıkım iç içe geçmektedir. Hâliyle görülmektedir ki, ekoloji için mücadele, feodalizm-kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele ile iç içe geçmiştir. Emperyalistler rant alanları daraldığında, sermayelerini daha da büyütebilmek için diğer emperyalist kliklerle dalaşa durur ve kaçınılmaz son olarak çatışma gerçekliği ortaya çıkar. Devamı, rant alanı olarak çöreklenilmeye çalışılan ülkede toplumsal, ekolojik, ekonomik, kültürel vs. bir yıkım meydana getirilir. Savaş seçeneği arka planda kaldığında ise yer altı ve yer üstü kaynakları zaten hâkim emperyalist klik tarafından hunharca kullanılıyor demektir.
Kanal İstanbul’la karşımıza çıkan ise Türkiye halkının sırtına yüklenecek yeni yüklerdir. Tıpkı yapılan köprülerin emperyalist tekellere peşkeş çekilmesinde olduğu gibi. Araç geçişlerinden hedeflenen meblağ sağlanamadığı taktirde bu meblağın garantörü olarak devletin kalan kısmını sağlaması şeklindeki örneklerle görülmektedir. Kanal İstanbul da aynı motivasyonla sömürü ve rant alanlarını emperyalist şirketlere pazarlamak ve pay almak üzerine kurulmuştur.
“SOYSUZLARIN SOYLULAŞTIRILMASI”
Kanal İstanbul projesi aynı zamanda bir kentsel ya da başka bir ifade ile rantsal dönüşüm projesi olarak değerlendirilmelidir. Sorunu yazımızın şimdiye kadarki kısmında ne kadar rant ve ekoloji eksenli değerlendirsek de önemli yanını da proje alanı üzerinde yaşamlarını ikame eden halk oluşturuyor. Kanal güzergahı incelendiğinde görülebilecektir ki, güzergah üzerinde çoğunlukla emekçi halk barınmaktadır. Haliyle halkın boğaz manzaralı evlerinin olabileceği kanal projesi kapsamında ne iktidar ne de “muhalefet” tarafından düşünülmemiştir-düşünülmeyecektir. Şimdiye kadar ki dönüşüm vakalarında görüldüğü üzere yerlerinden yurtlarından edilen insanlar daha fazla borçlandırılarak bölge dışına sürüleceklerdir. Yerlerini ise burjuva unsurların alacağı açıktır. Bu dönüşüm biçimine ise “soylulaştırma” adı verilmektedir. Literatüre, neo-liberalizm ile birlikte girmiştir. Şehir merkezlerinden yoksul halk çıkartılarak yerlerine burjuvazi yerleştirilecektir. Kanal güzergahı üzerinde henüz imarı olmayan, suyun, elektriğin çok kısa bir süre önce geldiği gecekondu mahalleleri bulunmaktadır. Bu proje ile halkın emeği alınteri gasp edileceği gibi, açık bir biçimde ifade edilmese de “soylulaştırma” biçimindeki yaklaşımla da aşağılanmaktadırlar.
Eğitim ve sosyal yaşam alanlarının kısıtlılığı, kanal güzergahı üzerindeki yaşayan halkın süreçte ilişkisi de zayıf kalmıştır. Kanal projesine ilişkin tepkiler daha “elit” alanlara sıkıştırılarak sürdürülmektedir. Sorunla karşı karşıya kalacak halk kitleleri ile bağlarımızı güçlendirmeli, onları bu mücadelenin bir parçası yapmalıyız. Bu rant projesinin politik muhtevasına ilişkin çalışmalar yapılmalı, sorunun rant alanlarını paylaşmak istemeyen CHP kliği ekseninde İBB üzerinden sloganlaştırılarak tartışılmasına izin vermemeliyiz.
Önceki yıllarda kanal güzergahı üzerindeki bölgelerde “kaçak” denilerek yıkımlar gerçekleştirilmek istenilmesine rağmen halkın örgütlü duruşu bu saldırıyı püskürtmüştür. Esas karşı koyuşu ortaya koyacak olanda yine aynı halk olacaktır. Direniş ortaya çıkınca direnişte olmak, katkı sunmak, önderlik etmeye çalışmak önemlidir. Zira, henüz kanal güzergahı üzerinde yaşayan halka karşı proje ekseninde bir saldırı gerçekleşmemişken ve güzergah bir direniş sahasına dönüşmemişken o alanda olmak kitleleri bilinçlendirerek saldırıyı birlikte karşılamak daha önemlidir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 23 Ocak 2020 tarihli 53. sayısından alınmıştır.