6 Şubat’ta Maraş merkezli meydana gelen depremlerde hem depremzede olup hem de Elbistan, Pazarcık ve Çelikhan’da arama kurtarma çalışmalarına gönüllü olarak katılan inşaat işçileri ve öğrencilerle söyleşi gerçekleştirdik. Arama kurtarma çalışmalarında gönüllü olarak çalışan işçiler ve öğrenciler bulundukları bölgelerde genel duruma dair izlenimlerini bizimle paylaştı.
Elbistan, Pazarcık ve Çelikhan’da gönüllü olarak çalışan işçi ve öğrencilere deprem bölgelerindeki genel duruma dair izlenimlerini, devletin dayanışma içinde olanlara karşı uyguladıkları engellemeleri sorduk.
“YAĞMACI YAFTASI İLE KARŞI KARŞIYA KALDIK”
Maraş’tan bir inşaat işçisi: Biz depremin 3. günü Maraş Onikişubat ilçesinden Elbistan’a geçmeye çalıştık ama araç bulamadığımız için gidemedik ve çalışmalarımıza Onikişubat ilçesinde devam ettik. Bizim bulunduğumuz bölgede AFAD gibi kurumlar olsa da gerek teçhizat gerek personelin profesyonel olmaması gibi eksiklikler vardı. Biz inşaat işçileri olarak tecrübelerimize dayanarak arama-kurtarma çalışmalarına dahil olmak istedik ama her seferinde devlet bizi engellemeye çalıştı. Üzerimizde baskı kurarak engel olmaya çalışan devlet yetkililerine karşı direndik ve ancak direnişimizdeki ısrar sonucu çalışmalara başlayabildik. Ek olarak da Maraş’ın çarşı bölgesinde hiçbir çalışma olmadığı bilgisini aldık. Biz Maraş’taydık fakat Hatay ve çevresinde de aktif çalışan arkadaşlarımız vardı. Koordine bir şekilde çalışıyorduk. Birçok arkadaşımız “yağmacı” yaftası ile karşı karşıya kaldı ve bölgedeki çalışmalarımız sekteye uğradı. Ben de bizzat Maraş’ta AFAD gibi devlet kurumlarının beceriksizliklerini yüzlerine söylediğim için “yağmacı” yaftası yedim ve bölgeden ayrılmak zorunda kaldım. Çalışmalarımıza diğer deprem bölgelerinde devam etmek zorunda kaldık. Son olarak şunu belirtmek istiyorum: eğer ilk günden beri çalışmalara katılmak isteyen inşaat işçilerinin ve madenci arkadaşlarımızın önü kesilmeseydi daha çok can kurtarabilirdik. Çünkü işin içinde olan bizleriz; bina yapısından tutun da hangi demirin kesileceğine, hilti, demir makası gibi ekipmanların doğru kullanımına kadar her konuda tecrübeli ve bilgiliyiz. Sadece bir örnek vermek istiyorum. Biz Maraş’ta iken 5 kişiden oluşan başka bir inşaat ustasıyla ekibi gelmişti. Biz de onlarla birleştik ve inşaat işçileri olarak toplamda 7 kişilik bir ekip oluşturduk. Bu sayımızla bile enkaz üzerinde AFAD personellerinden çok daha fazla yol kat ettik. İşin diğer şaşırtıcı tarafı ise bulunduğumuz bölgede bazı yapılara normalde imar izni verilmemesine rağmen kat sayısının fazla olduğunu gördük. Bunun yanı sıra deniz kumu ve dayanıksız, kalitesiz beton kullanımı da göze çarpıyordu.
“ENKAZ ALTINDAKİ DE BENİM HALKIMDI, ENKAZI KALDIRMAYA ÇALIŞAN DA!”
Amed’ten bir genç: Öncelikle hepimize geçmiş olsun. Depremi yaşayan biri olarak bu korkunun ve telaşın üzerimizde nasıl bir etki yarattığını tarif etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bölgede depremi yaşayanlar olarak hepimiz dayanışma içerisinde olmak istedik. Bu hisler ve yardımlaşma isteği depremi yaşamış olan benim gibi birçok insanda var. Depremden ciddi anlamda etkilenen insanların yardıma ve dayanışmaya ihtiyacı olduğunu düşünerek hasar gören başka illerimizde de bulunmak istedim. Sonra depremin ikinci günü Amed’ten arkadaşlarımızla Adıyaman’a gitmeye karar verdik. Adıyaman halkıyla dayanışmaya gitmek benim için çok kıymetli bir şeydi ancak devletin zaten bizden önce orada olduğunu ve gerekli yardımı halka sağlayacağını düşünüyordum. Adıyaman’da inanılmaz bir trafik ve insan yoğunluğu vardı ama hepsinin bizim gibi yardıma gelen gençler olduğunu fark ettim. Bu gençlerin çoğu bizim gibi Van, Diyarbakır ve Batman’dan gönüllü olarak bölgeye gelmişti. Enkaz altındaki de benim halkımdı, enkazı kaldırmaya çalışan da! Mahalle aralarında yıkılan evler, kimsenin uğramadığı enkazlar vardı, durum çok kötüydü. Yanımızda depremden etkilenen halk için getirdiğimiz bazı ihtiyaçlar için malzemeler vardı ve malzemeleri bırakmak için organize sanayi bölgesindeki depoya gittik. Gece saat 1 olmasına rağmen biz ve bizim gibi gönüllü olarak gelen arkadaşların yardımıyla gelen yardım tırlarını boşalttık. Sabah depoya gelen araçlara köylere dağıtılması için malzemeler verdik. Yakın civarda ihtiyacı olan insanlar ise depoya gelip ihtiyaçları doğrultusunda malzemeler alıyordu. Bu dayanışmayı yine depremden etkilenen halkımızın sağlamış olması acı ama umutlu bir durumdu. Gün içinde cemevine gittik. Yine orda da dışarıdan gelen gönüllü arkadaşlar vardı. Halka halk yardım ediyordu; halktan başka kimse yoktu, devlet yoktu! Halk vardı, halkın dayanışması vardı, halkın merhameti, vicdanı, insanlığı ordaydı. Halktan gelen yardımı alıyor, onları toparlayıp düzenliyor ve tekrar halka dağıtıyorduk. Durum en basit haliyle, yaralı bir haldeyken bir başkasının yarasını sarmaktan ibaretti. Bizim adımıza her ne kadar gurur verici olsa da bu kadar enkaza ve ölüme sebep olan devletin deprem bölgesinde olmaması, kendini gösterdiğinde ise halkın dayanışma ortamını dağıtmaya çalışması gerçeğiyle karşı karşıyayız.
“HALKIMIZLA BİRLİKTE BU KATLİAMIN HESABINI SORACAĞIZ”
Amed’ten bir inşaat işçisi: Depreme evde yakalandık. Daha sonra bizim evin civarında bir şey olmadığını görünce direk Bağlar’a yöneldik çünkü Bağlar’ın büyük bir kısmının yıkılmış olduğunu düşünmüştük. Bağlar’da yıkımın boyutu büyük değildi, sadece birkaç bina yıkılmıştı. Yıkılan binalardan ilk yetiştiğimiz binaya müdahale edelim dedik. Bina Barış Düğün Salonu civarında yer alıyordu. Oraya vardığımızda bayağı bir insan gelmişti ama AFAD ekiplerinden sadece 2-3 kişi vardı. Öyle “hemen müdahale edelim” havasında da değillerdi, ellerinde teçhizat yok, bir şey yok, sadece 2-3 kişilerdi. O an halktan 100-200 kişi enkazın başındaydı ve AFAD’tan gelenlerin tecrübesiz olduğu da belliydi. Onlar da ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sayıca az olabilirler ama o kadar insanı bir şekilde koordine edip enkaza doğru bir müdahalede bulunulmasına yardımcı olabilirlerdi. Yaptıkları tek şey halka bağırıp çağırmaktı. Bir noktadan sonra halk AFAD elemanlarını ciddiye almadı. Ortalık çok karışmıştı. En sonunda birkaç arkadaşımla birlikte etrafta bulunan insanlara seslenip “yeter, herkes bizi dinlesin. Koordinasyonlu çalışalım, her kafadan bir ses çıkmasın” dedik. Çünkü beton blokların nasıl kaldırılması, nasıl kırılması, ne yapılması gerektiğini inşaatlarda edindiğimiz tecrübeler ve deneyimlerden dolayı az çok biliyorduk. Mecburiyetten orada bulunan AFAD elemanları da bize tabi oldu. Koordinasyonu sağladık en sonunda. İki gruba ayrılmıştık; bir grup enkazın ön tarafında, diğer grup ise arka tarafında çalışıyordu. Enkaz başında olan halk olarak bir yerlerden balyoz, hilti gibi aletler bulup müdahale etmeye çalıştık. Büyük beton bloklarını teker teker, paramparça edip kovalara doldurup taşıdık. İş makinesiyle gönüllü olarak gelen bir vinç operatörü arkadaşımız da çalışmalara dahil oldu. Vinç geldiğinde işimiz daha da kolaylaşmıştı; demir kesme makaslarıyla blokların bağlantılarını kesip, köşelerinden delip, vincin zincirlerine bağlayıp kaldırıyorduk. Blokları kaldırdıkça enkaz altındaki insanlara ulaşabildik. Biz o gün enkazdan 12-13 kişiyi sağ çıkarırken, 3-4 kişinin ise cansız bedenine ulaştık. Bir süre sonra yorulduğumuz için evlerimize dağılıp bir süre dinlendik. 3. günün sabahı HDP aracılığıyla Adıyaman’a gönüllü olarak gittik. Oraya vardığımızda bambaşka bir durum vardı. Amed’e “kötü” demiştik fakat Adıyaman çok daha berbat bir durumdaydı. İlk önce valilik binasına gittik, doğru düzgün kimse yoktu. Sadece bir masa oluşturmuşlardı, insanların iletişim numaralarını alıyorlardı. Enkaz çalışmaları için gelen gönüllüleri sözde enkazlara yönlendiriyorlarmış(!) Neyse, biz de gittik isimlerimizi söyledik ve iletişim numaralarımızı yazdırdık. Yarım saat, bir saat, iki saat… bekledik, kimseden ses çıkmadı. Bizim ekip toplamda 15 işçi arkadaştan oluşuyordu. Valilikten ses çıkmayınca kendimiz inisiyatif alıp enkazlara gittik. Adıyaman’da halk vardı, birkaç polis-asker dışında ise Kızılay, AFAD, valilik vd. devlete ait hiçbir ize rastlamadık. En çok dikkatimizi çeken şeylerden biri de yurtdışından gelen yardım kuruluşlarıydı. Bu durum ilk başta bize garip geldi. Bunun nedeni ise tarihin en büyük felaketlerinden birini yaşıyorsun ve sen, devlet olarak seferberlik ilan edip o bölgelere yönelmiyorsun! Yurtdışı kuruluşlarının TC devletinin kendi kurumlarından önce bölgede olmaları sizce de “nerede bu devlet” sorusunu sordurmaz mı insana? Valiliğin 100 metre aşağısında apartman yıkılmıştı, hiçbir ekip yoktu. Kendi yakınındaki enkazlara bile eleman göndermekten acizlerdi. Enkazlara gittiğimizde kazma-küreği bile bölge halkından tedarik etmiştik, herhangi bir devlet kurumundan almadık, bunu düşünsek bile devleti temsilen muhatap alabileceğimiz kimseler yoktu. Elimizde kazma-kürek gören insanlar etrafımıza toplanıp enkaz altında kalan yakınları için “kurtarın” diye yalvarıp yakarıyorlardı. Sayımız az olduğu için ancak iki gruba ayrılabildik, yetişebildiğimize yetişmeye çalıştık. Sürecin başından beridir hani diyorlar ya: “devlet yok” gerçekten devlet yoktu, bitmiştir! Halk tarafından gelen yardımlar vardı ama sistemli bir koordinasyon olmadığı için birçok köye yardımlar ulaşmıyordu. Cemevi üzerinden bir şeyler yapılmaya çalışıldıysa da yetersiz kalıyordu. Bir süre enkazlarda çalıştık fakat artık enkaz altlarından yayılan ceset kokusundan kaynaklı daha fazla duramadık ve Amed’e dönmek zorunda kaldık. Bu günleri unutmayacağız; biz devletin ne olduğunu zaten biliyorduk ve halkımızla birlikte bu katliamın hesabını soracağız.
“DEVLET YARILAN YERİN İÇİNE GİRMİŞTİ”
İslahiye’den bir öğrenci: Merhabalar. Ben MKÜ’de öğrenciyim ve depreme Antakya Serinyol’da yakalandım. Bulunduğum apart ağır hasar alırken, depremden küçük yaralanmalarla kurtuldum. Aparttakiler olarak hepimiz dışarıya çıkmıştık. Sonra arkadaşlarımızdan telefon geldi ve “acil toplanma alanı” denilen MKÜ hastanesinin önüne gitmemizi söylediler. Oraya gittiğimizde gördüğümüz manzara karşısında şok olmuştuk. Sürekli depremden yaralı kurtulan insanlar geliyordu. Saatler geçtikçe hastane tıklım tıklım doldu ve artık yaralılar acil servise sığmamaya başladı. Gelenler artık bildiğiniz dışarıda, yağmurun altında bekletiliyordu. Kampüsün aşağısındaki çardaklara oturduk ve üşüyorduk, bazı arkadaşların ayaklarında ayakkabı bile yoktu. O anda üşüdüğümüzü gören Suriyeli bir abla geldi, sağ olsun bize battaniye verdi. Sabah olunca tek katlı bir işletmeye sığınmıştık. Orada çeşitli fraksiyonlardan arkadaşlarla bir araya gelip bir komün kurduk. Bir yerlerden erzak temin etmeye çalıştık ve temin edebildiğimiz kadarını Serinyol’da dışarıda kalan halka dağıttık. Yer yer az sayıda olan polis ve jandarma ekipleriyle karşılaşıyorduk ve bu ekipler enkaz başlarına gelip “ses var mı” diye sorup gidiyorlardı. 2 gün komünle birlikte kaldıktan sonra memleketim İslahiye’ye gitmek için Adana’ya geçtim ve orada 1 gece geçirdikten sonra babamla buluşup İslahiye’ye gitmek üzere yola çıktık. İlçeye girebilmek için Nurdağı’ndan geçmemiz gerekiyordu. Nurdağı’na vardığımızda ortalık savaş alanı gibiydi. Araçtan indik ve biraz etrafa bakmak istedik. Oradaki manzara bizi gerçekten çok etkilemişti. Nurdağı’nda otomobil satılan bir bölge var. Oraya vardığımızda yıkıntılar arasından inleme sesleri geliyordu. AFAD, Kızılay gibi kurumlar yoktu, çaresiz bir şekilde seslere yöneldik. Elimizden ne geliyorsa yapmaya çalıştık fakat fazla bir şey de yapamadık. O sırada karşı taraftan bir ambulansın geldiğini gördük. El kol işareti yaptık durması için fakat durmuyordu en sonunda ambulansı durdurmak için kendimi önüne attım durdular. Hemen yanlarına koşup enkazı gösterdim ve “şuradan inleme sesleri geliyor” dedim. Birlikte enkaza gittik, hâlâ inleme sesleri geliyordu. Seslendiğimizde bir kadınla çocuğun sesini alabildik. İkisi hayattaydı, kadının eşi vefat etmişti. O esnada ambulanstaki sağlık görevlileri AFAD ekiplerine ulaşmaya çalışıyorlardı fakat ulaşamıyorlardı. Uzun uğraşlar sonucu AFAD’tan birilerine ulaştılar. AFAD’tan ancak sonraki gün o bölgeye birileri geldi. Bir süre sonra enkaz başında ufak tefek çalışmalar başlamıştı ancak yetersiz ve acemiydi. Enkazlardan ses gelir diye tabiri caizse parmak uçlarımızda yürüyüp olabildiğince sessiz hareket etmeye çalışarak yıkıntılar arasından yaşayan birilerini aradık. Bu şekilde bir süre Nurdağı’nda takıldıktan sonra otostopla İslahiye’ye vardık, orası da çok fazla etkilenmişti. 4. gündü; İslahiye’de ne çadır ne konteyner… yani insanların barınabileceği bir alan yoktu, kimse yoktu, devlet yarılan yerin içine girmişti sanki! Halk kendi çözümünü kendisi üretmeye çalışıyordu. Ve İslahiye’de de Nurdağı’ndan farklı bir durum yoktu; yine inleme sesleri hemen her enkazdan geliyordu. 4. gün olmuştu ne AFAD ne devlete bağlı başka herhangi bir kuruluş yoktu. Resmen deprem bölgelerinde yaşayanlar olarak kendi kaderimize terk edilmiştik. İslahiye küçük bir şehir ama daha kolay ulaşılabilirdi; kimse yoktu, acılarımızla ve gözyaşlarımızla kaldık. 11. günde IKBY’nin ve devrimci-demokrat kurumların yardım tırlarının geldiğini gördük. Köye geçtiğimizde yine vahim bir durum vardı. Köylüler zeytin topladıkları brandalarla çadır yapmışlardı. O çadırlarda kimisi 10, kimisi 20 kişi kalıyordu. Evlerin çoğu yıkılmıştı. Kerem Ali adında bir arkadaşım vardı köyde. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. İlkokuldayken okula soğan-ekmekle gelirdi. Başka bir yiyecekle geldiğini hiç görmezdim. Büyüdükten sonra lastik işçisi olmuştu. Emekçi olduğu için köyde sevdiğim, değer verdiğim bir arkadaşımdı. Kerem Ali enkaz altında kalıyor ve köy halkı enkazı kaldırmak için Kıymet Un Fabrikasının kepçelerinden birini ödünç almak istiyor fakat fabrikanın sahibi köylülere kepçe vermiyor. Sonuç olarak Kerem Ali ve onun gibi niceleri kurtarılma olanakları olduğu halde ölüme terk edilerek yaşamlarını yitirdi. Köyde böyle trajediler yaşadık. Sonrasında yardım gitmeyen köyler olduğunu gördük. Tabii İslahiye’de gün geçtikçe devrimci-demokrat kurumların ve halk dayanışmalarının yardımları da artmıştı. Ulaşılamayan köylere kurumların oluşturduğu koordinasyonlardan, yıkılmayan evlerimizden köylü gençlik olarak erzak ve giysi alıp karlı dağ yollarından yürüyerek yardım götürmeye çalıştık. Önce İdilli köyüne, ardından Köklü köyüne yardımlar götürdük. İdilli köyünde karşılaştığımız manzaradan epey etkilenmiştik. Çünkü orada insanlar cenazelerini köy meydanında bekletiyorlardı. Depremden sonra heyelan olmuştu ve toprak altında olan insanlar vardı. Üzerimizde sabah-akşam drone uçuran devlet orayı görmedi! Oradan sonra Kayabaşı köyüne gittik. Yine enkaz altında insanlar vardı ve bu köylerin nüfusları da büyüktür, en az bin kişilik köylerdir. İslahiye geneline çadırlar 12. günde gelmişti. Bu çadırlar da AFAD çadırları değil; BM, İran, İsrail, IKBY ve Mısır’ın gönderdiği çadırlardı. TC devleti İslahiye’de de yoktu. Sonrasında köylerimize askerleriyle geldiler. Çadır, karakollar kurdular. Bizi resmen kıskaca alıp dayanışmamıza engel olmaya çalıştılar. Sanki TC, köylerde devlet aleyhine konuşanlara gözdağı vermek için yollamıştı askerlerini. Artık iş işten geçmişti, kurtarılmayan pek çok insan dondurucu soğukta can vermişti. Enkaz altlarından artık yardım çığlıklarını değil cansız bedenlerin şiştikten sonraki patlama seslerini duyuyorduk. Kan ve ölüm kokusu gözyaşıyla karışıyordu. Son olarak şu gerçeği belirtmek istiyorum: orda ölen biz değildik, insanlıktı; enkaz altında kalan biz değildik, devletin kendisiydi.