[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]
Birleşmiş Milletler 78. Genel Kurulu, 6 Eylül’de, genel merkezi New York’ta toplandı. Emperyalist kapitalist çıkarlarla “birleşenlerin” bu seneki teması güvenin yeniden tesisi ve küresel dayanışmanın yeniden canlandırılmasıydı. Toplantının ana konuları: iklim krizi, sürdürülebilir kalkınma, Ukrayna savaşı, Afrika kıtasındaki gelişmelerdi. Bu yazıda ise BMGK’da tartışılan, gündem olan, yarım asırdır çözümsüzlük kangreni ile cebelleşen, AKP iktidarının müdahalesinin hız kesmeden devam ettiği ve son dönemde çeşitli gerilimlerin yaşandığı “Kıbrıs”ı ele alacağız.
Tartışmanın çıkış noktası Erdoğan’nın genel kurulda yapmış olduğu açıklama ve KKTC vurgusudur. Erdoğan, “KKTC’yi tanıyın Doğu Akdeniz’in barış, refah ve istikrarın egemen olduğu bir coğrafyaya dönüşebilmesinin, ancak tüm tarafların hak ve hukukuna saygı göstermesiyle mümkün olacağı”nı söyledi. Devamında, “Kıbrıs meselesinin ortaya çıkmasının 60’ıncı yıl dönümündeyiz” diyen Erdoğan, “Kıbrıs Türk tarafı, Kıbrıs sorununda adil, kalıcı ve sürdürülebilir bir çözüm bulunması için daima samimiyet göstermiştir. Bu çözümün artık federasyon modeli temelinde gerçekleşmeyeceği herkesin kabul ettiği bir gerçektir” ifadelerini kullandı. Adanın muhalif grupları Erdoğan’ın yapmış olduğu vurguyu kınayarak eleştirilerde bulundu.
ERDOĞAN’A TEPKİLER
Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı Tufan Erhürman, Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı “KKTC’yi tanıyın” çağrısının karşılıksız kalacağını belirtti. Erhürman, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin tanınmasını engelleyen kararlarının ve Kıbrıs sorununa dair iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı federasyon formülünün açık olduğunu belirtti. Adadaki iki kurucu ortaktan biri olan Kıbrıs Türk halkının, Güvenlik Konseyi’nin kararlarında defalarca teyit edilmiş siyasi eşitlik temelindeki statü, hak ve çıkarlarının korunması gerektiğini vurguladı. Bu Memleket Bizim Platformu’nu oluşturan sendika ve örgütler, BM Genel Kurulu’nda Kıbrıs ile ilgili ortaya konan ayrılıkçı ve maksimalist görüşleri kabul etmelerinin söz konusu olmadığını belirterek, uzlaşı yerine ayrılıkçılığın öne çıkarılmasının Kıbrıslı Türk ve Rum toplumları yanında tüm bölge halkları için de istikrarsızlık ve gerginlik demek olduğunu savundu.
Erdoğan’ın, tanınma yönündeki ifadesinin, çözümsüzlüğe yani adadaki statükonun aynen devam etmesine çağrı yapmak olduğunu ileri süren Platform, “Kıbrıslı Türkler olarak bu görüşü paylaşmıyor, kabul etmiyoruz” dedi. Platform, Erdoğan ile ortaklaşmasa da BM’nin “Kıbrıs sorunun çözümü” için önerdiği yöntemi savunarak bu yönlü mücadele edeceklerini belirtti. Görüş ayrılıkları, görünürde uzlaşmazlıklar olsa da Kıbrıs sorununda emperyalistlerin iki dudağına bakılıyor gibi gözüküyor.
ÇÖZÜMSÜZLÜK SARMALINDA KIBRIS
Bir tarafta faşist TC ve onun Kıbrıs’ın kuzeyinde atamış olduğu kukla yönetimin yapmış olduğu hamasi, milliyetçi açıklamalar diğer tarafta ise artık ülkede çözüm, istikrar ve barış isteyen halk ve politik mücadele sürdüren kurum, parti ve örgütler. Pek tabii konu Kıbrıs ise doğru tahlil ile ele almamız gereken kavram ve olgular vardır; “çözüm, çözümsüzlük ve barış.”
Statükonun dayatmış olduğu halihazırdaki tablo; çözümsüzlük, tetiklenen milliyetçilik, her iki toplumu birbirinden daha çok izole etme olarak karşımıza çıkıyor. Bahsetmiş olduğumuz çözüm veya yarım asırdır halkların mahkûm edildiği çözümsüzlüğü sorgulamanın ilk adımı “sorunu” doğru şekilde saptamaktan geçmektedir.
Kıbrıs sorunu nedir? Emperyalistlerin ve onların uşakları olan komprador burjuvazinin, çıkarları doğrultusunda bu sorunu ele alış biçimleri dönem dönem kurulmaya çalışılan pazarlık masalarından, uşak ülkelerin çekişmelerinden ve bölgede kontrol altında tutulmaya çalışılan hegemonya doğrultusunda kendi “çözüm” planları, projeleri senaryo ve talandan başka bir şey değildir. Dayatılan bu çözümsüzlük, hasır altı edilmiş olay ve olguların üzerine inşa edilmiş şoven tarihçilik, bölgede körüklenmeye çalışılan milliyetçilik gerçekliği bulandırmaktadır.
Bölgede revizyonist nitelikteki, pasifize olmuş KP’leri dahi tarihten bu yana etkisi altına almış fikirler, “çözüm” olarak ülkede istikrar ve barışı isteyen halk tarafından benimsenmektedir. Bu benimseyiş çok doğal ve anlaşılır bir tepkidir. Çünkü halk somut adımları ve etkili bir siyasetin varlığı ile yaratılan bu bölünmüşlük atmosferinden ivedilikle kurtulmayı, diğer sorunlarından kurtulmanın da ayrıca buna bağlı olduğunu düşünmektedir. Peki bulandırılmış bu gerçekliğin arkasındaki esas sorun nedir? Bunun saptanmasından sonraki soru da çözüm nedir, nasıl olmalıdır ve çözüm kimlerin ellerinde yükselip yaşam bulacak sorusudur.
Bu sorular üzerine kısa bir düşünme dahi sorunun muhatabı olduğumuz gerçekliğini bize hatırlatır. O halde bu çözülmemiş eski sorunun tarihine bir kez daha göz atalım…
Kıbrıs, tarihi boyunca sürekli olarak istilalara uğramıştır. Fenikeliler, Romalılar, Araplar, Cenevizliler, Bizans, Venedik ve Lüzinyan egemenliğine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun adayı işgal etmesinin ardından kendine has yönetim tarzı ile bağlantılı olarak Venedik döneminden itibaren yerleşmeye başlayan feodal üretim ilişkileri bu dönemde de devam etmiştir. İlk kapitalist ilişkiler Osmanlı’nın himayesinde altında olsa da esas olarak İngiliz emperyalizmi aracılığıyla adaya girmiş ve kısmen gelişmiştir. Emperyalizmin Kıbrıs’taki temel politikası sürekli hâkimiyet politikasıdır. Kıbrıs adasının ekonomik değere sahip bakır, pirit gibi yeraltı ve narenciye, patates, tahıl gibi yerüstü kaynakları ciddi bir ekonomik değer oluşturmaktaydı. Ancak emperyalizm açısından Kıbrıs adasının sömürgeleştirilmesinin en önemli nedeni stratejik önemi olmuştur. Sürekli hâkimiyet politikası her tarihsel dönemde, dönemin en gelişkin ve hegemon emperyalist ülkesinin Kıbrıs’ın kontrolünü elinde tutmasından ötürü ada bağımsız gelişme dinamiklerine sahip olamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu Kıbrıs’ta Ortodoks Kilise yönetimi ile çıkar birliğine dayalı bir ilişki geliştirmişti. Kilise gelişigüzel bir şekilde vergi toplayabiliyor, her türlü gücünü Kıbrıslı fakir köylüler üzerinde uygulayabiliyordu. Kilise’ye baş kaldırarak keyfi bir şekilde uygulanan vergileri ödemeyenler Osmanlı askeri ile tehdit ediliyordu. Emperyalizme bağımlı kapitalist ilişkilerin geliştiği dönem ise 1878 İngiltere egemenliği dönemidir. Tabitha Morgan tarafından yazılan “İngilizlerin Kıbrıs’taki Tarihi” adlı kitapta kapitalist egemenlik şöyle anlatılıyor:
“1900’lü yıllarla birlikte Kıbrıs’ta küçük atölyeler fabrikalara dönüşmeye başlar, madenler yoğun olarak işlenir ve 1905 yılında tren işletmeciliği kurulur. Bu, sayıları binlerle ifade edilebilecek işçi, emekçi kesimin sigortasız, sağlıksız iş ortamlarında 12-13 saat çalıştığı yoğun bir sömürü demektir. Kendiliğinden bir sınıf bilincinin gelişimine müsait bu koşullar; ilk örgütlenme girişimleri, sendikalaşma çabaları ve 15 Ağustos 1926 tarihinde Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP) kurulması ile, milliyetçi temel dışında bir sınıfsal temeldeki ortak örgütlülüklere yansımaya başlar. Yıllardır köylülük temelinde yarı aç koşularda yaşayan topluluklar, şimdi de olumsuz çalışma koşulları altında emekçi olarak kader birlikteliği etmeye başlarlar. Yüzyıllardan bu yana ortak isyanlarda kanını döken toplumlar, şimdi sınıfsal temelde bir mücadele ile Kıbrıslılık bilincini geliştirmeye başlarlar.”
Osmanlı yönetimince korunup kollanmış toprak ağası/burjuva kilise yönetimi İngiliz Sömürge İdaresi ile çıkar çatışması yaşamaya başlar. İngiliz Sömürge İdaresi, Kilise’nin Osmanlı döneminden kalma bazı ayrıcalıklarına kendi gerici egemenliğini yerleştirmek için son vermeye başlamıştır. Daha önce gelişigüzel vergi toplayan, kendisi vergi vermeyen ve egemenliğine baş kaldırıldığı zaman da Osmanlı askerinden yardım alan Kilise vergi toplama ayrıcalığından arındırılmaya, vergi vermesi için hukuksal denetim altına alınmaya ve asker/polis desteğinden mahrum bırakılmaya başlanır. Bu sebeple ayrıcalıklarının tehlike altında olduğunu gören ve feodal haklarından kopmak istemeyen Kilise, ENOSİS (Yunanistan ile bütünleşme) politikasını geliştirdi. Kemalist-Türk- aydın muhalefeti ve burjuva kilise egemenleri ile ulusal bir cephede buluşamayan işçi örgütlenmeleri bir süre daha Kıbrıslılığı savunur ve bu uğurda somut bir mücadele yürütür. 1926 yılında ilk kongresini örgütleyen Kıbrıs Komünist Partisi, ENOSİS’e karşı anti emperyalist cephe siyasetini öne sürer. KKP kendisine amaç olarak; İngiliz Sömürgeciliğine son vermeyi, Kıbrıs halkına yönelik geleneksel liderliğin (özellikle Kilise’nin) baskılarına son vermeyi ve ENOSİS’e karşı savaşmayı belirler. 1931 yılında yayınlanan Kıbrıs Komünist Partisi Manifestosu’nda şöyle denmektedir: “Kıbrıs Komünist Partisi işçi ve köylülerin ivedi ekonomik istemleri için, milliyetçi liderlerin hıyanetini açığa çıkarmak için ve onların karşı devrimci sloganı ENOSİS’e karşı savaşım verecektir. Amacımız emperyalizme karşı, ezilen Türklerin ve Rumların oluşturacağı cephe ile kurulacak Sosyalist Kıbrıs’tır.” KKP’nin örgütlü çabaları yalnızca İngiliz Sömürge İdaresini değil Kilise’yi de rahatsız ediyordu. KKP’nin Kıbrıs’ta birliği yaratmaya müsait anti emperyalist bir cephe oluşturma çağrısına olumsuz bakan Kilise Yunan ulusuna eklenmeyi önüne koyan pan-Elen bir siyaset güder. Ancak, bu siyasetin asıl sebebi, KKP’nin burjuva/feodal mülkiyet ilişkilerini sorgulaması ve bunun da Kilisenin ekonomik çıkarlarını tehdit etmesiydi. Kıbrıs birliğinden korkan İngiliz Sömürge İdaresi ve mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmasını istemeyen Kilise böylece ortak düşmanları KKP’ye karşı birleşirler. Yani Kıbrıs sorununun temelinde aslında hiç de dile getirildiği gibi etnik ayrılık yoktur. Etnik ayrışma, sorunun doğurduğu sonuçlardan biridir ve evet göz ardı edilemeyecek bir olgudur. Bugün milliyetçilik naraları atan KKTC’nin atanmış Cumhurbaşkanı Tatar’ın söylediği gibi onlar için “Kıbrıslılık diye bir şey yoktur. Kıbrıs’takiler ya Türk ya da Rumdur.” ifadeleri KKP’nin yıllar önce ortaya koyduğu çizginin doğruluğunu ispat etmektedir. Böl, parçala ve yönet politikasının sahibi olan uşaklara karşı amansız bir birleşik mücadele hattının örgütlenmesi somut gerçekliktir.
2. EPS SONRASI BÖLÜŞÜM
2.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise İngiltere yeni emperyal patron olarak beliren ABD’nin yeni sömürgecilik siyasetine karşı 1950 yılına kadar direnmiştir. Kıbrıs’ta yükselecek muhtemel bir ulusal kurtuluş mücadelesi ile Kıbrıs’ın emperyalist ilişkiler ağının dışına çıkacağını düşünen ve SSCB’ye karşı önemli müttefikler saydığı Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs meselesi nedeniyle birbirine düşmesinden çekinen ABD Kıbrıs’ta uyguladığı klasik sömürgeci siyasetinden vazgeçmesi için İngiltere’ye baskı yapar. 1951’e kadar İngiltere’nin etki alanında bulunan Yunanistan, ENOSİS talebi ile kendisine başvuran papazları kovmuş ve “bizi rahat bırakın” demiştir. Ancak Yunanistan’ın tavrı ABD hegemonyası altına girmesi ile değişmeye başlar. Marshall ve Truman yardımları ile ABD etki alanına giren, ABD tekelleri vasıtasıyla ABD’nin yeni sömürgesi haline gelen Yunanistan devreye sokulur ve ENOSİS istemini İngiltere’ye bildirir. İngiltere’nin bu çabaya yanıtı sert olur. Sir Anthony Eden yaptığı bir açıklamada “Kıbrıs elbette ki NATO açısından önemlidir. Ama sadece NATO açısından değil. NATO çıkarlarının dışında İngiltere’nin Kıbrıs’ta hayati çıkarları vardır. No Cyprus, no oil. Bu da bizim için açlık ve işsizlik demektir. Bu, bu kadar basittir.” der. İçte Kilise ve AKEL, dışta Yunanistan ve ABD tarafından sıkıştırılan İngiltere, klasik böl-yönet siyasetini uygulamaya koyar. Bu uğurda Kıbrıslı Türkleri devreye sokar ve Türkiye’nin “Taksim” istemesi için politika yürütmeye başlar. Taksim tezi, yukarı sınıfın memurluktan burjuvalığa geçişinin de başlangıç noktasını oluşturur. Daha önceleri varlığını Sömürge İdaresinin ihsan edeceği mevki ve maaşlara bağlayan bu kesim, artık yılmaz bir “Türk Çarşısı” savunucusu olmuştur. Türk Çarşısı siyasetinin yoksul Kıbrıslı Türkleri daha da yoksullaştırması, Elen’den ucuza alıp Türk’e pahalı satan Türk tüccarın (ekonomik) varlığını güçlendirir. Ancak yoksul Türk işçi ve köylüsü katmerli bir sömürü altında kalır. Taksim tezi, Türk tüccara hem keyfince sömürebileceği bir iç pazar sağlaması anlamında, hem de buna itiraz edenleri hain ilan edeceği “Türkçülük” ideolojisi anlamında işlevsel bir alet sunar. Kıbrıslı Elen Burjuvazisi/Kilise’nin Yunanistan’a eklenme ve hazır bir ulusa dahil olma siyaseti böylece emperyalist İngiltere’nin de yardımlarıyla karşıtını bulur: Kıbrıslı Türk tüccarlarının Türkiye’ye eklenme ve hazır bir ulusa dahil olma siyaseti… Zamanla Türkiye de Taksim tezini savunmaya başlar. Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türkler’e karşı Kıbrıslı Elenler, taşeron devletler bağlamında Yunanistan’a karşı Türkiye ve emperyalist çıkarların hesaplaşması bağlamında İngiltere’ye karşı ABD.
İngiltere, Taksim aracılığıyla Türkiye’yi yanına çektikten sonra ABD “EOKA” olarak adlandırılan silahlı faşist paramiliter gücü örgütler. EOKA hem Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge İdaresini yıpratmak, hem de “ulusal” mücadeleden komünist unsurları dışlamak gibi görevler üstlenir. ABD-CIA destekli silahlı faşist mücadeleye İngiltere’nin tepkisi gecikmez. İngiltere böl-yönet politikasını derinleştirerek hem Kıbrıs’ta kalacağı süreyi uzatmaya hem de ABD ile yaptığı pazarlıklarda elini güçlendirerek olası bir çekilmede adada üsler elde etmeye yönelik bir politika geliştirmeye başlar. Aynı dönemde de EOKA’nın karşısına Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) çıkarır. Böylece adada faşist paramiliter çeteler, farklı emperyalist odaklardan aldıkları destek vasıtasıyla varlık alanı yakalarlar. İki halk arasında çatışmalar ve kamplaşmalar yükselir. Bu yüzden etnik ilişkilerin ötesinde bir direniş odağı oluşturulacak atmosfer ne yazık ki halkın safında mümkün değildir. “Solculara, komünistlere, sendikacılara, demokrat ve aydın insanlara yönelik eşi görülmedik bir terör dalgası hızla yayılır. Türk ve Elen sendikalarının ayrılması, belediyelerin ayrılması, ‘Türk’tün Türk’e Kampanyası’ gibi gerici politikalar terör ortamının içerisinde rahatlıkla uygulanır.” İki halk ayrılmış ve “anavatanlara sığınmak”tan başka çare kalmamıştır. NATO’nun kendi içerisinde İngiltere ve ABD arasında yaşanan kriz 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla son bulmuştur. Sözde bağımsız bir cumhuriyet ile pazarlık sağlanmış, İngiltere adada iki büyük üs hakkı elde etmiş ve geri kalan yerlerin boşaltılmasına karar verilmiştir. 1964 yılından itibaren birbirine giren Kıbrıs yukarı sınıfları halk kitlelerini, bu savaşlarında kullanmakta zorlanmadılar. Ancak ABD SSCB ile olan yumuşama durumundan ve uluslararası planda hareket sahası bulamadığından dolayı adaya müdahale edemedi. Türkiye ve Yunanistan ise hem ABD politikaları doğrultusunda aralarında çelişki yaşamamaya hem de kendi iç çıkar çevrelerinin baskıları ve Kıbrıs’taki bağlantıları dolayısıyla birbirlerine silah çevirmeye dönük kararsız bir politik hat izlemeye başladılar. Türkiye ile Yunanistan’ın tam bir uyum yakalayamamasından kaynaklı Makarios kontrolü ele alabildi. Anavatanların kararsızlığı, Kıbrıslı yukarı sınıflarla anavatanların arasını açmaya başlamıştı.
Türkiye ve Yunanistan arasında yükselen gerilim NATO içinde yeni bir krize neden olurken, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hızla bağlantısızlık politikalarına dahil olması da ABD açısından ciddi bir tehdit demekti, bu yüzden “Acheson Planı”nı devreye soktu. Bu plan adanın Türkiye ve Yunanistan arasında taksimini öngören politik öze sahiptir. Planın ilk hali kabaca şunları içermektedir: “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak, adanın büyük bir bölümünü Yunanistan ile birleştirmek, bir bölümünde Kıbrıslı Türklerin ayrıyetten yaşaması ve bir bölümünün de Türkiye’ye askeri üs olarak verilmesi, Makarios’un tarafsızlaştırılması ve komünistlerin ortadan kaldırılması.” Bu plan vasıtasıyla adanın ve anavatanların NATO içinde kalmasını hedefleyen ABD, Yunanistan ve Türkiye’ye yoğun bir baskı yaparak planı uygulamanın yollarını aramaya başlar. 5 Haziran 1964 tarihinde ABD tarafından Türkiye’ye gönderilen ve sert bir politik içerik taşıyan Johnson Mektubu, Türkiye’yi Kıbrıs’a müdahaleden uzak durması için uyarırken ABD ile birlikte ve NATO içi çözümler araması gerektiğini hatırlatmaktadır. Hemen ardından politikası ılımlılaşmaya başlayan Türkiye, bu yıldan itibaren Kıbrıs konusunda ABD stratejisine daha uygun politikalar izlemeye başlar. Ancak Türkiye ve Yunanistan’ın Acheson Planı’nı tamamen kabul ederek uyumlu bir politika izlemesi için kendi iç kamuoylarının taleplerini bastıracak kararlı hükümetlere (askeri darbelere) ihtiyaç vardır. Bu doğrultuda 21 Nisan 1967’de CIA’in hazırladığı bir planla Yunanistan’da Albaylar Cuntası yönetimi kurulur. 12 Mart 1971’den sonra ise bu iki ülke arasındaki her türlü pürüz, emperyalizmin lehine düzeltilmiştir. Fakat içte bağımsızlık politikasını savunan güçlerle ittifak halinde olan Makarios’u ikna etmek mümkün değildir. Acheson Planı hâlâ yürürlüktedir. Planın uygulanması açısından Türkiye ve Yunanistan “ikna” edilmiş ancak SSCB tehdidi nedeniyle doğrudan müdahalede bulunamayan ABD, taşeronları (Türkiye ve Yunanistan) aracılığıyla içte çok büyük bir destek almakta olan Makarios’tan kurtulmaya çalışmaktadır. Makarios’un direnişini kırmak yönünde yürürlüğe konan senaryo doğrultusunda, ABD’nin dostu faşist Grivas gizlice adaya sokularak EOKA-B kurdurulur. Yunanistan’ın Albaylar Cuntası EOKA-B’yi dört ayaklı bir planın parçası olarak tasarlamıştır. Öncelikle EOKA-B silahlı mücadele yoluyla içerde bir kriz yaratacak, ardından ve eşzamanlı olarak Kilise içerisinde Grivas’a yakın metropolitler aracılığıyla Makarios’un meşruluğu tartışmalı hale getirilecek ve bunun üzerine “milli merkez” Yunanistan tarafından Makarios’a bir istifa çağrısı sunulacaktır. Makarios’un istifayı reddetmesi halinde de cuntaya sadık Milli Muhafız Ordusu bir darbe yaparak yönetimi devralacaktır. Darbe öncesi gelişmeler nedeniyle yasal hale gelen yeni yönetim de Acheson Planı’nı onaylayarak, “hukuka uygun” bir şekilde görevini yerine getirecektir. Ancak işler planlandığı gibi gitmez. Makarios’tan kurtulmanın fiili olarak Türkiye ve Yunanistan’ı kullanmaktan başka denenmeyen yöntemi kalmamıştır. Gelişmelerin farkında olan Makarios, kendisine yönelik bir darbe hazırlığının bilincinde olarak Yunan Hükümetine kamuoyuna açık bir mektup göndererek, hakkındaki planları protesto eder. 2 Temmuz 1974 tarihli mektupta kendisinin Yunanistan’ın valisi olmadığını hatırlatan Makarios, bütün Yunan subaylarının derhal Kıbrıs’tan çekilmelerini talep eder. Ancak göremediği nokta Yunanistan’ın Türkiye ile koordineli olarak ve ABD tarafından yönlendirildiğidir. ABD ise bombanın saatini çoktan ayarlamıştır. Senaryonun başlangıç tarihi 15 Temmuz 1974 olarak belirlenmiştir. Öncelikle 15 Temmuz 1974 tarihinde Milli Muhafız Ordusu aracılığı ile Makarios’a darbe yapılır. Darbenin amacı Makarios’u ele geçirip öldürmek, ardından da Acheson Planı önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaktır. Ancak Makarios kaçar. Makarios’un bu hamlesi ABD’nin planlarını bozamaz, çünkü bu kez bir b planı vardır. Makarios’un kaçtığının kesinleşmesi ile Türkiye’ye beklediği işaret verilir ve Türk ordusu adayı işgale başlar. “İlk kritik saatlerde bir tek uçaksavar mermisi bile atılmadığı halde yaklaşık olarak saat 06:00’da Yunan savaş gemilerinin yola çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, General Bonanos’un yanıtı: “Türkler Kıbrıs’a taarruz ediyor; Biz Yunanistan’ız” olmuştur. Milli Muhafız Ordusu’nun saldırıyı püskürtme emri, saldırı başladıktan yaklaşık iki saat sonra ve Yunanistan Genelkurmayı’nın onayı dışında yayımlanmıştır. Türk ordusunun nereye kadar ilerleyeceği bile ABD’li uzmanlarca önceden kararlaştırılıp uygulanmıştır. 1950’lerde İngiltere tarafından böl-yönet politikaları ile başlatılan ada halklarının birbirinden ayrılması, ABD onaylı işgal sonrası tamamlanmış; Kıbrıslı Türkler kuzeye, işgal hattının içinde kalan 200 bin Kıbrıslı Elen de güneye göç etmiştir.
Emperyalizmin sürekli hâkimiyet stratejisi ile kontrol altında tuttuğu Kıbrıs adası bir bütün olarak, taşeron niteliğindeki Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile emperyalizmin işgali altındadır. Bu işgal fiili bir bölünme ve halkların birbirinden yalıtık ekonomik-politik koşullarda varlığını devam ettirdiği bir atmosfer yaratmaktadır. Kıbrıs sorunu yıllarca, ABD güdümlü çeşitli BM girişimlerine rağmen çözülememiştir. Kıbrıs sorunu, ekonomik, politik, askeri, stratejik koşullara bağlı olarak herhangi bir zaman emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda “çözümlenerek” verili durum bazı değişikliklerle ama esasta korunarak yasal bir nitelik kazanabilir. Böyle bir durumun ortaya çıkması, yani “Kıbrıs Sorununun çözümlenmesi”, aslında sorunun halklar açısından çözümlendiği anlamına gelmez. Çünkü aslında Kıbrıs sorunu, halklarının emperyalist güçlerden ve emperyalizmin içteki ve dıştaki iş birlikçilerinden bağımsızlığını kazanması sorunudur. Oysa olası bir emperyalist çözüm planı fiili durumun ufak tefek farklılıklarla yasal hale getirilmesinden öte hiçbir değişikliğe neden olmayacaktır. Bu sebeple, devrimci güçler olası bir emperyalist çözüm girişimini merkeze alan politik hatlar karşısında hem Kıbrıs’ın gerçek sahibi olan halkları hem de işgalci ülkenin halkını özellikle bilinçlendirmelidir. Bu “çözüm” hatları halkların çıkarına değildir ve onaylanmamalı, takip edilmemeli dir. Emperyalist tahakküm kırılmadan Kıbrıs sorunu çözülemez.
KIBRIS’TA ANTİ EMPERYALİST MÜCADELE
Rosa Luxemburg, “İnsanın doğası bütün halkların ve milletlerin barış, dostluk ve kültür dayanışması içinde yaşamasını gerektirmektedir. Ama kapitalist toplum hüküm sürdüğü sürece bu mümkün olmayacaktır. Bu ancak işçi sınıfının idareyi ele alması ve kapitalizmi defetmesinden sonra mümkün olacaktır. Bundan dolayı biz devrimci olduk, çünkü ancak bugünkü düzenin devrilmesiyle bir temel yaratılacağından eminiz.”
İşte bu doğrultuda barış için atılan her şiarın bu temelde ele alınması gerekmektedir, halkların barışı ve kardeşliği bu bölünmüşlüğü bertaraf edecektir. “Kapitalizmin ulaştığı en yüksek basamak emperyalizmdir ve kapitalist devletler kendi çıkarları doğrultusunda pazar bulma amacıyla başka uluslara müdahale etmektedir.” der Lenin. Birleşik devrimci güçler öncülüğünde emperyalist tahakküm kırılmadan Kıbrıs sorunu çözülemez. Çünkü yalnızca anti emperyalist nitelikteki çözümler kalıcıdır. Bu ise ezilenlerin sınıf mücadelesi ile gerçekleşebilir.
BM’in parametre olduğu hiçbir masa çözüm, barış ve istikrar getirmeyecektir. Şayet getirebilecek olsaydı yarım asır önce getirirdi. Ortaya çözüm olarak koydukları formül bir adım sonra tekrar bir başka ve halklar için büyük bir soruna dönüşecektir. Sorunu yaratanlar, sorunu çözemezler. Zaten halkların sorunları hiçbir dönemde emperyalistlerin sorunlarına denk düşmemektedir. TC’nin, Yunan’ın, BM askerleri ve İngiliz üslerinin olmadığı, birleşik anti emperyalist devrimci güç odaklarının özne ve önderliğinde; bağımsız, birleşik ve işçi sınıfının çıkarlarının üstün olduğu bir Kıbrıs mümkündür.
“İLERİ, Kıbrıs halkı, yolumuz budur. Siyasi önderiniz olan Komünist Parti’niz size yolu göstermektedir. Bırakın yüreği ve cesareti olan, aşağılık olmayan, beş para etmez hainlerden olmayan diğer siyasi liderler sizi takip etsin. Geriye kalanlarıysa yok edip, onlara karşı da aynen işgalcilere karşı savaşacağınız gibi tüm gücünüzle savaşın. İleri, durmaksızın ileri. Britanya zulmünün kulaklarınızda yankılanan mesajlarını dinleyin.” Kıbrıs Komünist Partisi Merkez Komitesi/1928 KKP Manifestosu.